Ege Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Melek Göregenli ile KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Bese Hozat’ın “Milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel devlettir” sözleri üstüne toplumdaki “öteki” algısı ve ayrımcılık üstüne konuştuk.
Yaralı olmanın başkasının yarasını görmeyi maalesef sağlamadığını ifade eden Prof. Göregenli, KCK’den yapılan açıklamayı ayıpladığını ama bunu Kürtlerin siyasal hareketine genellemediğini belirtiyor ve ekliyor:
“Bu coğrafyada hepimiz galiba kendi yaralarımızın acısını hafifletebilmek için başkasını yaralamayı öğretilerek büyütülüyoruz, kolektif sosyalizasyonumuz bu, yani fabrika ayarlarımız bozuk adeta.”

Ders kitaplarından sokak sohbetlerine, günlük siyasete hep bir “mihrak” tanımlaması ve bunun üzerinden kendini tanımlama durumu ile karşı karşıya kalıyoruz. Genel olarak “mihrak” tanımlamasının gayrimüslim azınlık üzerinden şekillenmesi de dikkat çekici. Bu “ötekileştirme”yi nasıl değerlendirebiliriz?
İçinde yaşadığımız sistem, yani kapitalist sistem sadece maddi kaynakların eşitsiz dağılımı, yani emek sömürüsüne dayanmaz. Aynı zamanda, sınıfsal hiyerarşinin yarattığı -ona eşlik eden-  pek çok başka eşitsizlik ve adaletsizliği doğuran kimlikler, cinsiyetler, dinler, mezhepler, cinsel yönelimler vb. pek çok başka hiyerarşi de yaratır. Bütün bu hiyerarşik toplum yapısı günlük hayatlarımızda her düzeyde, hepimizin, bazen farkına bile varmadığımız ama maruz kaldığımız adaletsizlikler ve hak gaspıyla dolu bir hayat sunar bize ve bu hayatla barışmamız, bütün bu adaletsizliği "normal" karşılamamız gerekir ki, her şey hep olduğu gibi devam etsin, "ayaklar ayak başlar baş olarak" kalabilsin.
İnsanlar, bu hayatın adaletsiz olduğunu bilmiyor değiller, sistemin kurulumu ve sürdürülmesi açısından hayati olan, bu adaletsizliğin "neye" ya da "kime-kimlere" atfedileceğidir. İktidarlar, devlet, egemenliğini sürekli açık şiddet kullanarak sürdüremez; sistemin meşrulaştırılmasının, hegemonyanın sürdürülmesinin en etkili araçlarından biri, bütün bu kötülüklerin kaynağı günah keçileri yaratmaktır. Onlar olmasa, hayatımızın gül gibi olacağına inandırıldığımız içerde ve dışarıda ama işbirliği halinde, bazen "dış mihrak", bazen "içimizdeki İrlandalılar", eğer iş iyice çığırından çıkmışsa "derin devlet", baya bir süre bir arada yürünmüşse yol arkadaşı değil de korkulacak kadar güçlü olduklarını inandırıcı hale getirmek ve işine geldiği sürece hiç rahatsız olmadığı hukuksuzluğu şimdi kendilerine uygulayabilmek için "paralel devlet"…
Bu verdiğim az sayıda örnek arızi, dönemsel olanlar ve devletin hepimizin bildiği farklı formları ama bu coğrafyanın kadim günah keçileri, Ermeniler, Yahudiler, gayri müslimler’dir, coğrafyamızın en "yerli" olanları, hala kaçıramadıklarımız. Belki de "biz" hissiyatımızın en önemli harcının dini ortaklık olmasından, belki de iktidarlar açısından elden kaçırılırsa bütün iktidar yalanlarının, sırlarının bir bir ortaya dökülmesine yol açacak en büyük yalanın dini inançlar üzerinden söyleniyor olmasından; ezilenlerin en büyük ortaklığının dini inançları olmasından, kaybedecekleri ondan başka pek de bir şey kalmamış olmasından.
İktidarın bir atışta bütün kuşları vurabildiği, vuramasa da korkutarak yaralayabildiği, kolayca sindirebildiği ve kendisine yönelebilecek isyanı, şiddeti ezilenlerin birbirlerine ve en çok da bu kadim içteki ve dıştaki düşmanlara yöneltebildiği en etkili silahlarından biri bu. Bu memleketin en inanılmaz ama gerçeklerinden biridir mesela en büyük fobimizin "islamofobi" olması. Hem yüzde 99'unun müslüman olduğu zırt fırt söylenen, en büyük hikmeti müslümanlığı olan bir iktidarı olan hem muhafazakarlığın farklı formlarıyla yönetilmiş bir ülkede, iktidarın dilinden düşürmediği en çok sözü edilen nefret suçunun "islamofobi" olması gerçek bir mucizedir.

Başbakan Erdoğan da “Afedersiniz Rum” tabirini kullanmıştı. Tüm etnik dinsel kesimlerle barış içinde olacağını beyan eden, hatta “komşularla sıfır sorun” politikası geliştirmeyi kendisine hedef edinmiş bir iktidarın azınlık politikalarını ve bu çerçevede geliştirdiği söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğrusu iktidarın neyi hedef edindiğini yaşayarak öğrendik, her gün yeniden öğreniyoruz. Muhafazakar bir iktidarın, bir toplumu oluşturan farklı grupların kısmen de olsa eşit, adil ve barış içinde yaşayabilecekleri demokratik bir hayat için çabalayacağını düşünmek, insanlığın yarattığı entelektüel tarihten hiç haberdar olmamaktan kaynaklanmıyorsa en iyi ihtimalle saflık düzeyinde iyimserlikle açıklanabilir.
Başbakan ve partisi kendisini "muhafazakar-demokrat" olarak tanımlıyor; teorik olarak söylemiyorum, yıllardır yaptığım araştırmalarda, AKP'ye oy verenlerin kendilerini hiç muhafazakar-demokrat olarak tanımladıklarına tanık olmadım, olsa da bu oran çok azdır. Muhafazakarlığın, bizim coğrafyamıza özgü "demokrat" bir formu olduğuna maalesef pek çok inanan oldu, (kendilerine sol liberal diyen pek çok insan da). Oysa, muhafazakarlık hele neo-liberal -ki başka neyle birleşecek zaten- ekonomi politikalarla birleştiğinde iki temel şeye hizmet eder her yerde böyle: aile, din, otoriterlik vb. değerlerle beslenen sistemin meşrulaştırılmasına ve adaletsizlik ve eşitsizliklerin aynen devam etmesine, herkes için.
Aile, cinsiyet ve beden politikaları, din, militarizm, güvenlik politikaları konusunda iktidarın hangi icraatı niteliksel bir değişme yaratmaya yöneliktir? Kürt sorunu konusunda atılan adımlar bile devletin temel politikalarını -tek'le başlayıp devam eden nitelemeler- "muhafaza etmeye" azami özen gösterilen adımlardır ki bu konuda devlet politikalarının ne kadarının Kürt halkının siyasal mücadelesi sonucunda "kazanılmış" olduğu, ne kadarının iktidarın "demokratlığından" kaynaklandığı da bence açıktır. Yani, iktidar beni hiç şaşırtmadı, muhafazakar, otoriter, sıkıştıkça faşizan politikalarla, kimi gerekirse onu dışlayarak, zaten dışlanmışları da iyice gayrimeşrulaştırmaya çalışarak hayatını normal araçlarıyla sürdürüyor.

Öte yandan AKP iktidarının “tek millet, tek devlet, tek bayrak” söylemi başbakan tarafından sıklıkla dillendiriliyor. Buna karşın Kürt siyasal hareketi bir yandan çok dilli belediyecilik gibi açılımlar sağlarken, diğer etnik-dini yapılar için de mücadele alanı açıyor. Bu bağlamda KCK yönetiminden “İsrail lobisi, milliyetçi Rum ve Ermeni lobileri paralel devlettir” denilen bir açıklama yapılmasını nasıl okunmalıyız? Siyasi hesaplar mı, yoksa “Cumhuriyeti beraber kurduk” algısı mı ortaya çıkıyor? Yoksa “ortak din” noktası mı ağır basıyor?
Ne yazık ki, yaralı olmak, başkalarının yarasını görmeyi, o yarayla canın acımasını otomatik olarak sağlamıyor; bir gün böyle olabilirse dünya kurtulacak zaten. Ben KCK açıklamasını Kürtlerin siyasal hareketine genellemiyorum, bunu yapanları ayırarak ayıplıyorum. Bu coğrafyada hepimiz galiba kendi yaralarımızın acısını hafifletebilmek için başkasını yaralamayı öğretilerek büyütülüyoruz, kolektif sosyalizasyonumuz bu, yani fabrika ayarlarımız bozuk adeta.
Kolektif kimlik hakları için bunca acı çekmiş, mücadele etmiş bir siyasal hareketin bir sözcüsü, nasıl başka kolektif kimlikleri gayrı meşrulaştırmaya yönelik böyle bir açıklama yapar bilmiyorum. Bu yaklaşımlar, sadece hedef aldığı gruplara yönelik bu toplumdaki gerek günlük hayatta gerekse iktidarlar eliyle gerçekleştirilen şiddeti, ayrımcılığı meşrulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda hepimizi siyasal olarak hareketsizleştiriyor. Eğer bütün kötülükler bu hiç tam olarak tanımlayamadığımız, bir takım lobiler, içerde ve dışarıda şeytani mihraklar tarafından yapılıyorsa, biz hepimiz daha iyi bir hayat için neyle mücadele edeceğiz?
İktidarların istediği tam da bu değil mi? Hep mağdurlar, hep elleri bağlı, hep bizi başka kötülere karşı korumak için çabalayan, içerde ve dışarıda düşmanlarla çevrili, seri komplo kurbanı "yalnız kurt"! Bence artık bu "Çanakkale'de beraber savaştık" ve "kız alıp verdik" "en kurucu biziz" ortaklığından da vazgeçmek lazım.
Erkeklerimizin bütün marifeti bu ve bütün bu meseleler erkekler arasında; savaşıyorlar ve kız alıp veriyorlar, belki de bu yüzden bir türlü barışamıyorlar. Mesela şöyle baksak, "yeni yılın ilk altı ayında net 846 lira" asgari ücretle ayın sonunu getirmeye çalışırken kadınlı erkekli, Kürt, Ermeni, Türk nasıl paralanıyoruz? Alevi, sünni, müslim, gayrimüslim hala madenlerde, tersanelerde, işten dönerken servis araçlarında boğularak nasıl neden ölüyoruz biz? Kime gönlümüz kayarsa kaysın, kendi cinsimize ya da karşı cinse ilgi duyalım neden hep beraber taciz ediliyoruz, öldürülüyoruz, bedenlerimiz neden herkesin ortak malı? Neden bir tek ortak "bayram"ımız yok bizim bu coğrafyada, sokaklara dökülüp, orada olmasını yadırgayacağımız bir tek kişinin olmadığı, doyasıya eğlenerek ortaklaştığımız ve kimin nasıl eğlendiği konusunda birbirimize ayar vermediğimiz bir tek toplumsal mutlu günümüz yok?

Sisteme karşı siyaset geliştirirken sistemin argümanlarının kullanıldığını düşünüyor musunuz? Nefret söylemi veya ayrımcı politikalarla 2014 itibariyle nasıl siyaset yapılabilir?
Düşünüyorum evet. İktidarın argümanları böyle meşru hale geliyor ve yayılabiliyor zaten, her konuda böyle. Yukarıda söylediğim gibi, sistemin yarattığı ve herkesin payına düşen farklı farklı adaletsizliklerin temel dinamiğinin benzer olduğunu görebilmemiz gerek. Nefret suçu, bazen sanıldığı ve medyada sık sık yanlış olarak dile getirildiği gibi, birisine yönelik olumsuz, nefrete dayalı ifadeler kullanmak değildir, kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, hatta nefret de edilebilir, hatta cinsiyetçi olmayan yeni küfürler icat edebilsek ne güzel olurdu, bazen gerekiyor.
Nefret söylemi, bir kişiyi ait olduğu ya da ait olduğu varsayılan grup aidiyeti nedeniyle aşağılamak, acı vermek hatta bazen yok saymaktır, bir duygu değil, ideolojidir; suçun nerede başladığı ise çok tartışmalı ama bence her nefret söylemi kötüdür, adaletsizdir en azından, çünkü hedef aldığı gruba yönelik, söylemi geliştiren tarafından olmasa da her türlü olumsuz eylemi meşrulaştırır.
Birileri yukarıda birileri aşağıdadır, bunun hep öyle olabilmesini sağlar nefret söylemi. Nefret söylemine karşı olmak ve bundan arınmaya çalışmak, o gruplarla ve yaşadıklarıyla empati yapmakla falan da olmaz. Çok basit olarak bu bir hak meselesidir ve bir toplumun nasıl yaşamak istediğiyle ilgili açık ve net bir politik tercihtir. Kendi aidiyetlerinize hakkınız olduğu ve bunun meşru bir hak olduğu yönündeki inancınızın herkese genellenebilmesiyle ilgili bir politik sorumluluktur.
Yukarıda söz ettiğim, özellikle orta, orta-üst sınıflar açısından -ki politik alan genellikle bu sınıflar tarafından belirlenir- , bütün bir politik sosyalizasyon, demokratlık açısından adeta bir imalat hatası kadar derin yanlışlar barındırır; hepimizin öncelikle kendimizle, dilimizle ve eylemimizle uğraşmamız gerekiyor, bence yeni bir hayatın siyasetinden önce umudu için bile ilk adım bu. (BİA)
Daha yeni Daha eski