OKMEYDANI ÜZERİNE NOTLAR 1
Bazı mekanlarda, devletin yarattığı ve desteklediği bir çok toplumsal çatışma son derece görünür biçimde yaşanır. Walter Benjamin’in tanımlamasıyla, bu mekanlar olağanüstü hal mekanlarıdır; yani kapitalist devleti olağan hale getiren/olağanlaştıran baskı ve şiddet politikalarının, üste, suyun yüzeyine çıktığı, görünür olduğu mekanlardır. Bu mekanlarda yaşananlara bakmak bize kapitalist devlet formunun nasıl işlediği, hangi mekanizma ve taktiklerle kendisini yeniden üretebildiği konusunda ipuçları verir. Bu bağlamda, uzun yıllardan beri şiddetli devlet politikalarının en görünür olduğu mekanlardan biri olan Okmeydanı’nda yaşananları anlamaya çalışmak, bize hem Türkiye’deki devlet geleneğinin kendisini nasıl, hangi çatışmalar üzerinden devam ettirdiği konusunda ipucu verecektir, hem de hükümetin yeni manevralarını anlamamıza yardımcı olacaktır. Bu yazı dizisinde, devletin idare tekniklerini anlamamızın en önemli yöntemlerinden birinin, devlet pratiklerinin yarattığı ve/veya yaratmayı hedeflediği etkilere bakmak olduğunu iddia ederek, Okmeydanı’nda yaşananları etkileri üzerinden tartışacağım. Okmeydanı’nda yaşananlar, bir Alevi-Sünni çatışması yaratmak bağlamında bir çok yerde tartışıldı. Benim iddiam ise, Okmeydanı’nda yaşananları sadece bu çerçeveden görmenin, siyasi hareket alanımızı daraltacağıdır. Elbette, siyasi iktidar bu çerçevede bir kutuplaşmanın önünü açmak istiyor. Ancak, buna ek olarak, Okmeydanı’nda bir çatışma ortamı yaratarak, Gezi sürecinde bir ihtimal olarak bize göz kırpan, iktidara karşı oluşması muhtemel birleşik bir harekete karşı önleyici bir savaş başlatmıştır. Uğur Kurt’a sıkılan kurşun, aynı zamanda, iktidara karşı mücadele edenler arasındaki hali hazırda var olan veya oluşması muhtemel dayanışma ilişkilerini de kırmayı/parçalamayı hedefliyor. Peki, Okmeydanı’nda olmakta olan olayların etkileri nelerdir ve bunun toplumsal muhalefetin öznelerini ayrıştırmaya yönelik nasıl bir etkisi olabilir?
Hem başbakanın son dönemlerdeki söylemleri hem de Okmeydanı’nda yaşananlar hepimizde Alevi düşmanlığından gücünü alan Alevilere yönelik şiddet eylemlerinin yeniden canlanacağı korkusu yarattı. Alevi olanlarımız için bu korkunun zaten daha önceden yaşananlardan kaynaklı korkuları yeniden canlandırdığını, ve dolayısıyla Alevilerin bu ülkede kendilerini ne kadar güvensiz hissetmelerine yol açtığını tahmin etmek zor değil. Şiddetin en önemli etkilerinden biri, bütün varlığımızı tehdit ederek bizi yok olma tehlikesiyle yüz yüze bırakması, dünyada kendimizi yapayalnız ve kırılgan hissetmemize neden olmasıdır. Şiddetin yol açtığı acı ve öfke, diğer hislerimizi geçici bir süreliğine askıya alır ya da en azından onların gücünü bastırır. Şiddet kişiliğimize, kimliğimize, öznelliğimize müdahale eder. Yani, egemenliği kuran şiddet sadece dışsal fiziksel bir güç değildir. Şiddet aracılığıyla siyasi iktidarlar duygularımıza nüfuz etmeye, içimizi de işgal etmeye çalışırlar. Varlığımızı tehdit eden şiddet bizi o kadar can derdine düşürebilir ki, zaman zaman kendi acımızın derdiyle başka acıları görmez oluruz, kendimizi mağduriyetlerimizi yarıştırırken buluveririz.
Batılı sömürgeci idare yöntemlerinin takipçisi ve uygulayıcısı Türkiye devlet geleneği, tam da bu tekniklere benzer tarzda, şiddet uyguladıklarını ayrı ayrı kategorize ediyor, tanımlıyor, isimlendiriyor. Ateş sadece düştüğü yeri yaksın diye şiddetini ne kadar seçici uyguladığını bize gösteriyor. Önce öldürüyor, sonra Kürt’tü, Alevi’ydi, teröristti diye tanımlıyor. Siyasetin alanını şiddet üzerinden belirlemeye çalışıyor. Canına kastedilenleri siyasi temsiller üzerinden görmemizi sağlamaya çalışıyor. Böylece, örneğin Uğur Kaymaz ölünce, sadece bir çocuk ölmüş olmuyor. Kürt bir çocuk ölmüş oluyor. Kürtlüğü, Kürt siyasi temsilini akla getiriyor. Kürt hareketinin siyasetine yeterince sempati duymayanlar Uğur Kaymaz’ın ölümüne o kadar da üzülemeyebiliyor. Uğur için sokağa çıkmaya gerek duymayabiliyor. İktidarın bir çok cepheden farklı toplumsal gruplara saldırdığı ve onları tanımlama, tarifleme ve dolayısıyla ayrıştırma telaşına düştüğü bugünlerde, ezilenleri bir birbirleriyle mağduriyet hiyerarşisi üzerinden tartışırken buluveriyoruz. Ya da bizim derdimizi dert edinmediğini düşünerek birbirimize kızıp, küsebiliyoruz. Örneğin, Aleviler geçtiğimiz pazar günü Alevi yürüyüşüne katılımın az olmasına tepki gösterirken, Soma eyleminde olanlar Alevilerin aynı gün yürüyüş yapmasına kızabiliyor. Bugün yapmamız gereken, ayrı da dursak, ayrı yerlerde de olsak, birbirini duyarak, görerek ve tanıyarak ve en önemlisi bunu görünür hale getirerek toplumsal mücadeleyi örmektir. Ölümlerin ve şiddetin canımızı yaktığı şu günlerde, yanan canların acısında birleşmek, kapitalist değerleri besler biçimde kendini merkeze koyarak acıyı ve mücadeleyi karşılaştırma ve rekabet üzerinden yaşamaktan ve anlamlandırmaktan uzak durmak toplumsal bir sorumluluktur. Aksi takdirde, düştüğü yeri yakan ateş hepimizi yakacak.
OKMEYDANI ÜZERİNE NOTLAR 2
Geçen haftaki yazımda, devlet politikalarını anlamanın bir yolunun bu politikaların etkilerine bakmak olduğunu vurgulamış ve Okmeydanı’nındaki şiddetli devlet varlığının sadece Alevi düşmanlığını körüklemeye değil aynı zamanda toplumsal muhalefeti parçalamaya, kutuplaştırmaya yönelik bir etkisi olduğundan bahsetmiştim. Yazıda, şiddete maruz kalmanın getirdiği ruh halinin ezilenleri nasıl bir mağduriyet hiyerarşisinin içine sokabildiğine ve bu durumun da daha çok yalnızlaşmaya ve ezilenler arasında bir rekabete neden olduğuna değinmiştim. Bu yazıda ise, şiddetin aynı zamanda bir karşı-şiddet çağrısı olduğuna dikkat çekerek, bu çağrının muhalefetin farklı unsurlarının birbirine yabancı ve hatta düşman hale gelmesinin ve politikanın karşı-polisliğe indirgenmesinin nasıl önünü açtığına değineceğim.
Kentin yoğunluklu olarak Alevi, Kürt ve muhalif nüfusunun yaşadığı bölgelerde, 1990’lardan beri bir çeşit olağanüstü hal havası hakim. 1990’lardan itibaren, akreplerin ve panzerlerin gündelik hayatın bir parçası haline geldiği, belirli aralıklarla binlerce polisin, hatta helikopterlerin katılımıyla çeşitli operasyonların düzenlendiği, akreplerin zaman zaman bir eylemcinin peşinde gecekonduları yıkıp içine girecek ya da küçücük çocukları ezip geçecek kadar agresifleşebildiği bu mahallelerde yaşananlar, mahallelilerin benzetmesiyle zaman zaman Gazze’yi andırıyor. Yaşanan şiddet belki Gazze kadar yoğun olmasa da, sınırlarının militarist yöntemlerle kontrol edildiği, uzun yıllardır gidilmesi tehlikeli mekanlar olarak işaretlenen bu mahallelerde yaşanan şiddetin etkisinin Gazze’dekine benzer olduğunu söylemek mümkün.
Gazze üzerine çalışan antropologlar, Gazze’nin militarist yöntemlerle mekansal olarak ayrıştırılmasının ve kontrol edilmesinin, Filistin kurtuluş hareketinin bölünmesi üzerindeki etkilerine değinirler. Gazze’nin şiddettin hakim olduğu ve normalleştiği bir mekana dönüşmesi, Gazellilerin gündelik hayatlarını, deneyimlerini diğer Filistinlilerden ve Filistin kurtuluş hareketini destekleyen İsraillilerden radikal bir biçimde farklılaştırır ve Gazze dışındaki Filistinli muhalifler ve Gazzeliler arasında ortak bir dilin kurulmasını engeller. Bu ayrışmanın sonucunda, Gazze, Filistin’den farklı bir yer haline gelir, Gazze Hamas-istan olur. Peki bu nasıl olur?
Şiddet var olan bütün ilişki biçimlerini değiştirebilen, insanların duygularını ve algılarını radikal bir biçimde etkileyen, dönüştürebilen bir eylem biçimidir. Şiddet, sadece insanları hareketsiz kılan, baskılayan ve pasifleştiren bir dış müdahale değildir. Yaratmış olduğu tehditle ve uyandırdığı savunma ihtiyacıyla aciliyet hissini körükleyen şiddet, şiddet ortamında yaşayanların siyasi pratiklerini ve dolayısıyla siyasi kimliklerini şekillendirirken, varoluşlarının bir parçası haline gelir. Şiddet tehdidi altında yaşayanlar için en birincil eylem biçimi olası şiddeti engellemek, kendi varlığını şiddet ihtimaline karşı korumaktır. Şiddete maruz kalmanın yarattığı savunmasızlık hissi, bizi acil savunma ihtiyacı içine sokarken, karşı-şiddeti savunmanın araçlarından biri hale getirir. Yani, militarist saldırı, militarist karşı-saldırının zeminini oluşturur. Bu anlamda yukarıda değindiğim gibi, şiddet sadece muhalefeti bastırmak için değil aynı zamanda onu karşı-şiddet zeminine çekmek hatta siyasi muhalefeti buraya indirgemek amacıyla yapılan bir müdahaledir. Gazze örneğinde olduğu gibi, belirli bir mekana yoğunlaşmış devlet şiddeti, muhalefeti silahlı savunma üzerinden yürütmenin zemini açarak polisi ve polisliği siyasetin merkezine çeker, politikanın alanını daraltır, hatta muhalefeti depolitize eder. Şiddetin yarattığı tehdit o kadar büyük ve acildir ki, güvenlik sorunu, politik analizleri ve tartışmaları askıya alır. Diğer bir ifadeyle, güvenlik sorunu, acil güvenlik önlemi talep eder, dağınık ve parçalı olmayan, kendi içinde bütünlüklü askeri bir disiplinle hareket edebilen bir yapı talep eder, erkeksi bir karşı güç gösterisi talep eder. Bu talebin yarattığı süreç içinde gücünü en çok hissettiren grup, diğer güç odaklarıyla rekabete girerek öne çıkar, gücünü devam ettirebilmek için çeşitli şiddet performanslarıyla kendi gücünü yeniden yeniden hatırlatır. Gazze’deki İsrail şiddeti, kimliği kendisinden radikal biçimde farklı olan ama pratikleri İsrail askerine benzeyen, onunla mücadele etmek için onu taklit eden bir yapı doğurur. Gazzelileri en iyi “koruyan”, yani karşı-polislik pratiklerini en iyi uygulayan Hamas, Gazze’de kontrolü eline alır, Gazze Hamas-istan olur; diğer Filistinlilerin gözünde Hamaslıların yaşadığı yer haline gelir, Filistin’den ayrışır.
Bugün, Okmeydanı’nda yaşananlar ulusal ölçekte yeni yeni görünür olmaya başlasa da, İstanbul’un Alevi, Kürt ve solcu nüfusunun yaşadığı mahallelerde de çok uzun süredir, devlet yaratmış olduğu güvenlik tehdidi üzerinden devrimcileri karşı-polisliğe çağırıyor. Solun hem ülke ölçeğinde sınıfsal ve mekânsal olarak ayrışmasının, hem de bu mahallelerin kendi içinde yaşanan sol içi ayrışmanın en temel nedenlerinden biri bence budur. Okmeydanı’ndaki devlet şiddeti, Gezi’nin kemikleşmiş ve kimlikleşmiş siyaset yapma biçimimizi, başka karşılaşmalarla, sınırlarımızı genişleterek aşmamız yönünde açtığı imkan alanına bir müdahaledir. Okmeydanı’nda yoğunlaşan şiddet, Gezi öncesi var olan, Gezi sürecinde aşılma ihtimali bize uzaktan da olsa kısa süreliğine göz kırpan, sol-içi husumetlere ve sınıfsal kutuplaşmalara geri dönmek ve bu mahallelerde politikayı karşı-polisliğe çekmek için yapılan bir çağrıdır. Hem Okmeydanı’nın kentsel dönüşüm tehlikesi altında olduğu hem de genel olarak zor zamanlar yaşadığımız şu günlerde, bu çağrıyı görüp ona kapılmadan hareket etmemiz zorunludur. Siyasi iktidarın yürüttüğü savaş, aynı zamanda psikolojik bir savaş; bizi güvensizlik ve aciliyet hissinde tutmaya çalışan bir savaş. Ancak, bu hislere ve bu hislerin tetiklediği çağrıya kapılarak geliştirilecek politik tavır hızlı bir şekilde politik olmaktan çıkma tehdidi taşıyor.
DENİZ YONUCU-EVRENSEL