Aslında esaslı bir soru duruyor önümüzde: Bir toplum kendinden bu kadar tiksinerek nasıl yaşar?
YOKSULLUK = SUÇ MUDUR?
Shakespeare, Hamlet’i şimdilerde yazsaydı “Danimarka krallığında” diye başlayan meşhur cümlesini şöyle kurardı herhalde: “Kokuşmuş bir şeyler var şu dünyada!” Türkiye’de devletten topluma her yere yayılan kokuşma, kendine özgü “rayihalar” salgılayarak küresel çaptaki kokuşmayla simbiyotik izdivacını sürdürüyor.
Varoş tabir edilen emekçi semtlerdeki çeteleşmeler Türkiye’deki kokuşmanın görünümlerinden biri ve kokuşmanın total kaynağına, yani çürüyen kapitalizme, mevcut devlet aygıtına, yeraltı ekonomisine vb. bin bir ilmekle bağlı. “Türkiye’nin düzeni”nin yarattığı “vasat”, varoşun umutsuzluğa itilen gençliğini çetelerde gelecek ve anlam aramaya itiyor.
Burada uzunca varoş analizine girişemeyiz. Vahşi cinayetler, çeteler, uyuşturucu vb. üzerinden “görünür” olan ve neredeyse salt bu kavramlarla yürütülen tartışmalara şerh düşmektir muradımız. Gazete Duvar’dan Sadık Güleç ve Osman Çaklı’nın yaptıkları video-röportajlar varoşların salt bugün görünenden ibaret olmadığını, geçmişte farklı bir hikayelerinin olduğunu hatırlattı. Kemal Vuraldoğan da 90’lara atıfta bulunarak ve Latin Amerika ile kıyaslayarak bir bağlam kuruyor ve sorunun varoş değil paradigma sorunu olduğunu vurguluyor. (Üzeyir Garih ile Peker’i buluşturan kehanet: Latin Amerikalaşan Türkiye– 20 Ekim 2024 / Kısa Dalga) Söyledikleri her şeyle hemfikir olunması gerekmeyen fakat meseleyi bağlam, bütünlük, tarihsel-toplumsallık perspektifini gözeterek işlemeye gayret eden bu olumlu örnekler -belki fark etmediğimiz başkaları da vardır- denizde damla ne yazık ki. “Kamuoyunu” şekillendiren ya da kamuoyunun nabzına göre şerbet veren ana dalga ise postmodern çöküş çağının meşrebine gayet uygun: Bağlam ve bütünlük yok “an”lar, parçalar var, sosyal-toplumsal sorun yok suçlular, vahşi cinayetler, çeteler var. Geçmiş ve gelecek yok şimdinin sonsuz cehennemi var. Ve belki de en önemlisi: Olanca meziyetleri ve düşkünlükleriyle çelişkili varlıklar olarak emekçiler yok, varoşlarca uzanan suç toprakları ve suçlular var. Yani, yoksulluk=tehlike/suç denklemi ince ince kuruluyor gözümüzün önünde. Ve ne yazık ki toplumsal çürümeyi teşhir adına farkına bile varılmadan soldan da katkı sağlanabiliyor bu uğursuz denkleme. Bir adım ötesi “güvenlik devletine” davetiye çıkarmaktır ya da o malum devletin halka dönüp, “eh madem bu kadar istiyorsunuz sopayı elime alayım bari” demesidir. (Hoş ne zaman bıraktı ki devlet elinden sopayı?) Panik ve dehşet içinde an ve “olay”dan ötesini göremeyerek öldük bittik mahvolduk diye feveran etmenin verili tabloda üreteceği nesnel sonuç devletin sopasına toplumsal rıza üretilmesidir ne yazık ki… Devletimiz her şeye kadirdir, çeteleri sokağa salarak pudra şekeri işlerini tanzim eder, varoş gençliğini iş güç sahibi yapar, onlardan “vatansever” katiller yaratarak kâh Sinan Ateş gibi kendi evlatlarını yer kah Hrant Dink gibi esaslı muhaliflerini vurdurur. Ve burada durmaz toplumu “güvenlik” aramaya iter -ya da durum zaten bunu “gerektirir”-, kendi yarattığı canavarı devletin sopasının meşrulaştırıcısı olarak “değerlendirir”. Latin Amerika çetelerine haklı olarak çokça atıf yapılıyor. Biz de başka bir yönünü hatırlatalım Latin Amerika’nın: Örneğin Brezilya’da karnavallar kenti Rio de Janeiro favelalarında (teneke evler, varoşlar) düzenli aralıklarla insan avına çıkar özel timler. Tutuklama seçeneğini dışta bırakarak sokaklarda insan avlanır, cesetler yan yana dizilerek teşhir edilir. Fakat ne hikmetse bunca dehşete rağmen çeteler eksilmez artar. (Epeyce eski olmasına rağmen türünün klasikleri arasında olan Tanrı Kent filmi Brezilya varoşlarının hikayesini anlatır.) Evet, Latin modeli çeteler gelecekse (aslından çoktandır karşılıklı geliş gidişler başladı) yanında Latin modeli devleti de getirecektir; bizim “bin yıllık devlet geleneğimiz” Latin modeline müstesna renkler ekleyecektir kuşkusuz… Ezcümle, toplumsal çürümeyi teşhir ederken toplumda zaten var olan kaygıları daha da derinleştirip derinleştirmediğimizi düşünmek zorundayız.
Aslında esaslı bir soru duruyor önümüzde: Bir toplum kendinden bu kadar tiksinerek nasıl yaşar? Bunca korku, kaygı, nefret, düşmanlık bizi nereye götürür ve neye davetiye çıkarır? Son on yılda Gezi’yi, Haziran 2015 seçim başarısını, Berkin’in on binlerin omzunda uğurlanmasını, depremdeki muhteşem dayanışma seferberliğini yaratan da şu “tiksinilen” toplum değil miydi? Son yerel seçim sonuçları neden bahar havası estirdi memlekette? Hayattan, tarih ve toplumdan geriye kalan tek şey tiksinti midir ve bu tiksinti bizi nereye götürecek? Bu soruların yanıtını tarih, teori, evrensel tecrübeler, sanat vd. birikimler (postmodern yavşaklık çağının “an”larına, fragmantasyona, “kısa yazı” kolaycılığına kurban edilen eski zaman hasletleri diyelim bunlara) veriyor: “Korkuyu nefrete dönüştürmek ve kalabalıkları düşmana karşı seferber etmek”; Nazilerin hukuk ve siyaset filozofu Carl Schmitt’e göre politikanın gizli cevheri budur. (bkz. Ateş ve Kan / Avrupa İç Savaşı: 1914-1945 / Enzo Traverso -Heretik yay. s. 243) Sizce Tayyip Erdoğan rejimi bu “cevherden” bihaber midir? Ve kalabalıkların üzerine kara bir bulut gibi asılı duran yandık, öldük, bittik çığlıkları Erdoğan’ın “tüccar siyaseti” tarafından hangi mülahazalarla “değerlendirilir”?.. Halkın haklı öfke ve karamsarlığını rejime karşı isyana dönüştürebilen devrimci özne ve politikalar ortalıkta yoksa “politikanın gizli cevherinin” kimin yelkenlerini şişireceği açık değil midir?
Varoş var mıdır?
Dondurmam Gaymak filminde emperyalist gıda tekellerine karşı savaşan dondurmacı Ali usta karakterine hayat veren Turan Özdemir sinirlendiği anlarda, “bi cinnet pakla(r) valla!” diye haykırır defalarca. (Turan Özdemir’i rahmet, sevgi, saygıyla analım bu vesileyle.) “Emperyalist dondurma tekellerinin haksız rekabeti”, karısının dırdırı, çocukların dondurma arabasını çalması, velhasıl gündelik hayatın bir ölçüde sevimli dertleri Ali ustanın “cinnetinin” sebepleridir. Ali ustanın sevimli cinneti, sebepleriyle birlikte sinema sanatına konu olurken, uçurumun kenarında salınan varoşun dehşetli cinnet manzaraları mafya güzellemesi diziler ya da türedi çetelerin fonladığı bazı rap müzisyenlerinin kulak tırmalayan müziği dışında ne sanatın ne de sosyal bilimin konusu oluyor. 19. yüzyılda Paris, Londra gibi kentlerin varoşlarında biriken sefalet on yıllar boyunca suç-ceza kapsamında ele alındı zamanın devletlerince, idamlar, sürgünler, işkence ve ağır hapis cezalarının dehşeti hiç de sorunu çözmeye yetmedi. Viktor Hugo ve Charles Dickens gibi edebiyat devleri bencil burjuva çıkarların ötesine geçemeyen egemen siyaset ve hukukun gaddarlığının, dar kafalılığını, kısırlığını edebiyatın yaratıcılığıyla parçalayarak yoksulun, baldırı çıplağın, serserinin her şeyden önce insan olduğunu, kendilerini kuşatan adaletsiz ve zalim bir düzenin onları suça ittiğini ve belli şartlarda ya da kendi iradi çabalarıyla onların da herkes gibi onurlu bir yaşam özleminin peşinden koşabileceklerini gösterdiler: Dünya edebiyatının ölümsüz klasikleri Sefiller (V. Hugo) ve Oliver Twist (C. Dickens) tam da buradan doğdular: Yoksulun, ayak altında kalanın “dünyası” ve çığlığı olarak. Özellikle son 20-30 yılda emekçilerin durumu dünyada ve Türkiye’de kötüye gittiği halde bırakalım edebiyata, sanata konu olmalarını, varlıkları bile unutuldu.
Geldiğimiz yerde varoş yoktur aslında; biz onu suçla(rıyla) görür ve görünür olduğu şeyle özdeşleştiririz. O kadar yoktur ki, şimdiden arkeolojinin konusu olmaya namzettir. Değerli akademisyen İsmail Gezgin, Ötekilerin Arkeolojisi – Uygarlığın Görmediği İnsanların Öyküsü kitabında (Pinhan yay.), emekçileri, ezilenleri, yoksulları köleleştirmenin temel koşulları arasında sayıyor onları “görünmez kılmayı”. Brecht’in “okumuş bir işçi soruyor” şiiri de görünmez kılınanı (ki tarih boyunca egemenlerin ideolojisinin tılsımlı maharetlerinden biri olmuştur bu) göstermek için yazılmıştır. Toplumsal cinnetin görünür tezahürlerinden biri olan varoşların cinneti, sebepleriyle birlikte vardır, afaki bir patoloji değildir. Görünüme, parçaya ya da salt “olaya” odaklanmak sosyal eleştiri değil, parçayı/varoşu/olayı sistemi saklayan, giderek aklayan bir sis bombasına dönüştürmektir. Olan bitenden -bir ölçüde haklı olarak- sersemleyen modern orta sınıf duyarlılığı neredeyse içgüdüsel olarak bu zokayı yutmaya meyyaldir.
Öte yandan nedenleri olması varoştaki çürüme öğelerine ne anlayış telkin eder ne de yok hükmünde kılar; bilakis varlığı apaçık olan sorunun sistemle bağı-bütünlüğü içinde anlaşılması hayatın her alanında olduğu gibi bu sahada da yürütülecek mücadeleye; yani tastamam şikayet edilen şeyi ortadan kaldıracak mücadeleye düzgün perspektifler sağlar.
Normal şartlarda şu veya bu meselenin “tarihsel-toplumsal zemini, şartları, nedenleri vs. vardır” türünden cümleler kurmak abesle iştigaldir. Ve eğer -bu yazıda olduğu gibi- böyle cümleler kurulmak zorunda kalınıyorsa normal şartlarda-zamanlarda yaşamıyoruz demektir. Sadece X’i aşağılara doğdu kaydırdıkça önümüzden akıp giden -işleyip anlamlandıramayacağımız kadar yoğun ve çeşitli- haberler, yorumlar, zapladıkça değişip duran TV ekranı değil, hepimizi skandal manyağı yapan dünya-ülke gündemi de amnezik hale getirdi toplumu. Sersemledik, aptallaşmanın sınırlarında geziniyoruz, genç yaşta bunadık, hafızamız dikiş tutmaz oldu. Şimdinin cehenneminde, parçaların, anların krallığında yaşıyoruz. Ve gerçeklik böyle anlaşılmaya başlanınca güvensizlik, tedirginlik, kaygı, korku, anlamsızlık ya da saçma sapan anlamlandırmalar boğuyor bizi. Hal böyle olunca Bilal’e anlatır gibi, “bakın bunun nedenleri var vs.” türünden cümleler kurmaktan kaçınılamıyor ne yazık ki…
Elbette burada nedenler analizine giremeyiz; sadece her ne ile karşılaşırsak karşılaşalım onu bir bağlam ve bütünlük içinde ele almak gerektiğini düşünmemize vesile olabilecek örnekleri hatırlatmakla yetineceğiz.
Deja-vu
1990’lı yıllarda kim olduğunu hatırlayamadığım TÜSİAD üyesi bir patron Boğaz’daki yalısından, “gecekondulardan gelip yalılarda boğazımızı kesecekler” diye demeç vermişti basına. Aynı yıllarda (ya da 2000’ler başında) helikopterle İstanbul üzerinde tur atan Nazif Zorlu, “elimde olsa bombalarım buraları” demişti. Maksat estetik olsun, varoşlardaki çirkin yapılaşmadan kurtulalım; halk düşmanlığıyla, yoksullardan nefret etmekle ne alakası olabilir ki bu “toplumsal duyarlılığın”? Bu cümlelerde ifadesini bulan sınıfsal ürküntü ve nefrete döneceğiz, öncelikle şunu tespit edelim: Varoşlar ilk kez gündemine girmiyor Türkiye’nin, hatta Latin Amerika benzetmesi de gayrimeşru alem filozofu Sedat Peker’den çok önce, 90’larda yapılmış. 90’lar ile 2020’ler arasında varoşlar yok mu oldu? Neden 90’ların tartışmaları herhangi bir zamanda değil de 2020’lerde hortladı?
Değinip geçelim: Tıpkı 90’lar gibi 2015-24 arası da öncelikle Kürt hareketini ezmeyi hedefleyen isyan bastırma konseptiyle karakterizedir. 90’larda iki kez, 1994 Nisan’ında Çiller ve 2001 başında Ecevit hükümetleri döneminde ekonomik krizlerle sarsıldı Türkiye. “Devalüasyon hükümet götürür” esprisini doğrularcasına 2000’ler başında 90’ların pisliği siyaset sahnesinden temizlendi ve denize düşen halk AKP’ye sarıldı. 2013’ten itibaren, özellikle de son 5-6 yılda yeniden ekonomik kriz girdabında Türkiye. Kriz ve politik, ahlaki çürüme tıpkı 90’larda olduğu gibi yine gündemde. Düşük yoğunluklu çatışma ve kontrgerilla rejimlerinin hüküm sürdüğü her yerde olduğu gibi 90’lar Türkiye’si de bir uyuşturucu üssüne dönüşmüştü. Gerilla savaşının sürdüğü güneydoğu Asya’da Vietnam-Kamboçya-Laos sahasında örgütlenen kontrgerilla o zamanlar buraları dünyanın uyuşturucu üssüne dönüştürdü ve bölge “Altın Üçgen” adıyla anılır oldu. Kolombiya’daki gerilla savaşına karşı CIA eliyle örgütlenen kontrgerilla bu kez burayı kokain üssüne çevirdi. Sovyet işgaline karşı Afganistan’da örgütlenen İslami kontrgerilla yapılanmaları da Afganistan’ı uyuşturucunun yeni merkezi yaptı. Peki Türkiye? “Yılda yüz milyar dolarlık eroin Hakkari’den girer Edirne’den çıkar. Ve sevkiyata polis-asker eskortluk eder.” Bu sözleri bırakalım sosyalistleri, sokaktan geçen biri söylese soluğu Silivri’de alır. Halbuki yukarıdaki cümleyi 2000’ler başında DSP-MHP-ANAP hükümetinin devlet bakanı olan MHP’li Şevket Yahnici kurdu ve gazetelerde manşet oldu. Yüksekova çetesi olayı patlamıştı. Askeri panzer ve helikopterlerle, polis otolarıyla uyuşturucu taşındığı ortalığa saçılmıştı ve Yahnici bahse konu demeci verdi. Peki bugün? Makam aracıyla Suriye’den insan kaçakçılığı yapan Tümgeneral daha yeni yakalanmadı mı? Uyuşturucu baronu olan hakimler, makam araçlarıyla ya da polis otolarıyla uyuşturucu taşıyanlar Patagonya’da mı gazetelere haber oluyor? Çiller’in “kahraman katillerini” bugün hükümet ortağı Bahçeli makamında ağırlamıyor mu? Ağarlar, Çakıcılar 90’larda neredeydi bugün neredeler? Yanıt göz çıkarırcasına açık: Devr-i Tayyip’te yine iktidardalar. Yine ekonomik kriz, yine Kürtleri ezme harekatları (Kürdistan’ı ve Türkiye’yi kana bulayan uğursuz 93 konseptinin yerini 2014 model “Çöktürme Konsepti” almadı mı?), yine çeteleşme-pudra şekeri ithalat ihracatı… Özetle durmadan vasıta ve aktör değiştirerek zamana-zemine uyarlanan, formatlanan Türkiye’nin düzeni, gelinen yerde 90’lardan da beter şekilde toplumu çürütüyor, varoşları çeteleşme, suç ve cinnete sürüklüyor.
Hiçbir şey nedensiz değildir ya da aynı anlama gelmek üzere benzer etkenlerin benzer sonuçlar doğurması sürpriz sayılmamalıdır.
Muasır medeniyet ve gecekondular/varoşlar
Bilinen hikayedir, Türkiye’de gecekondulaşma 1950’lerde hız kazandı. Çünkü Türkiye kapitalizmi dünyaya eklemlenmeye başladı; tarımda makineleşme, ulaşım ağına yapılan yatırımların kırları ulusal ve küresel pazara bağlaması vb. gelişmeler köyden kente göçü tetikledi. Altyapıya ve sanayiye yapılan yatırımlar önemli olmakla birlikte, tüm çevre ülkelere özgü kapitalist gelişmenin zayıf-kırılgan yapısı (bu arada ideal kapitalizm yoktur ve çevre kapitalizminin alternatifi, olmayacak duaya amin demek olan “gelişmiş kapitalizmi” yakalama hedefi vs. değil, sosyalizmdir) kırlardan kopup gelen kitleleri ne istihdam edecek ne de insanca konutlara ve kent mekânlarına yerleştirebilecek durumdaydı: Gecekondular bu tablonun ürünüdür. Ve küresel çapta yaşanan bir sürecin Türkiye’deki görünümüdür. Eric Hobsbawm’ın verilerle gösterdiği üzere 1950’lerden itibaren tarihte ilk kez dünya nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşamaya başladı. (bkz. Kısa 20. Yüzyıl- Aşırılıklar Çağı- Everest yay.) Demek ki gecekondular/varoşlar ne cihan imparatorluğu Osmanlı’nın torunlarına yakışmayan bir olgudur ne de muasır medeniyet seviyesini bir türlü (her türlü ve bütün zamanlar için) yakalayamamanın getirdiği bir ilkellik tablosudur. Kapitalist dünya sisteminin 1945-50’lerden itibaren vardığı yerde, sistemin çevresindeki (yeni sömürge, bağımlı) ülkelerin payına düşen budur: Brezilya’da favelalar, Türkiye’de gecekondular, Mumbai’de çöplerden geçinen yoksullar, 20 milyon nüfuslu Meksiko City’de çete savaşları… Meseleyi bize özgü bir lanet değil de (ki bu cümle adı anılan her yerde kuruluyordur muhtemelen) çürüyen, kokuşan kapitalist-emperyalist dünya sisteminin çevre-çeperindeki ülkelere özgü bir olgu/semptom olarak ele almadan hiçbir şey anlaşılamaz. Ya da şöyle soralım: Nasıl oluyor da Batı kentlerine özgü manzaraların benzerliğine nazire yaparcasına, dünyanın varoşları da birbirine benziyor? Ve bu sorular sistem olgusunu anlaşılır kılan düşünsel-teorik bir sistematik olmadan hakkınca yanıtlanabilir mi? (NABİ KIMRAN - SENDİKA.ORG)