Burgazadalı âşıkların sırtlarını kızıl kayalara dayayarak Uludağ'ı, Bozburun'u, hatta İmralı'yı seyrettikleri doğal locada insanın artık oturası yok. Bir zamanlar sadece zarif bir patikayla ulaşılan Kumbaros kayasının üstündeki mevki 80'li yıllarda yangın yolu açıldıktan ve özellikle asfaltla kaplandıktan sonra hafriyat ve eski evlerden çıkma döküntülerin uçurumdan aşağıya serbestçe atıldığı bir rampa oldu.
Doğal hazineleri çöplüğe çevirmede üzerimize olmadığı gibi son zamanlarda haftanın belirli günlerinde çıkarma gemisiyle ana karaya götürülmek üzere atıkların yüklendiği iki adet koca çöp arabasının tam da orada, manzaraya nazır bekletilmesi güzelim köşeyi mecburen gözden çıkarmamıza sebep oluyor.
Ada ahalisi de zaten vaktinin çoğunu kulüplerde, restoran ve kahvelerde geçirdiğinden ilgili mercilerin özellikle yazlıkçıların ve turistlerin keyfini kaçırmamak için çöpleri gözlerden ve burun deliklerinden ırak bir noktada bekletmesine şaşırmamak lazım, ne de olsa adaların ulaşımı nispeten zor arka kısımlarının yıllardır ayıpların saklandığı virane vazifesi gördüğü malum.
Yeni yasaklar mı getirildi?
Adanın Hristos, namıdiğer Bayrak tepesine mehtabı seyretmek üzere çıktığınızda ise sizi uzaktan "Ulaan…" nidalarıyla uyaran Orman Müdürlüğünün görevlileri karşılayabiliyor.
Hristos Manastırının yanıbaşındaki düzlükte, çamların altında konuşlanmış mevzubahis kişiler etrafı çitlerle çevrilmiş özel bir mülke veya askerî bir alana izinsizce dalmışsınız gibi haykırırken kendinizi suçlu hissedip neye uğradığınızı şaşırmanız mümkün. Yoksa adada sıkı yönetim ilan edildi de haberimiz mi yok?
Yıllarca yasaklarla kuşatılmış yaşamımıza yeni yasaklar mı getirildi?
Oysa bir zamanlar çamların içinden tepeye ulaşılan ana yolda "ormana girilmez" diye bir uyarı tabelası yok. Orman Müdürlüğü'nün tepede kurduğu üsse dikkatli baktığınızda mıntıkaya yerleştirilmiş bir kamyon, bir konteynır, önünde çeşitli koltuk, masa veya yatak gibi ev eşyaları, gündüz güneşini bertaraf eden eğreti bir tente ve altında parıldayan ampulle ideal bir içki sofrasının tüm unsurlarının oluşturulduğunu fark edersiniz, bangır bangır çalan müzik de cabası.
Görevli dokuzdan sonra tepeye çıkmanın, ormana girmenin, sigara içmenin yasak olduğunu bağıra bağıra bildirip hızla size yaklaşırken tehditkâr tavrını sürdürebilir. Adanın bir yangınında tepeye itfaiye ekiplerinden önce ulaşıp, ergenken sırtınızı gövdesine yaslayarak gurubu seyrettiğiniz çam ağacını nasıl kurtardığınızı, adaya sonradan yerleştirilen megafonlardan yapılan paniğe sevk edici anonslar bir yana silah sesleriyle sabaha doğru uyandırılıp yangına müdahaleye katıldığınızı veya Burgaz ormanının neredeyse tümünün yanmasına sebep olan 2003 felaketinde, Çingene mahallesindeki koca bir çamı ıslatmak uğruna alev almış bir tüpgazın yanından defalarca geçtiğinizi anlatsanız fayda eder mi?
Yoksa görevlinin yangın ihbarını zamanında yapabilmesi veya yangına aniden müdahale edebilmesi bir yana, yangının kaynağını şahsen oluşturma ihtimali daha yüksek değil mi?
Neredeyse 50 yıldır bu adaya gelen ve kendini adalı sayan benim bu yasaklardan niye haberim yok veya her türlü anonsu yaptıkları megafondan bunu da bize niye bildirmiyorlar?
Atların ve faytonların adaları
Aşağıya inip şehirli burjuvaların kendilerini genellikle adalılardan soyutladığı mevzubahis kulüplere giderken, Zabıta Komiserliği ve İtfaiyenin konuşlandığı yolun başında sizi üzerindeki kuş pisliği uzun bir süre temizlenmemiş olan Atatürk büstü karşılıyor. Yıllar boyunca mütevazı olduğu kadar estetik büstün kaidesini Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) tepki olsun diye kaba ve çirkin bir kaideyle değiştirenlerin duruma aynı hassasiyetle yaklaşmadıkları kesin!
Çarşıda ise sizi yoğun bir araç trafiği beklemekte: Sayısı ölçüsüzce artmakta olan elektrikli bisiklet, iki veya üç tekerlekli motosikletler bir yana, zabıta araçları, ayrıştırılmış çöp kamyoneti, ambulans, polis arabası, malum çöp kamyonları, telekomünikasyon sektörünün araçları, doğal gaz şirketinin arabası, postanenin aracı, küçük ve büyük boyutta kamyonlar, bir yakıt tankeri, dev bir inşaat kepçesi ve şiddetli bir gürültüyle hareket eden yol süpürme araçlarının arasından ilerlemeye çalışan faytonlar: Sanki yetkililer atları ürkütmek için elinden geleni ardına koymuyor gibiler...
Bir faytonun, Fazıl Say'ın geçenlerde konser verdiği Medeni Bey Burnunu döndüğü anda, Kınalı'dan Burgaz'a hızla gelmekte olan İDO'ya ait katamaran sahile gayet yakın geçtiğinden dalgaları kıyıya şiddetle çarpıp denizin suları Gezinti caddesine taşınca atlar ürkerek şaha kalkıyor, arabacı kayganlaşan otoban asfaltının üzerindeki hayvanları zar zor zaptederek faytonu durdurduktan sonra dalgaların ve atların durulmasını bekliyor, yolcular paniklerini dizginlemekle meşgul…
Çok daha vahim sonuçlarla karşı karşıya kalmamıza sebep olan kazalar faytonların ortadan kaldırılmasını isteyenlerin mazeretlerinden birini oluşturuyor, halbuki at ölümlerinin büyük çoğunluğu ahırlarda meydana geliyor.
En önemlisi Prens Adalarının İstanbul'da atlarla insanların beraberce yaşadığı son ortam olması. Her ne kadar atların bakımsızlığından, faytonların güvensizliğinden veya arabacıların uygunsuz kıyafet ve davranışlarından sık sık bahsedilse de ilgili kurumların durumu iyileştirmek için fazla bir çaba sarfetmedikleri kesin.
Ne de olsa yetkileri Büyükşehir Belediyesi, Ukome, İspark ve Adalar Belediyesi arasında bölüştüren fayton mevzuatı problemin çözümsüzlüğüne zemin oluşturan esas unsur. Özellikle Arap ülkelerinden Büyükada'ya yoğunlaşan turizmin getirisinde gözü olanların orantılı bir paylaştırma yapılmadığını düşünmeleri de ayrı mesele.
Adalarda atlara yönelik tıbbi desteğin yetersizliği, veteriner eksikliği, barınma imkânlarının iptidailiği aşılması imkânsız engeller gibi gösterilmekte, durumun iyileştirilmesi yönünde faydalı olabilecek denetimler ise yetersiz kalmakta; oysa adada bir zamanlar karantina binası bile vardı.
Atarın dışkı kokusu ve cilalı imajlar
Bilhassa Büyükada’da örneklerine sık sık rastlanan çirkin ve agresif yapılaşmanın önüne geçilemediği gibi inşaat sektörünün önünü açmaya yönelik gibi görünen motorlu araç kontenjanı ve tonajının artırılması İstanbul'un ezelden beri en huzurlu köşelerinden biri olan adaların bozulmasına sebep olacağa benziyor.
Mesela Kalpazankaya'ya giden o daracık yolun virajlarında karşınıza aniden çıkan, taşımacılık kooperatifinin yük taşıyan faytonların yerini alan kamyonu, hızı ve gümbürtüsüyle atları olduğu kadar insanları da ürkütebiliyor.
İstanbul'un, dünya çapında çağdaş bir metropol olması için geleneksel yaşam biçim ve alanlarını gözden çıkarmaktan imtina etmeyenler belki de atların dışkı kokusunun cilalı imajlarını çizdiğini düşünüp faytonları yok etmek istiyor olabilirler.
Oysa Londra, Viyana veya Sevilla gibi Avrupa şehirlerinin göbeğinde fayton kültürünün tüm haşmetiyle yaşatıldığını hatırlatmakta fayda var. Hatta çok uzağa gitmeye gerek yok, adalar gibi doğayla ilişkinin yoğunlukla yaşandığı bir ortamla alakası olmasa da İzmir'in Kordonboyunda faytonlar saygın bir biçimde faaliyetlerini sürdürmekte, üstelik belediye tarafından kendilerine tahsis edilmiş bir veteriner hekimin gözetiminde.
Batıya ve kentsoylularına özenip bir an önce onlar gibi olmaya can atan bazı görmemişler kent kültüründen nasiplerini yeterince alamadıkları gibi köylü geçmişlerinden utanıp kırsal yaşamı hatırlatan her türlü unsuru yaşamımızdan çıkarmaya niyetli gibi görünüyorlar.
Adalara sahip çıkmak
Adayı sadece bir sayfiye yeri olarak görüp tüm hizmetleri belediye, polis, zabıta ve diğer resmî kurumlardan bekleyen yazlıkçıların ataletten ve internet ortamındaki kısır tartışmalardan kurtulup adalılarla elele vererek adalarına sahip çıkmalarının zamanı geldi de geçiyor.
Korkmaya ve sindirilmeye alıştırılmış azınlıklar gibi değil, arsız kapitalizmin pençesine düşmemek için küresel bir direniş bilinciyle, kıskaç altına alınmamıza sebep olan hukuki değişimleri adım adım takip ederek; gezegeni saran güvenlik paranoyasından payını alan İstanbul'daki polisiye önlemlere sırtını yaslamaya ihtiyaç duymadan, sekteye uğramış olsa da yüzyıllar içinde oluşmuş ada kültürünün tipik özelliklerine güvenerek; kentin geleneksel mahalle dokusundan uzak, kale gibi korunan steril sitelerde yaşanan klostrofobiyle değil, adaların suyla çevrili olmasının getirdiği doğal korunma dinamiği ve içgüdüsüyle.
Ne de olsa kapasitesini çoktan aşmış, reklama ihtiyacı olmayan, toplumsal dokusu, mimari değerleri ve yeşiliyle aynen korunması gereken sit alanı Prens Adaları ranta açılınca şimdiki ahalisinin elinden kayıp gidebilir... MURAT TÜRKER-BİANET