'Açıktır ki işbirlikçi ve gerici Şeyh Said’e karşı elinde Anadolu’nun kadim halklarının ve komünistlerin kanı bulunan Topal Osman’a övgü düzmenin de sosyalist siyasetle bir bağı yoktur. Burada ifrat söz konusudur. Yanlış bir çubuk yanlış yere bükülürken kırılmıştır. Hata budur…
Galip Munzam - soL
'Biz', Müjgan ve 'sosyal' ortamlar
Dün sosyal paylaşım ve paslaşım ortamlarında biri kıymet verdiğim diğeri pek o kadar kıymet vermediğim iki kişi soL gazetesi hakkında gazetenin ve gazetenin yayınını belirleyen çizginin, kötü yola saptığı, gazetenin bed-rah ve bed-reftâr olduğu yönünde paylaşımlarda bulundular. Bu iki kişiden kıymet verdiğim, örgütlü mücadeleye yıllarını adamış olan ağabeyimiz, benzer yolları katetmiş Şerafettin Halis'in yazısı üzerine "soL gazetesinde bile Seyit Rıza için destan yazılabiliyorsa, bu ülkede sosyalizmin tutunacak dalı kalmamış demektir!" diye iddialı bir serzenişte bulundu. Diğer yandan hangi taşı nereden alıp nereye koyduğunu pek bilemediğimiz internet fenomeni ve çeşitli kamusların kalemkeşi olan dânâ (inceltme işaretlerine dikkat edelim de bir yanlışlık olmasın) ve dahi allame-i cihan mütearef zat-ı muhterem de "'Komünist' Parti'nin yayını" diye tanıttığı gazeteyi Yavuz Alogan'ın "Andımız" yazısı üzerinden pek mâhir oldukları sarkazm san'atıyla ve bevâtir mislü tırnak işaretleri ile kahr-u helâk eyledi. Buna başka hısım, hasım ve dem-sazların "soLcular bunu da açıklasın" çağrıları eklenince konu üzerine iki söz söylemek farz oldu…
Ancak baştan söylemek lazım burada maksat bu eleştirilere yanıt vermek değil. Dilimiz döndüğünce bir durum saptaması yapmak.
Türkiye siyaseti uzunca bir süredir yoğun bir kutuplaşma sergiliyor liberalizm ve milliyetçilik arasında. Bir de buna mukabil başka bir saflaşmadan bahsetmek mümkün. İkinci saflaşmanın siyaseti belirleyen bu ana kutuplaşmada saf tutup, bu kutuplaşmadan nasiplenmek gayretinde olanlarla, bu kutuplaşmayı yarmak üzerine siyaset yapanlar arasında olduğundan pekala bahsedebiliriz.
Durum böyle olunca, saf tutanların, ana kutuplaşmayı eksen kabul etmeyenleri kelimenin iki anlamı ile çekiştirmesi gündeme geliyor. Ana kutuplaşmanın her iki cenahındakiler ya da stratejik/taktiksel nedenlerle o cenaha yakın konumlananların genel çizgiyi temsil etsin ya da etmesin yazılan çizilenlerde bir dedektif edası ile karşı cenahtan unsurlar arayıp, söz konusu yayını ve siyasi hattı bir çeşit temizlenmeye davet etmesi ve itiştirerek, çekiştirerek ana kutuplaşmada bir yere konumlandırma çabaları mevcut. Milliyetçiler liberalizm, liberaller milliyetçilik arayışında dedektifçiliğe soyunuyor. Esasen, bu kişilerin kafasında soL'u ve siyasi hattını daha önce yerleştirdikleri bir yer zaten olduğundan aradıklarını bulmaları da o kadar zor olmuyor. Mustafa Kemal'e burjuva devrimcisi deyince kimilerinin "burjuva"yı kimilerinin "devrimci"yi görmemesi, "yeni bir cumhuriyet" vurgusunda kimilerinin "yeni"ye kimilerinin "cumhuriyet"e takılıp kalmasının, “sosyalist cumhuriyet” dendiğinde kimilerinin “kemalizm neyinize yetmiyor” diye çıkışması da ötekilerin “TC” çeşitlemeleri yapmalarının nedeni bu. Bu noktada okuma-anlama kabiliyetlerinden şüphe edemeyeceğimiz insanların, bütünlükten yoksun değerlendirmeler yapmaları üzerine düşünmek gerekir elbette. Burada uzun uzadıya yazamayacak olsak da söz konusu durum, sola yansıyan bu “yarılma”nın sınıf eksenli olmamasından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, söz konusu yarılma sağlıklı bir eksende gerçekleşmediğinden bir temizlenmeyi değil bu kutuplaşmada taraf olanların birlikte çürümesine neden olmaktadır. Mesela çürümenin bir ucunda duran Ufuk Uras’ın düştüğü durum ibretliktir… Söz konusu eklektizmin, samimiyetsizliğin ve hatta lümpenleşmenin nedeni budur.
Bu noktada bizim hiç mi hatamız olmuyor?
Doğrudur, siyaset bir nevi çubuk bükme işidir. Çubuğu bükmeden, dengecilik yaparak, ne o ne bu, “yesinler birbirlerini” diyerek siyaset yapılmaz. Yapılmaz ancak Birinci Cumhuriyet’in geri gelmemecesine yıkıldığı saptamasının ardından kemalist nostaljiden ve onu tahkim eden ritüellerden medet umarak da siyaset yapılamaz. Hatta bu ikisi birbirini çeler, dışlar…
Kitlelerin mücadele kararlılıkları kadar politik ve ideolojik olarak düzenden ve kendilerini saran bu nostaljiden nasıl kopacakları, söz konusu sıçramanın hangi mekanizmalar üzerinden gerçekleşeceği üzerine kafa yorulması gereken bir dönemden geçiyoruz. Yoksa çok geniş kitleler mücadele kararlılıklarını “andımız” okumaktan çok daha gerçek biçimlerde zaten gösterdiler. Durum böyleyken siyasi alandaki mevcut kutuplaşmayı veri alan değil Haziran Direnişi gibi onu darmadağın eden, gerçek mücadelelere odaklanmak gerekir. Siyasi alandaki kutuplaşmayı veri alan, onu derinleştiren her hamlenin yeni büyük ve gerçek direniş olanaklarının ve başlıklarının altını oyduğunu bilerek…
Elinde bayrağı ile mücadeleye katılanlardan korkmamak, onları “büyük mücadele” içinde konumlandırmaya gayret etmek ile onların neylerse güzel eyleyeceğini farzetmek arasında bir açı vardır. O açı da Haziran Direnişi ile 2007 Cumhuriyet Mitingleri arasındaki kadardır. Liberal tahakkümün dayattığı gibi politik doğruculuk gayretiyle etliye sütlüye dokunmadan siyaset yapılamayacağını söylemek sık sık altı çizilmesi gereken bir doğrudur. Ama açıktır ki işbirlikçi ve gerici Şeyh Said’e karşı elinde Anadolu’nun kadim halklarının ve komünistlerin kanı bulunan Topal Osman’a övgü düzmenin de sosyalist siyasetle bir bağı yoktur. Burada ifrat söz konusudur. Yanlış bir çubuk yanlış yere bükülürken kırılmıştır. Hata budur…
Ancak buradan genel sonuçlar çıkarmak, seçmeci bir anlayışla sosyal ortamlarda paylaşım ve dedikodusal paslaşımlar eşliğinde kişisel manada tatmin olmak ve başta belirtttiğim gibi, bir yayını ve siyasi çizgisini külliyen tukaka etmek için bahse konu olan lümpenleşmeden fazlaca nasiplenmek gerekir.
Söz konusu lümpenleşme solun hareket haline gelmesinin önündeki en önemli engellerden biri durumundadır.
Son söz olarak, biraz naif olacak ama, kulağımda yer etmiş olan bir anıyı hatırlatacağım. Ahmet Kaya'nın Attila İlhan'dan Mahur Beste'yi "koparmasının" hikayesini… Aslında hikayenin detaylarıyla, Attila İlhan'ın su götürmez büyük şairliği, şiirin Ahmet ve Gülten Kaya çiftinin gözlerini dolduran hikayesi ile falan ilgilenmiyorum. Bir Kürt sosyalisti Ahmet Kaya ile galiyevci ve kendi tarifiyle Türkçü bir sosyalist olan Attila İlhan'ın Beyoğlu'nda bir kafede buluşabildiği, duygu birliği içinde sohbet edebildiği, ağlaşabildiği bir entelektüel ortamın dünkü varlığı, bugün ise imkansızlığı beni düşündürüyor. Haber portalı olarak da gazete olarak da soL, Komünist Parti’nin yayın organı değil, öte yandan bu yayınlar bu anıdaki gibi bir Beyoğlu kafesi de olamazlar, olmamalılar da. Ancak böylesi temasların mümkün olduğu bir entelektüel ve siyasi atmosferin, geliştirici polemikleri de kapsayan manada sol içinde diyalog kapılarının kapanmadığı bir mücadelenin daha insani olduğu kuşku götürmez. Bu nedenle söz konusu ana kutuplaşma da onun neticesi olan lümpenleşme de mücadele edilmeyi hakediyor.
Tabii naif dediysem, naifliğin de bir sınırı var. Bu sözüm samimi bir şekilde farklı güzergahlardan bu ülkede eşit ve özgür bir düzeni tesis etmek için mücadele edenlereydi. Yoksa klavye başında ma'lumatfüruşluk vasıtasıyla istimna-i bilyet eyleyen ehbâr-ül ümmet-i medrese için ünlü şair Mark Zuckerberg'in güftesini yazdığı şarkıyı armağan etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden:
"Timeline"da "post"lar coşar Yard. Doç. Müjgan'la ben “like"laşırız :-)
Galip Munzam - soL
'Biz', Müjgan ve 'sosyal' ortamlar
Dün sosyal paylaşım ve paslaşım ortamlarında biri kıymet verdiğim diğeri pek o kadar kıymet vermediğim iki kişi soL gazetesi hakkında gazetenin ve gazetenin yayınını belirleyen çizginin, kötü yola saptığı, gazetenin bed-rah ve bed-reftâr olduğu yönünde paylaşımlarda bulundular. Bu iki kişiden kıymet verdiğim, örgütlü mücadeleye yıllarını adamış olan ağabeyimiz, benzer yolları katetmiş Şerafettin Halis'in yazısı üzerine "soL gazetesinde bile Seyit Rıza için destan yazılabiliyorsa, bu ülkede sosyalizmin tutunacak dalı kalmamış demektir!" diye iddialı bir serzenişte bulundu. Diğer yandan hangi taşı nereden alıp nereye koyduğunu pek bilemediğimiz internet fenomeni ve çeşitli kamusların kalemkeşi olan dânâ (inceltme işaretlerine dikkat edelim de bir yanlışlık olmasın) ve dahi allame-i cihan mütearef zat-ı muhterem de "'Komünist' Parti'nin yayını" diye tanıttığı gazeteyi Yavuz Alogan'ın "Andımız" yazısı üzerinden pek mâhir oldukları sarkazm san'atıyla ve bevâtir mislü tırnak işaretleri ile kahr-u helâk eyledi. Buna başka hısım, hasım ve dem-sazların "soLcular bunu da açıklasın" çağrıları eklenince konu üzerine iki söz söylemek farz oldu…
Ancak baştan söylemek lazım burada maksat bu eleştirilere yanıt vermek değil. Dilimiz döndüğünce bir durum saptaması yapmak.
Türkiye siyaseti uzunca bir süredir yoğun bir kutuplaşma sergiliyor liberalizm ve milliyetçilik arasında. Bir de buna mukabil başka bir saflaşmadan bahsetmek mümkün. İkinci saflaşmanın siyaseti belirleyen bu ana kutuplaşmada saf tutup, bu kutuplaşmadan nasiplenmek gayretinde olanlarla, bu kutuplaşmayı yarmak üzerine siyaset yapanlar arasında olduğundan pekala bahsedebiliriz.
Durum böyle olunca, saf tutanların, ana kutuplaşmayı eksen kabul etmeyenleri kelimenin iki anlamı ile çekiştirmesi gündeme geliyor. Ana kutuplaşmanın her iki cenahındakiler ya da stratejik/taktiksel nedenlerle o cenaha yakın konumlananların genel çizgiyi temsil etsin ya da etmesin yazılan çizilenlerde bir dedektif edası ile karşı cenahtan unsurlar arayıp, söz konusu yayını ve siyasi hattı bir çeşit temizlenmeye davet etmesi ve itiştirerek, çekiştirerek ana kutuplaşmada bir yere konumlandırma çabaları mevcut. Milliyetçiler liberalizm, liberaller milliyetçilik arayışında dedektifçiliğe soyunuyor. Esasen, bu kişilerin kafasında soL'u ve siyasi hattını daha önce yerleştirdikleri bir yer zaten olduğundan aradıklarını bulmaları da o kadar zor olmuyor. Mustafa Kemal'e burjuva devrimcisi deyince kimilerinin "burjuva"yı kimilerinin "devrimci"yi görmemesi, "yeni bir cumhuriyet" vurgusunda kimilerinin "yeni"ye kimilerinin "cumhuriyet"e takılıp kalmasının, “sosyalist cumhuriyet” dendiğinde kimilerinin “kemalizm neyinize yetmiyor” diye çıkışması da ötekilerin “TC” çeşitlemeleri yapmalarının nedeni bu. Bu noktada okuma-anlama kabiliyetlerinden şüphe edemeyeceğimiz insanların, bütünlükten yoksun değerlendirmeler yapmaları üzerine düşünmek gerekir elbette. Burada uzun uzadıya yazamayacak olsak da söz konusu durum, sola yansıyan bu “yarılma”nın sınıf eksenli olmamasından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, söz konusu yarılma sağlıklı bir eksende gerçekleşmediğinden bir temizlenmeyi değil bu kutuplaşmada taraf olanların birlikte çürümesine neden olmaktadır. Mesela çürümenin bir ucunda duran Ufuk Uras’ın düştüğü durum ibretliktir… Söz konusu eklektizmin, samimiyetsizliğin ve hatta lümpenleşmenin nedeni budur.
Bu noktada bizim hiç mi hatamız olmuyor?
Doğrudur, siyaset bir nevi çubuk bükme işidir. Çubuğu bükmeden, dengecilik yaparak, ne o ne bu, “yesinler birbirlerini” diyerek siyaset yapılmaz. Yapılmaz ancak Birinci Cumhuriyet’in geri gelmemecesine yıkıldığı saptamasının ardından kemalist nostaljiden ve onu tahkim eden ritüellerden medet umarak da siyaset yapılamaz. Hatta bu ikisi birbirini çeler, dışlar…
Kitlelerin mücadele kararlılıkları kadar politik ve ideolojik olarak düzenden ve kendilerini saran bu nostaljiden nasıl kopacakları, söz konusu sıçramanın hangi mekanizmalar üzerinden gerçekleşeceği üzerine kafa yorulması gereken bir dönemden geçiyoruz. Yoksa çok geniş kitleler mücadele kararlılıklarını “andımız” okumaktan çok daha gerçek biçimlerde zaten gösterdiler. Durum böyleyken siyasi alandaki mevcut kutuplaşmayı veri alan değil Haziran Direnişi gibi onu darmadağın eden, gerçek mücadelelere odaklanmak gerekir. Siyasi alandaki kutuplaşmayı veri alan, onu derinleştiren her hamlenin yeni büyük ve gerçek direniş olanaklarının ve başlıklarının altını oyduğunu bilerek…
Elinde bayrağı ile mücadeleye katılanlardan korkmamak, onları “büyük mücadele” içinde konumlandırmaya gayret etmek ile onların neylerse güzel eyleyeceğini farzetmek arasında bir açı vardır. O açı da Haziran Direnişi ile 2007 Cumhuriyet Mitingleri arasındaki kadardır. Liberal tahakkümün dayattığı gibi politik doğruculuk gayretiyle etliye sütlüye dokunmadan siyaset yapılamayacağını söylemek sık sık altı çizilmesi gereken bir doğrudur. Ama açıktır ki işbirlikçi ve gerici Şeyh Said’e karşı elinde Anadolu’nun kadim halklarının ve komünistlerin kanı bulunan Topal Osman’a övgü düzmenin de sosyalist siyasetle bir bağı yoktur. Burada ifrat söz konusudur. Yanlış bir çubuk yanlış yere bükülürken kırılmıştır. Hata budur…
Ancak buradan genel sonuçlar çıkarmak, seçmeci bir anlayışla sosyal ortamlarda paylaşım ve dedikodusal paslaşımlar eşliğinde kişisel manada tatmin olmak ve başta belirtttiğim gibi, bir yayını ve siyasi çizgisini külliyen tukaka etmek için bahse konu olan lümpenleşmeden fazlaca nasiplenmek gerekir.
Söz konusu lümpenleşme solun hareket haline gelmesinin önündeki en önemli engellerden biri durumundadır.
Son söz olarak, biraz naif olacak ama, kulağımda yer etmiş olan bir anıyı hatırlatacağım. Ahmet Kaya'nın Attila İlhan'dan Mahur Beste'yi "koparmasının" hikayesini… Aslında hikayenin detaylarıyla, Attila İlhan'ın su götürmez büyük şairliği, şiirin Ahmet ve Gülten Kaya çiftinin gözlerini dolduran hikayesi ile falan ilgilenmiyorum. Bir Kürt sosyalisti Ahmet Kaya ile galiyevci ve kendi tarifiyle Türkçü bir sosyalist olan Attila İlhan'ın Beyoğlu'nda bir kafede buluşabildiği, duygu birliği içinde sohbet edebildiği, ağlaşabildiği bir entelektüel ortamın dünkü varlığı, bugün ise imkansızlığı beni düşündürüyor. Haber portalı olarak da gazete olarak da soL, Komünist Parti’nin yayın organı değil, öte yandan bu yayınlar bu anıdaki gibi bir Beyoğlu kafesi de olamazlar, olmamalılar da. Ancak böylesi temasların mümkün olduğu bir entelektüel ve siyasi atmosferin, geliştirici polemikleri de kapsayan manada sol içinde diyalog kapılarının kapanmadığı bir mücadelenin daha insani olduğu kuşku götürmez. Bu nedenle söz konusu ana kutuplaşma da onun neticesi olan lümpenleşme de mücadele edilmeyi hakediyor.
Tabii naif dediysem, naifliğin de bir sınırı var. Bu sözüm samimi bir şekilde farklı güzergahlardan bu ülkede eşit ve özgür bir düzeni tesis etmek için mücadele edenlereydi. Yoksa klavye başında ma'lumatfüruşluk vasıtasıyla istimna-i bilyet eyleyen ehbâr-ül ümmet-i medrese için ünlü şair Mark Zuckerberg'in güftesini yazdığı şarkıyı armağan etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden:
"Timeline"da "post"lar coşar Yard. Doç. Müjgan'la ben “like"laşırız :-)