Velhasıl, durumumuz kudretli değildir yoldaşlar. Durumumuz kudretli değildir ama kasvetli de değildir. “Ancak, bu böyle gitmez”


BARIŞ KABUSLARI

Barış süreçleri dünyanın her yerinde emekçi halklar açısından büyük bir hayal kırıklığı olmuştur. Güney Afrika’da barış süreçlerinde etkin bir rol oynamış bir hukukçudan “Gucci giyen bazı yoldaşlar”ın dışında siyahların çoğunun beyazlara yarı aç yarı tok hizmet etmeye devam ettiğini dinlemiştim. Sahiden de lüks otellerin önünde hâlâ uşak giysileri içinde bekleyen siyahlar vardı ama otellerin içinde de takım elbiseli siyahlara rastlanıyordu artık.

Mandela’nın ülkesi yine de bir istisna; siyah çoğunluğun partisi ANC, hükümeti kazandı. Kolombiya’da ise eski gerillaların en yürekli ve devrimci olanları birer birer infaz edilirken en lümpen olanları uyuşturucu mafyasına dönüştü. Gerçi bazıları da vekil oldu, hatta şu an ülkenin başında eski bir şehir gerillası var ama Kolombiya hâlâ büyük çoğunluğun yoksul ve işsiz olduğu kapitalist bir ülke. Bir başka eski şehir gerillası Mujica’nın bir dönem başkanlık yaptığı Uruguay gibi, iktidarın başına birden fazla kez FSLN militanlarının geçtiği Nikaragua gibi. Tüm bu ülkelerde silahlar bir süre sustu susmasına ama namlularını emekçilerin göğsüne dikip beklediler. Susmayı bıraktıklarında da, 2012’de Güney Afrika’nın Marikana kasabasında olduğu gibi, işçileri biçtiler.

Yannis Ritsos’un “Çocuğun gördüğü düştür barış” diye başlayan kült şiirinin barışı anlattığı sanılır. Hayır, adı da “Barış” olan o şiir, barışı değil sosyalizmi anlatır. “Geçen her günün yitirilmiş bir gün değil de kazanılmış bir gün olması” der Ritsos, “işte budur barış.” Dünya yüzünde bu zamana kadar -“barış süreci” tamlamasında geçtiği anlamıyla- “barış”ın geldiği her ülkede geçen her Allah’ın günü, milyonlarca insan için yitip gitmekte, patronların hesabına geçirilmektedir. Sosyalizmin olmadığı bir barış, barış değildir. Sözün kısası, Bahçeli’nin Öcalan’ı mecliste konuşmaya çağırmasıyla başlayan bu son süreç başarıya ulaşsa da bizi pembe günler beklemiyor. 

Her savaş biter

Ne var ki sonsuz bir savaş yoktur. Haklı olsun haksız olsun sonunda her savaş biter. Bazen haklılar kazanır, sık sık haksızlar kazanır. Clausewitz’in klasikleşmiş sözleriyle, iki taraftan biri iradesini karşı tarafa kabul ettirir ki bazen bu irade, karşı tarafa “onurlu çıkış” hissi verecek bazı tavizleri de içerebilir. 

Devrimci kuramcılar, 90’ların ortalarından bu yana Kürt sorununun şu veya bu şekilde bir uzlaşma masasında çözüleceğini tespit etmişlerdi. İlk dile getirildiğinde hayli olasılık dışı görülen bu kehanetin gerçekleşmesinin 30 yılı bulması, Türkiye Devrimci Hareketi’nin öznel durumuyla ilgilidir. Sosyalizm ve ulusal kurtuluş uğruna savaş kudretine sahip olanların operasyonel olduğu bir yerde böylesi bir uzlaşma faşizm açısından büyük bir geri adım anlamına gelirdi ki bu çatlağın sosyalist devrime kadar genişleme ihtimali oldukça güçlüydü. Bugün -maalesef- öyle değil.

Son dönemde analizlerine derinlik havası vermek isteyenler hemen ceplerinden bir jeopolitik kartı çekip “İşler göründüğü gibi değil, asıl mesele Ortadoğu’daki dengeler” gibi laflar etseler de iç çelişkilerin çözümü eninde sonunda içeriyle ilgilidir. Ortadoğu’daki (veya Karayipler’deki) şu veya bu konjonktürün etkisiz olduğunu iddia etmiyorum, dış faktörler özellikle zamanlama açısından etkilidirler ama süreçlerde belirleyici olanın “dış politika” olduğu sanısı, yalnızca bir diyalektik analiz kusurundan değil 21. yüzyılın küreselleşme masallarına fazla kapılmaktan ileri gelir. 1990’lardan 2010’lara kadar şu veya bu düzeyde devrimci savaş gücünü elinde tutan Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinin bugün, tartışmaya konu olan ulus devlet sınırları içinde büyük ölçüde etkisizleşmiş olması, bugün egemenlerin bir başka “çözüm” masasına, üstelik çok daha kurumlu ve güvenli bir edayla oturmalarını mümkün kılıyor. 

Bahçeli’nin sözlerinde asıl çarpıcı yön, Öcalan’ı mecliste konuşmaya davet etmesi değildi. Burjuva politikası bu tür plot twist’leri sever, uzlaşma çağrısının en uzlaşmazlardan gelmesi kamuoyunu hazırlamanın tipik bir yöntemidir (bkz. Nixon Çin’e Gider etkisi). CIA destekli Plan Colombia ile binlerce insanı katleden savunma bakanı Santos’un hükümetin dümenine geçer geçmez ilk işi “barış” görüşmeleri için kolları sıvamaktı. Katilin makamında bir çeviri için bulunmuştum, masadaki peçetelerde bile barış güvercini simgesi vardı! Bizde de örneği vardı aslında. 2000’lerin ilk 10 yılında “uzlaşmacı saldırgan” rolüne “Hiçbir ananın gözyaşı toprağa gitmemelidir” diyerek çocuklarının ölümünden sorumlu olduğu Cumartesi Anneleri’ne gönderme yapan Mehmet Ağar soyunmuştu. Ya binlerce insanın infazından ve gözaltında kaybından sorumlu tutulan bir savaş ağasının bu hamlesinin tutacağına kimse inanmadı ya kendisi liman işletmek ve mafya beslemek gibi uğraşların daha kârlı olacağına karar verdi ki bu iş olmadı. Eğer burjuva politikacıların ve faşistlerin samimiyetle tutundukları bazı ideolojileri, inançları, hatta düşmanlıklarının mevcut olduğu gibi çocukça bir inanç içinde değilsek Bahçeli’nin çağrısında şoka uğrayacak bir şey yok. Asıl şaşırtıcı olan “teröristbaşının örgütün lağvedildiğini ilan etmesi” talebini içeren çağrısının DEM Parti’den PKK’ye kadar dehşetle değil iyimserlikle karşılanması. Bahçeli’nin “örgütünüzü dağıtın” talebinin aşağılayıcı gerçekliği, Öcalan’a özgürlük olasılığının faşist dudaklarca telaffuz edilmesinin gölgesinde bütün içeriğinden soyunup pembe çikolata parçaları gibi dağıldı ve rüyamsı bir sise karıştı.

Savaşanlar hep görüşürler, epeydir de görüştükleri hatta Oslo’dan bu yana görüşme masasının hiç dağılmadığı da söyleniyordu. Devletin 30 yıllı gündemini Yeni Osmanlıcılık şekerine batırıp AKP’ye uzatan Davutoğlu’nun yakında AKP’ye dönmesi bile beklenebilir ki ekibinin bir kısmı hep eninde sonunda dönüleceğini herkesin bildiği “çözüm süreci” için oralardaydı. Demek ki görüşmeler belli bir kemale erdi, biz tribündekilerle de paylaşılmasına karar verildi. E ne diyelim, hayırlı olsun!

Tarihin yolunu tıkayan cesetler

Sosyalizm dışında bir barışa hiç inanmamış, dünyadaki istisnasız bütün “barış” süreçlerinin suçların üstünün örtülüp suçluların terfiiyle biten adaletsizlik ve riyakârlık manzumeleri olduğunu bilen, bu son süreçten de Türk ve Kürt emekçilerinin kahir ekseriyeti için hayırlı sonuçlar beklemeyen biri olarak yine de “hayırlı olsun” diyorum. İki tarafın ne yenişebildiği ne tasfiye olduğu; taraflardan birinin göstermelik hamlelerle de olsa “Kürt realitesi”ni kabul ettiği, diğerinin ise bağımsızlık, sosyalizm ve kendi kaderini tayin hakkından feragat ederek dikkatini başka yerlere yönelttiği bir ortamda “çözüm”ü beklenen sorun, lenduha gibi tarihin yolunun üzerinde yatıp duruyor. Yolu tıkayan bu cesedin bir şekilde kalkması lazım. Toplumsal sorunların adeta bir ceset gibi tarihin yolunu tıkaması metaforunu bir başka yerde son 22 yılın siyasi iktidarı için kullanmıştım. Her iki durumda da epeydir kangren olmuş, bir türlü çözülemeyen, mevcut haliyle de “kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı” vermeyen sorunlardan bahsediyoruz. İktidarı elinde tutan klik, ülke tarihinin yolunu tıkamaya devam ediyor ama cesetsi varlığına bir canlılık katmak ve mümkünse yolu daha uzun süre tıkamaya devam etmek için yeni taktikler arıyor. Derin analistlerimizin dedikleri doğrudur, Ortadoğu’daki dengeler de bu açıdan önemsiz değil!

Bahçeli’nin çıkışının hemen ardından Ankara’da HPG’ye bağlı “otonom” bir ekip, bir savaş sanayi kurumuna saldırdı, içlerinde sivillerin de olduğu insanlar öldü. PKK, “Eylemi bizimkiler mi yaptı bilmiyoruz ama bu son süreçle kesinlikle ilgisi yoktur” mealindeki ilk açıklamasıyla epistemolojik bir burgaç yaratsa da (öyle ya, eylemi kimin yaptığından emin değilseniz neyle ilgili olup olmadığını nasıl bilebilirsiniz?) sonradan eylemi üstlendi. Bu tür barış görüşmesi süreçlerinde böyle şeyler beklenir;  iki taraftan da durumdan memnun olmayanlar veya karşı tarafın tepkisini tartmak isteyenler veya “daha ölmedik buradayız” mesajını vermek isteyenler, bazen de sürece müdahil olmak isteyen üçüncü taraflar bu tür eylemlere başvururlar. Saldırıların müellifi bellidir ama anlaşılır nedenlerle “telif hakkı” pek talep edilmez. Güney Afrika’da Chris Hani cinayeti (1993), ve ondan 20 yıl sonraki Paris cinayeti meczupvari öznelere atfedilmişti, Ankara saldırısını ise “otonom”lar yapmış ama sürece halel getirmeyecekmiş! Umalım da bu kanlı hamlelerin devamı gelmesin ve başka siviller, başka devrimciler zarar görmesin. Zaten barış süreci başarıyla ulaşırsa daha çok öleceğiz, biraz mola hepimize iyi gelir!

Neden şimdi ve ne zamana kadar?

Bu “kinik” değinileri artık toparlamak gerekiyor. 30 yıldır kumar masasının kâh altında kâh üstünde görülen çözüm kartının neden bugünlerde tekrar çekildiğine dair birkaç şey söyleyerek bitireyim: 

1) Türkiye devletinin ve emperyalizmin epeydir yapılacaklar listesinde olan son Kürt ayaklanmasını masada çözme gündemi için elverişli koşullar ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu elverişli koşulların ilki Türkiye ve Kürdistan’daki silahlı devrimci hareketlerin büyük ölçüde etkisiz hale gelmiş, halk muhalefetinin (ve hatta burjuva muhalefetin) zor, baskı ve ideolojik araçlarla bastırılmış olmasıdır. Teknolojinin ve emperyalizmin de yardımıyla alabildiğine güçlenen ve AKP-MHP koalisyonunun elinde yoğunlaşan merkezi devlet aygıtı, suni dengeyi görülmemiş bir düzeyde tahkim etmiştir, bu yüzden de böylesi cüretli adımlardan artık kaçınmamaktadır.

2) İkincisi, Ortadoğu’da ve dünyanın başka yerlerinde savaşların kapsama alanı genişlerken içeride görece bir istikrar yakalamak, hiç olmazsa önemli bir istikrarsızlık unsurunu devre dışı bırakmaktır. Türkiye’deki operasyonlarını kısmen tercih kısmen zor yüzünden asgari düzeye düşürmüş olsa da Suriye, İran ve Irak’ta, ABD ile kurduğu ittifakın da yardımıyla önemli mevziler tutan PKK ile iletişim ve etkileşim kanallarını açık tutmak TC’nin işine gelir. Bu, iki taraftan da bazen fantezi olarak bazen teorinin soyutluğunun verdiği cesaretle dile getirilen bir “PKK-TC ittifakı”na doğru gider mi? Bence birtakım içkin nedenlerle pek zor. Ama bazen çatışmasızlık da ittifak kadar işlevlidir.

3) Üçüncüsü, elbette, iktidarı kaybettiği anda her şeyini kaybedecek olan Cumhur İttifakı’nın çoktan bitmiş siyasi ömrünü ve liderinin saray ikametini uzatma umududur. Bu önemsiz değildir ancak böylesi uzun vadeli ve önemli bir gündemin bu denli “cüretli” adımlarla masaya konulmasını da salt iktidarını uzatma çabası olarak görmek hata olur. Sonuçta, ilk maddede tarif edilen muhalefetsizlik ortamında bu iktidarı sürdürmek o kadar da zor olmasa gerek.

Velhasıl, durumumuz kudretli değildir yoldaşlar. 

Sosyalistler Kant’tan bu yana yüreği halktan yana çarpan herkesin arzuladığı “ebedi barış”ın en militan savaşçıları olarak, acısını asıl olarak emekçilerin çektiği savaşların hepsinin derhal bitmesini ister elbette. Ama ülkeler ölçeğinde sosyalizm, dünya ölçeğinde komünizm dışında kurulan bütün barış hayallerinin daha fazla acı anlamına geldiğini ve ölümle süregidecek olan bir tarihin kısacık ve huzursuz dinlenme molaları olduğunu da bilirler. Faşistlerin başlattığı bir barış sürecinin devrimcilerin enine boyuna yaşadıkları tasfiye sürecini yaygınlaştırıp derinleştireceği görülecektir. 

Kürt halkı ve Kürt siyasi hareketinin durumu da maalesef kudretli değildir. Emperyalist güçlerin katalizörlüğünde ortaya çıkan ve kaderi Ortadoğu’nun her gün oynayan fay hatlarının kaprislerine göre yeniden çizilen devletsi yapılar ve/ya üs alanları, hangi iyi niyetlerle ve sosyalizan söylemlerle sürdürülüyor olurlarsa olsunlar ya emperyalizmle kanlı bir çatışmaya girmeye ya da emperyalizmin Barzanivari kuklacıkları olmaya yazgılıdırlar. Emperyalizmin sömürgeleri kurtardığı vaki değildir; eğer yeni sömürge olmayı kurtuluş saymıyorsak. 

Öte yandan, son süreç Türkiye’deki Kürt hareketi açısından görece bir rahatlama yaratacaktır muhtemelen. Ancak Ortadoğu’nun diğer yerlerindeki çatallanma burada da kendini iktidarla sert bir çatışmaya girme ya da onun yancısı olma şeklinde tezahür edecektir. Bu çatalların “sol” tarafında mücadele ve acı var ama sağ tarafı birkaç ölü gülün süs olarak serpiştirildiği bir diken tarlasından ibaret!

Durumumuz kudretli değildir ama kasvetli de değildir. 

Halkların ve sınıfların gerçek kurtuluşunu, devrimi ve sosyalizmi “yürekte, kitapta ve sokakta” örgütlemeye devam etmekten başka bir yol görünmüyor. Tarihin yolunu tıkayan asıl ceset kapitalizmdir. Çoktan öldüğü halde bir zombi, bir akgezen, bir “Gece Kralı” olarak yerküreyi felakete, insan topluluklarını barbarlığa sürüklemeye devam ediyor. Silahın ve yalanın muhafızlık ettiği kirli cesedini tüm dünyayı saran kokular salarak orta yerde çürümeye bırakmış bu sistemi tarihin yolundan kaldırıp tarihin çöplüğüne göndermek üzere söylemekten ve eylemekten vazgeçme seçeneğimiz yok. Bu bir kararlılık beyanı değil bir nesnel durum tarifi: Sınıf mücadelesi sürecektir; hep sürmüştür, hep sürecektir; sınıflar ortadan kalkana dek.

Egemenlerin ve emperyalistlerin eliyle getirilen bütün barışlar, tarihin karabasanları oldu. “Çocuğun gördüğü düş” olarak gelmiyorsa barış hepimizin gördüğü kâbus olacak demektir. 

Sosyalizm gelmeyecekse insanlar ölmeye devam etsin demiyoruz, sosyalizm gelmedikçe insanlar ölmeye devam edecek, diyoruz. “Ancak, bu böyle gitmez.” (BARIŞ YILDIRIM - YAZILAMA)

Blogger tarafından desteklenmektedir.