Onca “tape”ye, hükümeti, bizzat kendisi ve ailesini rezil rüsva etmesi beklenen onca ifşaata rağmen Erdoğan’ın pes etmemesinin öyle “sağ...
Onca “tape”ye, hükümeti, bizzat kendisi ve ailesini rezil rüsva etmesi beklenen onca ifşaata rağmen Erdoğan’ın pes etmemesinin öyle “sağlam iradeyle” falan alakası yok. Onun için havlu atmak demek, sadece siyaseten emekli olmayı değil, kendisinin ve birinci dereceden yakınlarının yargılanmasını kabullenmek anlamına gelecek. “Yeni Türkiye’yi yaratan dünya lideri” imajından irtikapla suçlanan bir politikacı eskisi konumuna düşmek demek bu. Erdoğan şu saatten sonra bunu asla göze alamaz. Ancak daha önemli bir soru orta yerde duruyor: Bunca rezalete, bunca yalana dolana rağmen nasıl oluyor da bir miktar güç kaybetmesine rağmen AKP (muhtemelen) hâlâ birinci parti olmaya devam ediyor? Nasıl oluyor da AKP’yi “sıfırlayacak” bir hezimet ufukta görünmüyor? AKP tabanı mankafa “hülo”culardan ibaret olduğu için mi? Parti seçmeninin önemli bir bölümü internet kullanıcısı olmadığı için mi? Liderin ağzından çıkacak en pervasız yalana, en akıl almaz komplo teorisine iman etmeye hazır fanatik “gericiler” oldukları için mi? Vicdanları makarna ve un kolileriyle satın alınmış menfaatperestler oldukları için mi?
Hiçbiri. Son günlerde popülerlik kazanan bu ve benzeri soruların AKP’nin her daim maharetli bir yürütücüsü olduğu “kültür savaşları” için bulunmaz bir malzeme sunduğunu şimdilik bir kenara not etmekle yetinelim. Yani “aydınlanmış” yüzde bilmem kaça karşı yalana dolana biat eden “hülocu” yüzde bilmem kaç karşıtlığını yeniden üretecek her argümanın AKP’ye yazması muhtemeldir, unutmayalım. Peki “yalan” neden etkili olabiliyor? Bırakın yatsıyı, Erdoğan’ın mumunun çoktan sönmüş olması gerekmez mi? Yoksa sakın sorduğumuz bu sorularda bir yanlışlık olmasın?
Egemenlik ilişkilerinin ancak yalan, çarpıtma ve yanılsamayla sürdürülebildiği, bunlar ortadan kalkarsa, gerçekler bir anda ortaya çıkarsa o egemenlik ilişkisinin sürdürülemeyeceği oldukça eski ve yaygın bir kanaat. İşte biz de muktedirlerin ancak yalanla ayakta kalabildiği, yalanın ifşa olması halinde bunun hızla değişeceği şeklindeki, Aydınlanma rasyonalizminden kalma siyaset algısıyla hareket ediyoruz. Bu tape, olmazsa bir sonraki tapeyle ahali aydınlanacak, uyanacak diye bekliyoruz. Ancak siyaset, önyargı, yalan ve cehalete karşı (“bilimsel”) gerçeklerin ifşası ya da yaygınlaştırılmasından ibaret bir mesele değil. Unutmayalım, Kapital’in ilk cildi 1867’de yayımlandı, yani kapitalizmin mistifikasyonlarının ipliğinin pazara çıkarılmasından bu yana yüz elli yıla yakın zaman geçti. Ancak neredeyse hiçbirimiz, sabit sermayenin değişken sermayeye oranının değişmesiyle kâr oranlarının düşme eğilimine girdiğini bildiği ve öğrendiği için düzene meydan okuyup hayatını tehlikeye atmıyor. Toplum, yanlış fikirleri atıp onların yerine “doğru” fikirleri koymakla değişmiyor. Yalanın, toplumsal yanılsamaların kökleri gerçek-maddi çelişkilerde yatıyor ve bu nedenle yalan ve çarpıtmalar, ancak bu maddi çelişkileri dönüştürmeye dönük pratik etkinlikle ortadan kaldırılabilir.
Tahakküm ve sömürü ilişkilerini perdeleyen çarpıtma ve mistifikasyonların deşifre edilmesi anlamındaki ideoloji eleştirisi elbette siyasal faaliyetin bir parçasıdır. Ancak sadece bir parçasıdır. Gerçekleri ifşa etmekten ibaret bir siyaset, toplumsal güç dengelerini değiştirmek ve radikal dönüşümlerin önünü açmak için yeterli olsaydı Diderot’nun Ansiklopedisi Fransız Devrimi’ni gerçekleştirmek için yeter de artardı. Oysa Fransız Devrimi’ni yaygınlaştıran ve onu radikalleştiren şey bir yalandan, tam manasıyla bir “komplo teorisi”nden başka bir şey değildi. Aristokrasinin halkı açlığa sürükleyecek bir kıtlığa yol açtığı rivayetlerinin yaygınlaşması, “Büyük Korku” denen reaksiyonu doğurmuş, köylülerin silahlanarak aristokrasiye karşı ayaklanmasına neden olmuştu. Yani Fransız taşrasında feodal gücü kıran şey “gerçekler” değil, bazen fantastik boyutlar kazanan konspirasyon teorileriydi.
“Büyük korku” gibi komplo teorileri ancak “gerçek çıkarlara” karşılık geldiğinde etkili olabilir elbette. Fransız devriminde köylülük, feodal imtiyazların ortadan kaldırılması ve toprak taleplerini bastıracak bir aristokratik reaksiyona karşı seferber olmuştu. Erdoğan’ın başvurduğu komplo anlatısıysa AKP’nin hegemonyasından istifade etmiş ya da ettiğini varsayan kesimlere yönelik bir dizge. Erdoğan, “ben gidersem şu son on yılda edindiğiniz tüm kazanımlar (iktisadi, siyasi, kültürel vs.) elinizden alınır” demeye getiriyor. “Alnı secde gören milletin Batıcı-devletçi elitle hesaplaşması” söylem ve pratikleriyle sembolik ya da maddi kazanımlar elde edenler nezdinde ya da AKP’nin yoksulluğun yönetilmesi siyasasının yarattığı paylaşım mekanizmalarından istifa eden geniş bir kesim nezdinde bu söylemin elbette bir karşılığı var.
Yani yalana ve akıl almayacak komplo teorilerine sığınmak illa ki boşluğa düşmenin, siyasal aczin bir işareti değil. AKP son süreçte ciddi yaralar almış ve manevra alanı daralmış olsa da “yeni İstiklal Savaşı”, yani uluslararası güç odakları ve “lobilerce” de desteklenen komplo karşısındaki hükümet söylemi, pekâlâ kuvvetli bir savunma hattı haline gelebilir. Dört bir yanımızın (milli bünyeyi “içerden” teslim almaya hazır işbirlikçileriyle) her daim fesat ve fitneye başvuran düşmanlarla örülü olduğu fikri AKP’nin icadı değil zaten. Erdoğan, Türk ulusal kimliğinin inşa sürecine has beka kaygısına ait olan ve “talim ve terbiye” süreçleri aracılığıyla içselleştirilmiş temaları yeniden tedavüle sokuyor sadece. Üstelik bu argümanları, maddi ya da sembolik bir dizi kazanımı muhafaza etmek adına yaygınlaştırıyor.
Böyle pervasızca yüksek perdeden sallanan yalanlar, Yiğit Bulutvari komplo teorileri de tutar mı demeyin. Yalanın büyüğü, Hitler’in Kavgam’da bilhassa vurguladığı üzere her zaman daha etkilidir. Yani yalanın boyutu ne kadar büyürse, siyasal gelişmelerin şu ya da bu kısmını değil, bütününü anlamlandırmakta ne kadar işlevli hale gelirse o kadar “iz bırakır”. Bizzat Naziler bir “büyük yalan” aracılığıyla, yani Almanya’nın Cihan Harbi’ni aslında kazanabilecekken “iç düşmanların” (“Yahudiler” ve onların “müttefiki” Marksistler olarak okuyun) sabotajı nedeniyle kaybettiği ve Almanya’nın beynelmilel bir Yahudi komplosuyla yok edilmek istendiği anlatısını popülerleştirerek iktidara yürümüşlerdi. Bu anlamda yalanı, hele hele onun “büyüğü” olan her şeye şamil komplo teorilerini asla küçümsememeliyiz.
Dolayısıyla bir ideolojik çarpıtma olarak “büyük yalanın” deşifre edilmesi, gerçeklerin ifşası yetmez. Tapeler yetmez. “Büyük yalan”, bireylere yanlış olan betimlemeler yerine, doğru olanlar sunularak kökten değiştirilemez. Yalan da en az gerçek kadar maddi sonuçlar doğurur, bu anlamda yaşanan bir ilişkidir. Onun bertaraf edilmesi, ancak söz konusu gerçekliğin kendi içindeki bir maddi değişimle sağlanabilir. Türkiye toplumunun yoksulluğu sindirme ve kabul etme eşiği son yirmi-otuz yılda hayli yükseldi. Yolsuzluk hiç değilse Özalizmden beri toplumun bütün katmanlarına nüfuz etmiş (“benim memurum işini bilir”) bir toplumsal ilişki. Bu ilişkiyi yeniden üreten, makul ve bazen kaçınılmaz kılan iktisadi sistemi pratikte sorgulanır kılmadan, o sistemin bizzat mağdurları harekete geçerek maddi bir güç olmadan “temiz toplum” talebi ancak egemenler arası güç ilişkilerinde sonuçlar yaratır. Kirlenmiş olanların yerini şimdilik kaydıyla “temiz” olanlar alır. Çöpten meyve sebze toplayan kadını harekete geçiremeyen yolsuzluk karşıtı eylemin zaafı da açmazı da budur.
Erdoğan’ın “büyük yalanı” sembolik ya da maddi bir çıkarlar alanına sesleniyor. Bizim “hükümet istifa” sloganımız ise (onu, AKP’nin seferber ettiği kitleler nezdinde bile görünür kılacak acil-yakıcı sosyal ve demokratik taleplerle bütünleştiremediğimiz için) büyük ölçüde kuru gürültüde boğuluyor. AKP’nin hitap ettiği çıkar ve anlam dünyasında çatlaklar yaratmıyor. Topbaş’ın alternatifinin Sarıgül olduğu bir ülkede “hırsız var” demenin ikna potansiyelinin hayli cılız olması şaşırtıcı mı? Neticede siyasal seçkinler arasında sıradan bir nöbet değişiminin ötesine geçecek bir alternatife işaret edemediğimiz, bu alternatifi inşa etmek için sistemli çaba harcamadığımız için “yalan” hâlâ etkili olabiliyor.
Gezi direnişinin yarattığı siyasal enerji ortadayken, yolsuzluklar karşısında “hükümet istifa ve seçim barajı kalksın”, “hükümet istifa ve kentsel dönüşüm projeleri iptal edilsin”, “hükümet istifa ve taşeron yasaklansın”, “hükümet istifa ve anadilde eğitim hakkı tanınsın” vb. diyecek görünür, birleşik ve yaygın bir siyasal müdahaleyi önümüze koymuyor oluşumuzun siyasal sorumsuzluk dışında bir açıklaması yok. Yolsuzluklara karşı varolan öfkeyi sokakta örgütleyecek, geliştirip yaygınlaştıracak mecralar oluşturmak yerine herkesin kendi dar eylem ve gündeminde ısrarcı olmasının hiçbir manası yok. Çağrısı aynı gün ya da bir önceki gece internetten yapılan ve herkesin kendi bayrağıyla boy gösterdiği eylemler pek az şey biriktiriyor, toplumsal öfkenin ancak çok küçük bir bölümünü seferber edebiliyor. Üstelik bir alternatife de işaret etmiyor; zamanında Gezi parkının (eksiğiyle gediğiyle Taksim Dayanışması’nın) yaptığı gibi yeni bir çekim merkezi yaratmıyor. Bunu görmüyor muyuz? Kaybettiğimiz zamanın farkında değil miyiz? Gezi sonrasında, hele hele siyasal sistem bunca itibarsızlaşmışken, ne büyük olanaklarla karşı karşıya olduğumuzu anlamıyor muyuz? Anlamıyor olacağız ki tapelerden, yarın öbür gün gündeme düşecek (ve belki bu kez görüntülü olacak)yeni ifşaattan, “gerçeklerin” kendiliğinden açığa çıkmasından medet umuyoruz. Umduğumuz için de Erdoğan tapelerle düşse bile “çıkanın” biz olmayacağımızı göremiyoruz.
FOTİ BENLİSOY - http://baslangicdergi.org/tapeler-erdogani-neden-dusurmuyor-foti-benlisoy/