HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

Ayaklanma sosyalist bir sanattır Rabia, Ukrayna, Venezuela, Rojava

Ayaklanma her şeyden önce “sosyalist” bir halk sanatıdır, ama bazen halka karşı yahut egemenler arası mücadelenin aracı olarak kullanıla...

Ayaklanma her şeyden önce “sosyalist” bir halk sanatıdır, ama bazen halka karşı yahut egemenler arası mücadelenin aracı olarak kullanılabilirler. Biz her üç ayaklanma tipinde de ayaklanan halka karşı “özenli” davranmalıyız. Ayaklanmaya karşı çıkarken bile. Uzaklardaki Rabia, Ukrayna, Venezuela ve yanıbaşımızdaki Rojava bize bunu söylüyor. Bu dört benzemez hareketin ışığında bir “ayaklanma tutumu” önerisi.

Tarih gençlik günlerini hatırlıyor. Halklar okyanusu, yeryüzünü bir kalkışmalar dalgasıyla çalkalıyor.
Wall Street’ten Madrid’e; Londra’dan Gdeim İzik’e (Tuareg’i okudunuz mu, okuyunuz); oradan tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya; Gezi’de temiz bir bahar nefesi alıp Ukrayna kışında ciğerini kirletmeye; Venezuela’da çamurlaşmaya; Rojava’da halkça iktidarlaşmaya…
Şu sıralar yerinde olarak ve sık sık hatırlatıldığımız üzere, bütün ayaklanmaları bir tutmamalı. Her silah bir gün onu yaratana çevrilebilir.
Üç tür ayaklanmadan bahsedebiliriz:
  1. Halk ayaklanmaları (kendi çıkarları için ayağa kalkan halk ayaklanma sanatının yaratıcısıdır ve ayaklanmaların çoğu bu kategoriye girer.)
  2. Gerici ayaklanmalar (gerici güçlerin ayaklanması ve/veya ilerici iktidarlara karşı ayaklanmalar.)
  3. Araçsallaştırılan ayaklanmalar (egemenler arası iktidar kavgasının aracı olarak kullanılanlar.)
Ayaklanma silahı zaman zaman halk karşı çevrilebilir, ama ayaklanma yalnızca bir silah değil, aynı zamanda bir sanattır. Hem de sosyalist bir sanat.

1. Halk ayaklanmaları: Ayaklanan kimdir?

Ayaklanan halktır. Hemen her zaman…
Bunun nedeni basit. İktidarda olanın ayaklanmaya ihtiyacı yoktur ve halk, insanlığın bu yaşına dek, nadiren iktidara geçmiştir.
Böyle olunca, iktidarın çizmesi, botu, kothurnosu, mesti ya da konversi altında ezilen sosyal sınıf ve tabakalar, daha iyi bir hayat için “yalınayak ve yalın kılıç”, ayağa kalktılar.
Mübalağa cenk olundu”, çoğunda yenik düşüldü.
Ama Miletos’un bugün turist kafilelerinin dolaştığı sokaklarında canlı meşaleler halinde yanan kölelerinden Spartaküs’ün gladyatörlerine; Bedreddin yiğitlerinden Paris komünarlarına; bir Mart günü her şeyini var ettikleri fabrikada ateşe verilen kadın işçilerden Rosa’sını dikenlere kurban eden Berlin ayaklanmacılarına isyan silahı en çok halkın ellerinde oldu.
Bu yüzden egemenler, ayaklanmaisyan ve devrim sözcüklerini bile ağızlarına almak istemeyip yalnızca eşkıyalıkçapulculuksergerdelik’ten bahsetmeyi tercih etti ve ediyorlar.
Ayaklanmalar tarihi bize ayaklanmanın komünal bir deneyim olduğunu gösteriyor. Aşağıda ele alacağımız gerici formlar bile en azından ayaklanma süresince komünal bir söylem ve işleyiş benimsemek zorunda kalır.
Bütün ayaklanmalar ilk soluklandıkları anda bazı halk örgütlenmesi formları üretir. 1789 devriminin öncesindeki ilk hareketlenmelerle birlikte section (“seksiyon”) denilen mahalle örgütleri ortaya çıktı. Sovyet devrimi halk şûraları olan sovyet’ler üzerinde yükseldi. Gezi’de bazen (hatalı olarak) “forum” dediğimiz meclisler tesadüf değildi.
Birçok örnekte bu gibi örgütlediler devrimi örgütlediler ve iktidarın ilk organları oldular. Yani halk örgütlenmeleri isyanın çocuğu, devrimin annesi, devrimci iktidarın kardeşidir ve halk örgütlenmeleri eşitlik temelinde ortaya çıkan komünitaryen formlardır.
Bu özünde sosyalist olan formlar yalnızca ilerici halk ayaklanmalarınca benimsenmedi; mesela bileşimi oldukça şüpheli Ukrayna kalkışmasında bile yapılan ilk işlerden biri Halk Rada’sı (meclisi) ilan etmek oldu.
Ayaklanmanın, sosyalizm karşıtı güçlerce bile benimsenmek zorunda kalınan sosyalizan nitelikleri, bize ayaklanma ile halk sosyalizmi arasında köklü bir ilişki olduğunu gösteriyor. Halk her zaman “sosyalist”tir, çünkü insan “özünde” başka bir insan tarafından araçsallaştırılmak (sömürülmek, ezilmek, yönetilmek) istemez. Bunu ister gibi göründüğü haller “özünde” yabancılaşma olgusunun ürünüdür (bu kadar tırnağı, bu kavramları teknik terimler olarak kullanmadığımı göstermek için kullanıyorum). Öyleyse biz, ayaklanmaların bize karşı olanlarına bile belli bir (s)empatiyle bakmak zorundayız.

2. Gerici ayaklanmalar: Bize de mi ayaklanma?

Dünya isyanlarının zengin tarihinde gerici saiklere sahip en çok bir avuç olay vardır. Ve bunlara gerici dememizin sebebi
  • ya karşılarındaki iktidar gücünün şu ya da bu tarihsel konjonktürden dolayı, genellikle geçici olarak ilerici bir rol oynaması
  • ya da haklı taleplerle açığa çıkmış olmalarına rağmen gerici söylemin hegemonyası (bu söylem sıklıkla dinseldir) altında olmalarıdır.
Dedik ki, dünya tarihi boyunca halk (yani verili bir konjonktürde sömürücü sınıflar iktidar bloğu dışında kalan sınıf ve tabakalar) nadiren iktidara geçmiştir.
Ama bazen geçmiştir ve bunlara karşı bazı kalkışmalar olmuştur.
Bu kalkışmalar dar grupların darbe girişimleri olarak kalmayıp gerçekten de “halk ayaklanması” diyebileceğimiz bir boyuta ulaştıysa bunlardan “dış güçlerin komplosu” olarak bahsetmek anlamsızlaşır. Böyle komplolar vardır ve hep olacaktır. Ama onların başarıya ulaşabilmesi için iki ön koşul vardır:
  • Gerçek bir halk memnuniyetsizliği
  • Zayıf bir devrimci örgütlenme
Bunların her ikisi de iktidardaki devrimci gücün başarısızlığının ürünüdür.
Sosyalist politikalar sosyal ve ekonomik alanda başarısız olmuş; devrimci örgütlenme iki açıdan halklaşamamıştır:
  • Parti (öncü örgüt) halkın kılcal damarlarına dek yayılmamıştır.
  • Halkın öz-örgütlenmeleri (“Sovyet”ler, konseyler, meclisler, halk komiteleri) işlerlik ve yaygınlık kazanamamıştır.
Bu, iktidardaki gücün yozlaşmakta ya da çoktan yozlaşmış olduğundan başka bir anlama gelmez.
Bu, bu ayaklanmaların ilerici olduğu, desteklenmesi olduğu anlamına da gelmez. İğneyi bu tür gerici kalkışmaların balonuna, çuvaldızı kendimize batırmamız gerektiği anlamına gelir.

3. Araçsallaştırılan ayaklanmalar: Yesinler mi birbirlerini?

Bir de üçüncü bir durum vardır. Kendisi de gerici bir iktidara karşı gerici nitelikler gösteren ayaklanmalar. Bunlar egemenler arası iktidar kavgası içinde araçsallaşırlar. Görünüşe göre bu kavganın bir yanında saf tutmak için bir nedenimiz yoktur.
Ancak yukarıda “ayaklanmaların bize karşı olanlarına bile belli bir (s)empatiyle bakmak zorundayız” dedik. Yani, bunlarla bir duygudaşlık kurmak zorunda değiliz, ama onların ne anlama geldiğini, bize ne söylediğini anlamak ve bunu yaparken de kolaycı davranmamak zorundayız.
Çünkü, dediğimi tekrarlatmayın bana, ayaklanma ediminin kendisi sosyalizan, komünitaryen bir eylemdir. Halkın ona neden katıldığını anlamak zorundayız.
Ve her şeyden önemlisi, gerici bir iktidarın içinde gericileri de barındırsa, taleplerinde ileri bir yan olmasa da, hatta dahili ve harici bedbahların manipülasyonlarına tabi de olsa bir halkı vahşi yöntemlerle bastırmasına karşı durmak zorundayız.
Aşağıda yakın dönemdeki dört benzemez örnek üzerinden halk hareketlerine karşı bakışımıza sızan şüpheciilgisiz ve bazen düşmanca tutumların sorunlu olduğu hallere (zira her zaman sorunlu değildir bu tutumlar) bakmak istiyorum.

Adeviyye, Ukrayna, Venezuela, Rojava

Adeviyye/Rabia: Halk ezilemez

Mısır’da bir halk hareketine “ambulansın arkasına takılan taksi” misali dahil olan ve Mübarek’i deviren ordu, bir başka halk hareketi üzerine, asıl efendisi ABD’den işareti alınca müdahale etti, şeriatçı faşist Mursi’yi de devirdi.
“Her yer burası” sloganlarıyla yüzlerinde gaz maskesi, tişörtlerinde kan, ellerinde zafer işareti, kollarında kan grupları yazılı direnişçiler gerici bir lideri, gerici bir orduya karşı savunmak üzere sokaklara çıktıklarında buradan “Her yer Taksim, Adeviyye dahil!” denmişti.
Kimi zaman liberal reflekslerle sahiplenilen bu sloganın asıl meselesi elbette yalnızca “demokratik protesto hakkı”nı savunmak falan değildi. Gerici bir iktidarın bir halk kitlesini ezmesine karşı çıkmaktı.
Yanlış taleplerle orada olabilirler. ABD’nin pohpohladığı bir darbeyle iktidara gelip, halkın özgürlüklerine faşistçe müdahale hevesleri yine halk hareketiyle kursaklarında bırakılınca, yine ABD’nin pışpışladığı bir başka darbeyle iktidardan indirilmiş bir hareketin sempatizanları olabilirler. Kimse silahsız (en azından ordularla kıyaslandığı zaman makul silahlara sahip olmayan) halkı kurşunlayamaz. Kurşunlarlarsa Che Küba’da yattığı şanlı mezardan kalkıp bir sır fısıldar: “Dünyanın öbür ucunda bir insanın suratında patlayan haksız tokadı hissetmeyen sosyalist olamaz.” (bahsi geçen yazı)
Sümeyye’nin trolleri, sağa sola “R4bia” yazıyorlar diye katliamlara ilgisiz davranacak değiliz.

Ukrayna: Halk yalnız bırakılamaz

Benzer bir ilgisizlik zaman zaman Ukrayna’daki direniş için öneriliyor.
Daha başından itibaren “AB yanlılığı” gibi liberal bir güdüyle harekete geçtiler. Sosyalist halk sanatı ayaklanmanın en büyük ustası Lenin’in heykelini sokakta sürüklediler. Aralarına hızla Nazi özentisi faşist çeteler karıştı, “Komünistleri asın” sloganlarıyla sağa sola ateş açıyorlar.
Kısa sürede yanlış olduğu anlaşılan bir “teyitsiz bilgi”ye dayanarak “Ukrayna’da direniş kazandı” demiştim, ama ben oradaki sorunun hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum: “Ya halk?
Halkın milyonlarla sokağa döküldüğü bir yerde her şey olabilir: onu manipüle etmeye çalışan “dış mihraklar”; bu güçlerin doğrudan piyonu olan ve belki de direnişin örgütleyici güçleri arasına girmiş olan “iç mihraklar”; kendilerine yontmak isteyen çeşitli faşist gruplar vs. Ama bir tek şeyin varlığından şüphe edilemez: Halkın iktidara karşı haklı bir memnuniyetsizliği.
Bu, sosyalist iktidarlar için de böyledir. Bir gün bir sosyalist ülkede milyonlar bize karşı sokağa çıkmışsa, kendimizden ve politikalarımızdan şüphe etmeliyiz.
Kapitalist bir devlet iktidardaysa bu zaten verilidir. Halkın o devlete öfke duymak için her zaman haklı ve yeterli sebebi vardır.
Anti-komünizm buralarda fena halde revaçta. AB onlara ucuz işçilikten başka bir gelecek vermediği halde, kurtuluşu orada sanıyorlar. Yine de öfkeleri, hepsi bunu bilmese bile, kapitalizme karşı. (bahsi geçen yazı)
Bazı sosyalist gruplar “Sıradan halk oligarşik savaşlarda ölmemelidir” sloganıyla (kaynak, İngilizce) eylemlerden çekildi. Ancak Birgün’ün (örneğin sıkça paylaşılan şu yazıda ve şurada) iddia ettiği gibi bu başından sonuna bir faşist eylem değil.
Ukrayna meydanlarında bir hegemonya mücadelesi sürüyor.
“Naziler”, “Stalinistler”in çadırlarına saldırıyorsa; anarşistler öz-savunma grupları oluşturmaya çalışıyorsa(*); bazı sosyalistler eylemden “çekiliyor”sa bu onların zaten eylemde oldukları anlamına gelir. Bunu anlamak için siyasi bilgiye gerek yok, dilbilgisi yeter.
Batı haber ajanslarıyla birlikte yalnızca Ukrayna’daki faşist grupları öne çıkaran solcu arkadaşlar ne öneriyor? Yoldaşlarımızı ve Ukrayna halkını faşist çetelerin ve faşist devletlerinin insafına mı bırakalım?

Venezuela: Halk iktidarı yalnız değildir

Rabia ve Kiev örneklerinden farklı olarak Venezuela, halktan yana bir iktidara karşı bir gerici kalkışma yaşıyor. Bunu daha önce de yaşadı. Chavez öldükten sonra ülkeyi emperyalizmin ve kapitalist sömürünün dişlerine sunmak isteyenler bir kez daha kıpırdanıyor.
Maduro iktidarı, halka karşı silah ve işkence gibi yöntemleri kullanmayı reddediyor.  İktidar, “halka saygı”yı vurguluyor. Onların gericileri bizim başbakan gibi, işkenceyi belgeleyeceklerini söylediler, ama bir haftadır sesleri sedaları çıkmıyor (kaynak: BBC, İspanyolca). Çözüm olarak arşivlerden Chavez’i destekleyen halka silah çeken faşistlerin görüntülerini çıkarıp bugünmüş gibi pazarlamayı buldular, bu da kısa sürede teşhir oldu.
Haksız taleplerle ve manipülasyonlarla bile sokağa çıkan halksa, ona karşı çıplak baskıdan çok ikna yöntemleri denenmelidir. Öte yandan Bolivarcı komitelerin silah taşıdığına dair bilgiler var. Şili’yi yaşamış bir Latin Amerika’da elbette karşı-devrim olasılığına karşı eli kolu bağlı beklenmemelidir. 2002’yi yaşamış bir Venezuela’da sokaklara çıkmış karşı-devrim desteklenemez.
Ancak Venezuela iktidarının bir türlü gerçekleştirmediği sosyalist dönüşüm sorununu; halkın öz-örgütlenmelerinin mevcut olmasına rağmen halk iktidarının asıl araçları olmaması sorununu (yani yukarıda Gerici Ayaklanmalar başlığında değindiğimiz halkın memnuniyetsizliği ve devrimci örgütlenmenin parti ve meclisler olarak zayıflığı sorunlarını) aklımızda tutmalı, çuvaldızı elden düşürmemeliyiz.

Rojava: Yalnız (bırakılan) ama güzel(lenen) ülke

Beş parçaya bölünmüş Kürdistan’ın üç parçaya bölünmüş batısında, güneşin (roj) sulara (av) gömülerek battığı yerde, Rojava’da, Kawa’nın çekiç işgal edilmiş tarlalardaki orak oldu.
19 Temmuz 2012’de Halk Savunma Birlikleri (YPG) bugün “kanton” ilan edilen Kobanê bölgesinde halkın devlet tarafından gasp edilen tahıllara ek koymasıyla sıklıkla “Rojava Devrimi” olarak adlandırılan özyönetim süreci başladı.
Bugün Rojava hakkında ne kadar çok güzelleme varsa o kadar az bilgi var. Rojava yönetiminin üst düzey görevlilerini birden fazla toplantıda dinledim. En çok vurguladıkları şey, Barzani yönetiminin de sık sık katmerlendirdiği bir ambargo. Zorlukla ayakta kalmaya çalışan bu girişime bizim buradan en çok sunulan destek biçimi ise alkış.
Kürt Yurtsever Hareketi, AKP’yi “çözüm” için halen baş adres olarak gördüğünden, Rojava halkının (AKP’nin de baş aktörlerinden olduğu bir güçbirliği tarafından) kuşatılmasına etkin bir muhalefet yürütemiyor ya da yürütmüyor. HDP yörüngesindeki Türkiye Sosyalistleri de (Serekanîye’de savaşarak şehit düşen MLKP gerillası Serkan Tosun başta) kimi tekil örnekler hariç, Rojava politikalarına militan bir güzellemeden öteye pek geçirmiyor.
Öyle ki “devrim” denilen bir sürecin devirdiğinin yerine nasıl bir sosyoekonomik yapı kurduğunu da pek bilmiyoruz. Bilgilerimiz daha çok kadınların etkin rolü, okul müfredatları gibi kültürel; yahut El Kaide’yle çatışmalar, bölgenin yalıtık üç alt bölgeye ayrılması gibi askeri alanlarda yoğunlaşıyor.
“Özerk” bir yönetim olarak halen “bağlı” olduğu merkezi iktidarla ilişkisinin politik devrimsel niteliğinin en fazla yerel kalması bu kavramların doğası gereği. Sosyal devrim olaraksa Suriye’deki merkezi iktidarın zayıf niteliğinden dolayı daha fazla adım atılabilir ya da atılmış olabilir. Rojava’nın ne denli “özgürlüğün coğrafyası” olacağını bu adımlar belirler.
Ama her halükarda bir halk kendi kaderini eline alarak harekete geçmişse, sosyalistlerin ilk yapmaları gereken şey bu halkın yanında olmaktır. Bir bölüğümüzün bunu, en azından söylem düzeyinde yaptığını söyleyebiliriz. Bir bölüğümüzse, ilk grubun coşkusunun yarattığı alerjiden midir nedir, bu konuda daha tutuk. Bu tutukluktaki etkin nedenlerden biri de Suriye’ye yönelik emperyalist müdahale ve Rojava’nın bu müdahalenin esas hedefi olan Esad’la çetrefilli bir çelişki içinde olması.
Suriye’deki emperyalist müdahaleye karşı çıkarak Rojava’yı desteklemek mümkündür.
2013 Karaburun Bilim Kongresi’nde Sebahat Tuncel, “Suriye’ye emperyalist bir askeri müdahale olursa, Rojava halkının, gerekirse Esat’la birlikte, bu müdahaleye karşı savaşacağını” söyledi. Emperyalizmle ilişkisinde sıkça sendeleyen Yurtsever Hareket böyle doğru bir tutum benimserken (Sebahat’in tutumunun temsil edici bir örnek olduğunu varsayıyorum) sosyalistler Rojava’yı anmakta, tartışmakta, desteklemekte tereddüt etmemelidir.

Sonuç yerine

Ayaklanma sosyalist bir halk sanatıysa, ayaklanan halka dünyanın her yerinde özenli davranmalıyız. Ayaklanmaya karşı çıkarken bile…


Bir Not: Sosyalist kafa nasıl çalışır?

Sosyalistlerin HDP’de Ne İşi Var? diye sorduğumuzdan bu yana Sosyalistler ve HDP konulu bir tartışma hem bu sayfalarda hem de birçok sol mecrada oldukça canlı bir biçimde yürüyor. Sanırım bir doyma noktasına ulaşan bu tartışmaya yapılan girdilerin (şurada özetliyorum) ışığında, soruyu ilk soran olarak bir yazı yazacağım.
Ancak, üstüne, şu okuduğunuz yazıdaki “sosyalistler şöyle davranmalıdır”, “yok böyle davranmamalıdır” türü öneriler de düşünülecek olursa, birilerinin “Sosyalistler ne yapacağını sana mı soracak?” demesi gayet mümkündür (ve aslında diyorlar). Bu soru şu tür bir soruyla genişletilebilir: “Biz 5 bin deniz mili uzaklıktaki Venezuela’da; 1500 km uzaktaki Ukrayna’da; araya orduların set çektiği Rojava’da şu tutumu alsak ne olur almasak ne olur?
Sosyalistler yalnızca ekonomide değil kültürde de “demokratik”tir, her bireyin sözü değerlidir ve her birey dünyanın erişebileceği her köşesi, her ayrıntısı, her meselesi için düşünce ve “laf” yetiştirmekle yükümlüdür. Doğru tutumlar yalnızca dünyayı daha doğru anlamamızı sağlamakla kalmaz,tavırlara dönüştükleri zaman hem bugüne hem tarihe bazı etkilerde bulunabilirler. Biz, burjuvalardan farklı olarak fikirlere, içeriklerine göre davranırız, onları dile getiren kişilerin “özgül ağırlık”larına göre değil.
Benim böyle bir ağırlığım yok, bu yüzden aklında yukarıdaki türden sorular olabilecek arkadaşlara naçizane tavsiyem şu olacaktır: Bir fikir duyduğunuzda ilgilenmiyorsanız dinlemeyin, yanlış buluyorsanız karşı çıkın, ama fikirlerin varlığından, dile gelişinden rahatsız olmayın; bu her şeyden önce kendi zihinsel yetilerinizi aşağılamak olur.
Mao Yoldaş şöyle demişti: “Yüz çiçek açsın, bin fikir yarışsın!”
BARIŞ YILDIRIM-FRAKSİYON.ORG

Business News