Tayyip Erdoğan’ın ve şürekasının hayallerinin yanında bir de kabusları mevcut. Bu kabuslar her an her yerde karşılarına çıkabiliyor
Cumhurbaşkanlığı seçimine bir aydan az bir süre kaldı. Demokrasimiz çok büyük yol kat etti, 12 Eylül 1980’den beri. Cuntanın atadığı cumhurbaşkanından halkın doğrudan seçtiği cumhurbaşkanına yol aldık, yaklaşık 35 yılda. Geldiğimiz yer ise yine kandırmaca, yine komedi. Eskiden cuntanın izin verdiği adaylar arasından başbakan seçilirdi, şimdi parti başkanlarının izin verdiği adaylar arasından cumhurbaşkanı seçiliyor. Dört partili Meclis’ten üç tane aday çıktı. Ve halka, bu üç adaydan birini daha doğrusu ikisinden birini seç bakalım deniyor. Ne demokrasi! Katır mı, satır mı? Sıtma mı, veba mı?
Adaylar seçime yaklaşık bir ay kala kendilerini ifşa ettiler. Ve bu kadar kısa bir süre doğal olarak, toplumda yaygın bir seçim atmosferi yaratılmasına ve adayların “sağlıklı” bir seçim kampanyası sürdürmelerine engel olmakta. Zorunlu olarak süreç Amerikanvari kampanyalara dönüşmüş durumda. İçi boş sloganlarla büyük hedeflere işaret ediliyor. Tayyip Erdoğan şimdiye kadar her sloganı kullandığı için tekrara düşüyor; “demokratik toplum, refahın yönetimi, öncü ülke Türkiye” ve bir de “devletin başı cumhurbaşkanı, icranın başı cumhurbaşkanı.”[1] Kısaca söylediği “şimdiye kadar nasıl bir yönetim anlayışı gösterdiysem, bundan sonra aynısını daha da katmerleşmiş biçimde göstereceğim.”
Ekmeleddin İhsanoğlu ise yarışa geriden ama çok geriden başladı. İlk olarak ismi sıkıntılı, kimsenin aklında kalmıyor, doğru telaffuz edilemiyor. Eee, yapılacak olan belli, Amerika yeniden keşfedilmeyecek ya. En bilinen bir obje ile benzerlik kurmak; “ekmek için Ekmeleddin”. Bu slogana nadide bir katkıda da bulundu Ekmeleddin Beyefendi; “Ekmek diyorsan Ekmeleddin, lavaş diyorsan Mansur Yavaş, lahmacun diyorsan Demirtaş.” İhsanoğlu’nun kampanya sürecinin zayıf kalmasının nedeni, kişiliğinin tüm olumsuz yönlerine rağmen arkasındaki partilerin desteğinin güçlü olmamasıdır. Kendisi miting konuşmaları yapamaz, kitleleri etkileyemez durumda olmasına rağmen CHP ve MHP başkanları da mitingler organize ederek Ekmeleddin’in adaylığını güçlendirememektedir/güçlendirmemektedirler. Bunun özel bir seçim taktiği mi, yoksa olası başarısızlığa ortak olmak istememe hali mi, bilinmez. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun konuştukça demokrat kitlelere daha itici geldiği düşünülürse, konuşmaması daha hayırlı olacaktır (özellikle CHP yönetimi için). Mitingler yaparak kitlelerin karşısında savunamadıkları adayları için, CHP yönetimi ancak “kulaktan kulağa oynayarak” oy talep etmekte.
Sürenin sınırlı olmasından en olumsuz etkilenen ise Selahattin Demirtaş. Çünkü bu süreç, Kürt sorununun daha iyi kavratılması ve Kürt siyasi hareketinin ülkedeki tüm sorunlara ilişkin çözüm önerilerinin anlatılması için çok uygun bir dönem olarak geçirilebilirdi. Ancak Demirtaş da diğerleriyle benzer bir yol izlemek zorunda kaldı; programının zengin içeriğine rağmen “Artık yeni şeyler söylemek lazım”, “bir cumhurbaşkanı düşünün ….” sloganlarına daraldı.
Seçim yönteminin tüm anti-demokratikliğine, seçim sürecinin sıkışıklığına, kampanyaların sığlığına rağmen bu dönemin sonunda ülke siyasetinde yeni bir döneme geçilmiş olacak. Kuşkusuz bu durumun asıl zorlayıcısı Tayyip Erdoğan. Erdoğan’ın olası cumhurbaşkanlığının[2] ilk doğrudan sonucu zaten çok sınırlı inisiyatife sahip olan Meclis’in / milletvekillerinin, bu inisiyatif aralığının bile tamamen ortadan kalkması olacak. Bakanlar Kurulu’nun Çankaya Köşkü’nde yapılması kimseyi şaşırtmayacak. Sözde halkın temsilcileri olan milletvekillerinin bu pozisyonları artık halkın gözünde de tamamen ortadan kalkacak.
Diğer yandan Erdoğan’ın olası cumhurbaşkanlığı, CHP’de de önemli siyasi sonuçlar doğuracaktır. İlk olarak Mansur Yavaş, Lütfü Savaş ve Ekmeleddin İhsanoğlu tercihleri sorgulamaya tabi tutulacaktır.[3] Zaten sotada bekleyen ulusalcı kanat, büyük ihtimalle harekete geçecek, ya parti başkanlığını değiştirmeye ya da gözleri keserse yeni bir parti kurmaya girişeceklerdir. CHP’nin içine gireceği bu süreç zorunlu olarak içe kapanmaya ve sosyal-demokrat kitle ile “umursamaz” bir ilişkiye girmesine yol açacaktır.
Bu iki gelişmeye yasaların ve hukukun da artık tamamen işlemez hale getirildiği bir durumun eklenmesiyle, özellikle Haziran İsyanı ile farklı bir bilinç ve eylem geliştiren halk kesimlerinin siyasi süreçlere müdahalesi parlamentonun ve mahkemelerin dışına çıkacaktır. Kendiliğinden ya da iradi olarak parlamento dışı siyasi mücadele/müdahale araçlarının geliştirilmesi bir zorunluluk haline gelecektir. Yasal parti biçiminde örgütlenmiş yapılar, umudunu sadece mahkeme kararlarına bağlamış zihniyetler ya da laf ederek / lafını büyüterek kamuoyu baskısı yaratacağını düşünen şahsiyetler böylesi bir süreçte devreden çıkacaklardır. Mücadelenin sürekliliği, müdahalenin doğrudanlığı sonuç almayı sağlayan yegane özellikler olacak. Fiili, meşru ve mücadele içinde kurulmuş örgütsel yapılar da bu sürecin asli ilerletici gücü olacaktır.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin bölgesel sorunların çözümüne de bir etki etmeyeceği, özellikle Erdoğan’ın seçilmesi halinde daha da müdahaleci ve sorun çıkartıcı bir biçimde büyüyeceği açıktır. IŞİD’in kendi başına bağımsız bir proje olmadığı, tam tersine emperyalist güçlerle yerli işbirlikçilerin beraber geliştirdiği, önünü açtığı daha büyük bir projenin parçası olduğu anlaşılmakta.[4] Irak’ın bölünme planında AKP’nin ilgisi ve bilgisi olduğunun kanıtını ise (her ne kadar kanıt aramaya gerek bile olmasa da) Hüseyin Çelik’in Irak’ın bölünmesinin kaçınılmaz göründüğü ve bunun kendilerince olumlu karşılanacağı yönündeki sözlerinde buluyoruz.
IŞİD’in tetikçiliğiyle birlikte bölgedeki bütün güçler harekete geçmiş durumda. Suudi Arabistan, Katar, İran, İsrail, Suriye ve elbette Türkiye. İran, Irak’taki Şii bölgesi ve Irak merkezi hükümeti ile ilişkilerini “geliştirmekle” meşgul. Suriye yönetimi Sünni cihatçıların denetimindeki bölgeleri hızla geri almaya çalışıyor. İsrail, tüm dünya halklarının gözü önünde Filistinlilere karşı giriştiği katliamlarına fırsattan istifade hız verdi. Amacı Filistin halkının yaşadığı bölgeleri daha fazla daraltmak ve Filistin halkı üzerinde uyguladığı baskıyı artırmak.
Tayyip Erdoğan da bu fırsatı kaçırmak istemiyor. Bir yandan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Kürtlerin AKP’den kopmasını engellemeye çalışırken diğer yandan bölgede Barzani ile “derin stratejiler” geliştiriyor. Barzani ile bölgedeki ortak çıkarları Rojava’yı ezmek. Barzani bölgede kendisinden farklı bir Kürt inisiyatifinin oluşmasının feodal, gerici, işbirlikçi iktidarını tehlikeye atacağının farkında, Erdoğan da PKK inisiyatifinin bölgede güçlenmesinin pazarlıkta elini çok zayıflatacağının. Bu iki gerici gücün işbirliği ise Kürt halkına, özellikle Rojava’da yaşayan Kürt halkına zulümden başka bir şey getirmeyecek.
Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu politikasının ülkeye yansımaları ise her geçen gün daha da büyüyor. Suriyeli göçmenlerin sayısı bir milyonu aşmış durumda. Zengin göçmenler için Türkiye “cennet”, yoksul olanlar içinse dilenilecek, fuhuşa zorlanılacak, ucuza çalıştırılacak bir “cehennem”. Ve içlerinde cihatçıların kol gezdiği her an provokasyon tehlikesi yaratabilecek koskoca bir tehdit. AKP’nin yaptığı ise yarattığı bu soruna bir çözüm bulmak yerine halkların karşı karşıya gelmesine seyirci kalmak, böylece hedef haline gelmekten kurtulmak.[5]
Diğer yandan Erdoğan’ın mezhepçi politikaları sayesine örgütlenmiş Sünni gericilik cüretini arttırmış durumda. IŞİD birçok il ve ilçede açıktan propaganda yapabilir, para toplayabilir hale geldi. Sarıklı, cüppeli propagandistler plajlardan barlara kadar her yerde gerici propagandalarını arttırmaya başladı. Cüret artık o boyutlardaki İHH TIR’larını Hopa’ya sokabileceklerini bile hayal edebiliyorlar!
Ancak Tayyip Erdoğan’ın ve şürekasının hayallerinin yanında bir de kabusları mevcut. Bu kabuslar her an her yerde karşılarına çıkabiliyor. Halkın otobüsü olup Melih Gökçek’in karşına, TIR’a barikat olup Hopa Belediye Başkanı’nın karşısına çıkıyor. Somalı madenciler olarak Ankara’ya dikiliyor, yok saydıkları sağlık emekçileri olarak hastanelerden yürüyorlar. İstedikleri kadar görmezden gelmeye çalışsınlar, LGBTİ bireyler onurlu kabuslar oluyorlar. Kadın katliamına son diyen kadınlar dolduruyor sokakları. Arhavi’ye, İğneada’ya, Parkorman’a “hayalleriniz buraya giremez” barikatı kuruyorlar.
Daha sonuçlanmamış bir cumhurbaşkanlığı seçim süreci önümüzde duruyor. Tayyip Erdoğan ve şürekası için yarış henüz noktalanmadı. Ancak kesin olan öncesinde de sonrasında da halkın hak mücadelelerinin önünde, aşılması gereken bir hendek olarak duracaklar.
Artık bu düzene irade teslim etmenin, yetki devretmenin vakti çoktan geçti. Aranacak hukuk maddesi, çalınacak milletvekili kapısı artık yok. Tek yol halkın fiili, meşru, kararlı mücadelesi.
[1] Erdoğan’ı, özellikle MHP kitlesini yanına çekmede bu slogan avantajlı kılıyor. “Vurdu mu oturtan cumhurbaşkanı.”
[2] Erdoğan, cumhurbaşkanı olamasa bile siyasetten çekilmeyecektir. Çok büyük olasılıkla AKP’nin “üç dönem” şartı kaldırılacak ve AKP Genel Başkanlığına devam edecektir, ta ki şansını bir kez daha deneyene kadar. Çünkü hayalinin iki dönem cumhurbaşkanlığı yapmak olduğu, yani cumhuriyetin 100’üncü yılı 2023’te ve Halifeliğin kaldırılışının 100’üncü yılı 2024’te devletin başında olmak istediği aşikar.
[3] Bu sorgulamayı yapacak en önemli kesim kuşkusuz Aleviler olacaktır.
[4] Özgür Gündem gazetesinde, bir diplomatın açıklamalarına dayandırılan haberde, IŞİD’in Musul’u alması da dahil Ortadoğu’daki tüm dengeleri değiştiren ilerleyişinin, ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye’nin bilgisiyle Amman’da planlandığı, KDP ve Baasçılarında da katıldığı 1 Haziran’daki toplantıda karar verildiği söylendi. Süren pazarlıklarla bölgesel çapta dengeler de değişiyor. Örneğin Irak Meclis’ine Sünni birinin başkan seçilmesiyle, Tıkrit’in Irak ordusunun eline geçmesi aynı zamanda oldu.
[5] Eğer Tayyip Erdoğan Çankaya köşküne çıkarsa, Köşkün bahçesine Suriyeli mülteciler için bir kamp kurar mı?SENDİKA.ORG