Geçtiğimiz aylarda “Seks Ticaretine Karşı Politika ve Uygulama, Türkiye Örneği” başlıklı doktora tezini bitiren Emel Coşkun, Türkiye'deki göç ve fuhuş politikalarının göçmen kadınları "insan ticareti mağduru" olsalar bile yeniden mağdur ettiğini iddia ediyor.
Coşkun ile araştırmasından yola çıkarak seks ticareti “mağduru” göçmen kadınların maruz kaldığı durumları, Türkiye’nin göç politikalarını, toplumsal cinsiyet ve göçmenlik hallerini, seks ticaretini ve Türkiye’nin fuhuş politkası konuştuk...
Bu çalışmaya başlamaya nasıl karar verdin? Başlarken hangi sorularla yola çıktın?
Öncelikle 1990’lardan itibaren Türkiye’de göçmen kadınlara yönelik fahişe algısı çok baskın; Türkiye'deki fuhuş, seks ticareti, göçmenlik nasıl iç içe geçiyor onu araştırmak istedim.
Seks ticareti uluslararası alanda çok popüler olan bir konu aynı zamanda çok ciddi mağdur söyleminin de olduğu bir alan. Medyada yansıtılan mağdur hikâyelerinde zorla alıkonulan ve fuhuş yaptırılan kadınların hikayeleri yer alıyor ama gerçekte ne oluyor? Türkiye'de nasıl oluyor? Kadınları nerede, kim buluyor, nasıl kurtarıyor? Kurtarıldıktan sonra neler oluyor? Bu soruları sorarak biraz araştırma yapınca zaten hemen karar verdim araştırmaya.
Çalışmanın detayından bahsedebilir misin? Kimlerle görüşmeler yaptın?
Türkiye’de fuhuş baskınlarında yakalanan kadınlar hasbelkader seks ticareti mağduru olarak tanımlanınca sığınaklara götürülüyorlar. Ben de sığınaklarda kalan kadınlarla görüşmeyi hedeflemiştim ama öyle bir şey olmadı, yani 'mağdur' olarak tanımlanan kadınlarla birebir görüşmedim. Bunun öncelikli sebebi güvenlik gerekçesiyle izin alamamamdı, sonra da zaten bunun iyi bir yöntem olmadığını anladım. Sığınakların İçişleri Bakanlığı ile anlaşması var, güvenlik gerekçesiyle araştırmacılara izin vermiyorlar, bir STK aynı zamanda kadınlara tekrardan travma yaşatma ihtimalinden dolayı izin vermediğini söyledi. Ama ben de bu sistemin detaylarını öğrenince bunun iyi bir yöntem olmadığını anladım. Kadınların kaldıkları sığınaklar yarı hapishane tarzında yani kendi başlarına dışarı çıkamıyorlar. Biraz tanık koruma programı gibi. Böyle bir ortamda samimi yanıtlar almanın zor olacağını düşündüm.
Ben de 'insan ticareti mağduru' olarak tanımlanan göçmen kadınlar yerine toplam 25 kişiyle görüştüm. Dışişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nden üst düzey yöneticiler, yabancılar şubeden polis ve komiserler, sığınak işleten STK’lardan çalışanlar, yöneticiler, doktor, avukat, psikolog ve Uluslarası Göç Örgütü çalışanları ile görüşmeler yaptım. Onlarla görüşerek seks ticaretine karşı politikada ve uygulamada Türkiye'de nasıl bir yol izlendiğini öğrenmeye çalıştım. Dolayısıyla devleti temsil eden kişilerin gözünden, bir de kadınlara doğrudan destek olan çalışanların gözünden bu süreci inceledim. Ayrıca insan taciri olmakla suçlananları savunan bir avukatla da görüştüm. 
Peki seks ticareti “mağduru” olan göçmen kadınlara Türkiye’nin yaklaşımı nedir?
Türkiye özellikle 2000'lerin başlarından insan ticareti mağduru kadınlara kötü davranmakla eleştirildi. Amerika’nın ünlü bir insan ticareti raporu var, 2004 yılında Türkiye insan ticareti mağdurlarına fahişe muamelesi yapıp sınırdışı eden ülke olarak o raporda eleştirildi. Yıllara baktığımızda 2000-2003 arası 15 bin kadın fuhuş sebebiyle sınır dışı edilmiş. Yine 2004’ten itibaren her yıl 3000’e yakın kadın benzer sebeplerle sınırdışı edilmiş. 2006’ya kadar bu rakamlar gerçekten ürkütücü. Bu kadınlar içinde çok sayıda insan ticareti, daha doğrusu seks ticareti mağduru olduğuna inanılıyor. Bu eleştirilerden sonra Türkiye insan ticareti suçuna fuhşa zorlamayı da (80. Madde) ekliyor. Birleşmiş Milletler'in insan ticaretine karşı protokolünden esinlenen insan ticaretinin tanımı şöyle düzenleniyor: "Zorla çalıştırmak, hizmet ettirmek veya esarete tâbi kılmak ya da vücut organlarının verilmesini sağlamak maksadıyla tehdit, baskı, cebir veya şiddet uygulamak, nüfuzu kötüye kullanmak, kandırmak veya kişiler üzerindeki denetim olanaklarından veya çaresizliklerinden yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle kişileri ülkeye sokan, ülke dışına çıkaran, tedarik eden, kaçıran, bir yerden başka bir yere götüren veya sevk eden ya da barındırılması".
2006'da yapılan bu değişimlerle birlikte artık seks ticareti mağduru olmak için yurtdışından Türkiye'ye getirilmek gerekiyor, öyle olunca da zaten otomatik olarak T.C. vatandaşları ve kendi ayaklarıyla Türkiye'ye gelen ve burada istismar edilen göçmen kadınlar kapsam dışı kalıyor.
Kimler mağdur olarak tanımlanıyor?
Türkiye'de insan ticaretini tespitle görevli polisin uygulamalarına baktığımızda iki kriter ön plana çıkıyor; birincisi yurtdışından gelmeden önce bir şekilde, iş vesilesi vs gibi sebeplerle Türkiye'den tacirlerin kadınla irtibat kurulması gerekiyor. İkincisi kadınların zorla alıkonması, tutulması gerekiyor. Bu zorla tutulmanın göstergelerinden birisi de kadınların para almaması demek oluyor çünkü para almak demek aynı zamanda rıza göstermek olarak yorumlanıyor. Türkiye’nin BM'nin tanımından ayrıldığı en önemli nokta da burası; BM'nin tanımında kişi (kadın) para alsa dahi bu bir rızanın olduğu anlamına gelmez çünkü zaten kişinin iradesi fesata uğratılmıştır diyor. Yani para ödemek o rızayı geçerli kılmıyor. Türkiye’de ise hala böyle bir ayrım var. Para aldığı iddia edilen ya da ispatlanan bir kadının 'mağdur' olarak tanımlanması çok zor.
Hukuk sisteminde 13 yaşında çocukların rızasının olduğunun varsayıldığı bir ülkeden bahsediyoruz, hele ki para alıyorsa bir kadına fahişe gözüyle bakılıyor, isterse mağdur olsun fark etmez.
Özetle, BM tanımı insan ticareti bağlamında fuhşun rızayla yapılamayacağını söylüyor. Ama Türkiye gibi bir ülkede rızayı yani sözde gönüllü seks satışını insan ticaretinden ayırmak çok kolay bir iş değil. Bu alana içkin olan erkek şiddeti, pezevenklik kurumu, borçlandırarak, kandırarak çalıştırma yöntemleri bu ayrımı yapmayı güçleştiriyor. Öncelikle bu yöntemlerde kadınlar kendisini "mağdur" olarak görmüyor. O görmeyince polis zaten hiç görmüyor.
Peki seks ticareti mağdurları nasıl tespit ediliyor?
Türkiye’de insan ticareti vakalarının tespiti genelde şöyle oluyor; normal asayiş polisleri eğlence yerlerine fuhuş şikayetiyle ya da rutin olarak baskın yaptığı zaman orda bulunan kadınları topluyor, gözaltına alıyor. T.C. vatandaşı bir kadın da bu şekilde gözaltına alındığında önce kaydı alınıyor, zührevi hastalıklar hastanesine götürülüyor, herhangi bir hastalığı varsa zorla muayene ve tedavi ediliyor. Biliyorsunuz Türkiye’de vesikasız seks satışı yasak. Yüz kızartıcı suç olarak tanımlanan fuhuş için para cezası yok ama zorunlu muayene var. AIDS, Hepatit gibi cinsel yolla bulaşan hastalıkların toplum sağlığını etkileyeceği endişesi ile kadınlar zorla muayene ediliyor, tedaviye zorlanıyor. Bu durumu feministler yaklaşık 140 yıl önce 'aletli tecavüz' olarak tanımlamışlar.
Göçmen olduğunuz zaman bu iş muayeneyle bitmiyor. Eğer mantar gibi çoğu kadında olan bir hastalık dahi olsa göçmen kadınlar hastalık sebebiyle sınırdışı edilebiliyor. Hastalığı yoksa vize ihlalinden ya da çalışma izni olmadığı için de, yani bir sürü sebepten dolayı kadınlar sınır dışı olabilir, ama bu hastalık çok ön plana çıkıyor. Her yıl 2 binden fazla kadın hala bu sebepten dolayı sınırdışı ediliyor. Kadınların hiçbir şekilde kendini savunma mekanizması yok.
Öte yandan fuhuş yaptığı şikâyetiyle 4-5 defa aynı şekilde gözaltına alınan T.C. vatandaşı bir kadına polisin zorla vesika verme hakkı var. Yani insan ticareti ile mücadele için uluslararası bir sözleşmeye imza atan bu devlet kendi vatandaşı bir kadını genelevde çalışmaya da zorlayabilir. O yüzden asıl amacı 'yasadışı fuhşu' ve 'yasadışı fahişeleri' engellemek olan bir polisten bir de mağdur tespit etmesini beklemek biraz fazla iyi niyetli bir beklenti olabilir. Bu yüzden mağdur tespitinde kadının şikayet etmesi ön plana çıkıyor.
Nasıl işliyor bu süreç?
Öncelikle eğlence yerlerinde 'yakalanan' kadınların hastalık, vize, çalışma izni bahanesiyle sınırdışı edilme ihtimalleri çok yüksek. Sınırdışı edilmese dahi bu sefer tespit mekanizmasının kendi zorlukları kadınları şikayet etmekten caydırıyor. Zaten kadınlar apar topar hastaneye götürülüyorlar, zorla muayene ediliyorlar, sonrasında karakola getiriliyorlar. Görüşmelerde kadınların taciri, pezevengi ile aynı ortamda tutulabildikleri, bu da onların şikayetçi olmasını engelleyebildiği söyleniyor. Polisin adli vakalarda savcılığa bildirmesi için 24 saat içinde o olayı teşhis etmesi gerekiyormuş. Yani polis bu bir fuhuş ya da insan ticareti vakası demek zorunda. Dolayısıyla 24 saat gibi kısıtlı bir zamanda kadın şikâyet etmezse yani "ben mağdurum beni zorla tuttular, çalıştırdılar" demezse o kadının sınırdışı edilme ihtimali çok yüksek. Görüştüğüm kişiler zaten sürekli polisle korkutulmuş olan bir göçmen kadının çıkıp da polise "ben mağdurum" demesinin pek mümkün olmadığını söylüyorlar. Bu tespiti sadece polisin yaptığını düşünürsek, sırf korkudan bir sürü kadının konuşmadığına inanılıyor. Varsayalım kadın tüm korkularını, travmalarını yenerek şikayetçi oldu, bu sefer de bunu ispat etmesi gerekiyor. Polisle işbirliği yapması ,"şu adam ya da kadın beni zorla satıyordu" demesi lazım. Zaten polis de diyor ki "şikâyetçi değilse, alan memnun satan memnunsa biz napalım?" Sanki komşun bahçenden elma almış gibi, şikâyetçi misin diye soruyor? İşte böyle bir mağdur tanımlama mekanizması var Türkiye'de. Kadınlara destek olacak güçlendirecek bir sivil mekanizma yok. Dolayısıyla kadınlar da sessiz kalmayı tercih ediyorlar, çünkü ailesine kadar uzanan bir tehdit var, bunun yanı sıra polis korkusu var. Eğer gerçekten çok canı yandıysa her şeyi göze alıp şikâyetçi olanlar oluyor. Bu sefer polis, kadına ispat et diyor çünkü tacirler ve pezevenkler çok bilinçliler, yasaları kendi lehlerine kullanabiliyorlar. Nerdeyse bu süreçleri avukatlardan iyi biliyorlar, çünkü 12 yıl cezası var insan ticaretinin, çok yüksek.
Kadın şikayetçi olursa ne oluyor?
Kadın şikayetçi olduğu zaman karşı taraf da diyor ki hayır rızası vardı. Rızasını ispat etmek için de ona para verdim diyor, bak tek başında X ülkeden gelmiş, ben getirmedim diyor. Bakıyorsun kadının elinde telefon, şık kıyafetler, hareket serbestliği var. Bugün Türkiye’de seks ticareti vakalarında en yaygın yöntem şuymuş: Göçmen bir kadın tanıdıklar üzerinden bir iş vaadi ile ya da kendi başına iş aramak için Türkiye'ye geliyor. Ona bir bakıcılık işi var deniyor, hatta işi bulan kişi pasaportunu, yol parasını da alabiliyor, maaşını alınca ödersin deniyor. Kadın anlaşıyor ve buraya geliyor, ama o sırada söz verdiğimiz iş gitti ya da işe başkası alındı deniyor. Ama yol parası ödendi, pasaportu alındı, borçlandı. Bir şekilde borcunu ödemeye mecbur bırakıyorlar, ikna ediyorlar. Bu durumda kadınlara da hediye, para gibi ufak şeyler verildiği söyleniyor. Örneğin tacir/pezevenk 50 lira alıyorsa kadına 5/10 lira veriyor. Kadın aylarca borcunu ödemeye çalışıyor ama o borç hiç bitmiyor. Ancak aylar sonra durumu fark edebiliyorlar.
Öte yandan zaten karakollara "dikkat yabancı kadınlar kendilerini insan ticareti mağduru diye tanıtıyorlar", "burada oturma izni almaya çalışıyorlar" minvalinde bir genelge gitmiş ta 2006'da. Polis de zaten öncelikle bu kadın mağdur olabilir diye yaklaşmıyor, biliyorsunuz karakolda dayak atılan, tecavüz edilen göçmen kadınların hikayeleri medyaya bile yansıyor artık. Tüm yabancı kadınların fahişe olarak görüldüğü bir toplumda polis de farklı değil. Fahişe olarak gördüğünüz bir kadına mağdurmuş gibi yaklaşabilir misin? Zaten medya da buna destek oluyor. 'Nataşa'lar erkekleri ayartıyor, aileleri yıkıyorlar deniyor. Bu kadar yoğun bir karşıt söylemin olduğu yerde göçmen kadınları mağdur olarak tanımlamak çok zor. Dikkat ederseniz fuhuş baskınları gibi haberlerde hep kadınların isimleri ya da AIDSli mi değil mi gibi bilgiler verilir. Ama o hastalık taşıyan erkeklerin isimleri hiç geçmiyor.
Peki bu sorunu nasıl tanımlamak, göçmen kadınların uğradığı ayrımcılığın önüne geçmek için neler yapmak gerekiyor?
Önce sorunu insan ticareti tanımının ötesinde görmek gerekiyor. Göçmenlerin öznesi oldukları sömürülme düzeyi gerçekten çok yüksek ve bu sömürü yasaların yarattığı eşitsiz sosyal ilişkilerden besleniyor. Ünlü insanlar bile evlerinde göçmenleri çalıştırıyor para vermiyor, neymiş yanlış deterjan kullanmış. Yolda birisi polisim diye sizi durdurup çalışma izninizi soruyor, para istiyor. Göçmenler bu tür şeylerle çok karşılaşıyorlar. Laleli-Beyazıt'ta, Osmanbey'de, Merter'de, Mecidiyeköy'de ve belki Türkiye'nin her yerinde göçmenlerin hem emek sömürüsü hem cinsel anlamda ciddi istismara uğradığını biliyoruz. Örneğin Beyazıt'ta bir işyerinde her hafta göçmen işçiler değişiyormuş. Yani haftalık yevmiyelerin verileceği zaman göçmenler kağıtsız diye vermiyorlar, göçmenleri inşaatlarda çalıştırıp sonra ücretlerini ödeyecekleri zaman polise şikayet edip sınırdışı ettiren patronlar var. Bu yasaların ve toplumsal yargıların beslediği eşitsizlikten kar eden çok işletme var. Yani göçmenler genel olarak çok mağdurlar ama fuhuş alanı çok daha özel çünkü burada sadece kadınların emeği değil bedenine ve hatta benliğine el koyarak, onun üzerinden kazanç sağlamak söz konusu. Hele Türkiye gibi sıkı devlet kontrolü, toplumsal baskı, dışlama ve cinsel şiddetin yoğun olduğu bir fuhuş rejiminde kim insan ticareti mağduru kim değil ayırt etmek zaten çok zor. Hatta bu ayrım anlamsızlaşıyor.
Tanıma geri dönersek, aslında insan ticareti denilen şey çok kişiyi kapsayabilir. Örneğin kapı komşun diyelim Türkmenistanlı bir bakıcı çalıştırıyor. Haftada 7 gün bir yaşlıya ya da bebeğe bakıyor, pasaportunu işveren almış, çalışma izni zaten yok, tamamen işverenin iki dudağının arasından çıkan lafa bakıyor. Alacağı 400-500 dolar için en kötü çalışma koşullarına razı olmuş. Bu kadın insan ticareti mağduru değil mi? Bir ay boyunca çalıştığı evden hiç çıkmayan göçmen kadınlarla tanıştım. Siyahlar için durum çok daha zor, hem ten renginden dolayı ırkçılığa maruz kalıyorlar hem de kadın oldukları için değersizleştiriliyorlar.
Göçmenlerin Türkiye’de yasal olarak çalışmaları çok zor, yöneticiler ve futbolcular hariç hemen hemen göçmenlerin hiçbirinin güvencesi yok. İşlemler çok uzun, hiçbir işveren sigorta yaptırmak, çalışma izni almak istemiyor. İşveren göze alsa bile yasal süreçler zor, kısıtlamalar var. Örneğin bir işyerinde en az 5 vatandaş çalıştırman gerekiyor vs. Bu da işverenin işine geliyor çünkü hiçbir güvencesi olmayan bir göçmen çok daha itaatkar bir işçi oluyor. Devlet de işveren de bu sömürü düzenini çok destekliyor. Devlet bu sayede aşırı ucuz işgücü sağlıyor, işveren de istediğini yaptırıyor, istediğini de yapıyor. Dolayısıyla Türkiye’de kayıtdışı çalışma ve sömürü o kadar yaygın ve ağır ki, özellikle de göçmenler için, herkes insan ticareti mağduru olarak tanımlanabilir. Yani bu sadece tanımla olacak bir şey değil, en süper tanım bile olsa tamamen sonuca odaklı, sen yarattığın eşitsizliği görmüyorsun. İstediği kadar insan ticareti ile mücadele ediyorum dese de bu devlet öncelikle bu eşitsizliği yaratan yasaları ortadan kaldırmadıkça hiçbir sonuca ulaşamaz.
Bu da şu demek; öncelikle göçmenler için oturma ve çalışma izinlerinin kolaylaştırılması gerekiyor, isteyen kolayca izin alsın, işverene bağımlı olmasın. Zaten insanlar çalışıyorlar, onlar bize iş bulun demiyor ki sadece diğer vatandaşlar gibi güvencemiz olsun diyorlar, iznimiz olmadığı için sömürülmeyelim, şiddete uğramayalım diyorlar. Bu yüzden Türkiye'nin vize, pasaport yasası, fuhuş yasası değişmeli, kadınlar şiddete uğradıklarında acaba fahişe muamelesi görür müyüm diye korkmamalı. Ama en önemlisi eğer bu devlet fuhşu ahlaki kaygılarla değil, kadının insan haklarına bir saldırı olarak görüp de ortadan kaldırmak isterse öncelikle kadınları cezalandırmaktan vazgeçmeli, erkekleri cezalandırmaya, deşifre etmeye başlamalı. SEMA MERVE İŞ-BİANET
Daha yeni Daha eski