Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

"Dikkat buyurunuz, tüm dünyayı değil, Mekke ve etrafını uyaran kitap!"

ARAP DİNİ Mİ? Önce iddiamı yazayım: Başlangıçta İslam tüm insanlığa değil yalnızca Araplara gönderilmiş bir din olarak kurgulanmıştı f...

ARAP DİNİ Mİ?
Önce iddiamı yazayım: Başlangıçta İslam tüm insanlığa değil yalnızca Araplara gönderilmiş bir din olarak kurgulanmıştı fakat güçlendikçe sonradan evrensel niteliğe büründürüldü.
Şimdi bu iddiamı kanıtlamak için ilgili ayetlere bakalım…
“Bu indirdiğimiz, kendinden öncekileri doğrulayan, Mekkelileri ve etrafındakileri uyaran mübarek kitaptır…” (Enam, 92)  
Dikkat buyurunuz, tüm dünyayı değil, Mekke ve etrafını uyaran kitap!
Ey Muhammed! Böylece şehirlerin anası olan Mekke’de ve çevresinde bulunanları uyarman… için sana Arapça okunan bir kitap vahyettik…” (Şûra Suresi, ayet 7)  
Dikkat buyurunuz, sadece Mekke ve çevresini uyaran, bu yüzden Arapça olan bir kitap! Tüm dünyayı ve tüm insanlığı uyaran değil!
“(Ey Muhammed!) De ki, ‘Ben, yalnız her şeyin sahibi olan ve bu kutlu kılınmış şehrin Rabbine kulluk etmekle emrolundum. Müslümanlardan olmakla ve Kur’an’ı okumakla emrolundum’…” (Neml Suresi, ayet 91)
Kutlu kılınmış şehir: Mekke. Allah da Mekke’nin şehir Tanrısı olarak düşünülüyor en başta. Yahova’nın sadece Yahudilere has olması gibi. İslam kurucuları hedef kitlesini yolun başında dar tutuyor. Ne zamanki kuvvetleniyorlar, ancak ondan sonra tüm insanlığa hitap etmeye başlıyorlar.
“Tin ve zeytine andolsun. Andolsun Sina Dağı’na. Andolsun bu güvenli Mekke şehrine” (Tin Suresi, ayet 1-3).
Dikkat buyurunuz, şehre and içiyor, yarattığı tüm dünyaya değil. Çünkü kendisi kutsal sayılan bu şehrin Tanrısı. (Bu arada, Tanrı neden and içer? Hadi and içti diyelim, zeytine and içilir mi!)
”Eğer (savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.” (Tevbe/39) 
Ayetten anlaşılıyor ki Allah, İslam ortaya çıktığında başlangıçta sadece Arap kavminin Tanrısı olarak düşünülmüştür. Bu yüzden ayette “dediğimi yapmazsanız başka bir kavim seçerim sizin yerinize” diyor. Tüm insanlık için gönderilmiş bir din olsa böyle bir şey denemezdi.
“(Bu Kur’an) Ataları uyarılmamış ve bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir kavmi uyarman için indirilmiştir” (Yasin Suresi, ayet 7)  
Ataları uyarılmamış kavim: Arap kavmi. Arap kavminden daha önce peygamber çıkmamıştı çünkü. Her peygamber kendi kavmine dönük din getiriyor. İslam da Arap kavmine gönderilmişti, tüm insanlığa değil. Başlangıçtaki kurgu buydu.
“(Ey Muhammed!)… muhakkak ki (Kur’an) hem senin için, hem kavmin için bir şereftir ve ilerde ondan mesul olacaksınız” (Zuhruf Suresi, ayet 43-44) 
Tüm insanlık için şereftir demiyor, dikkat edin; sadece sen ve senin kavmin için şereftir diyor. Çünkü başlangıçta İslam sadece Araplar içindi.
Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik” (Bakara Suresi, ayet 151)  

Ayette ‘size’ ve ‘kendi içinizden’ derken tüm insanlığı değil sadece Arap kavmine hitap edildiği açıktır.
“(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik…” (İbrahim Suresi, ayet 4)  
Neymiş? Her kavme bir peygamber! Dolayısıyla vahiy de o kavmin diliyle gönderiliyor. Muhammed de Arap’ların peygamberi yalnızca.
“…Biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur’an kıldık” (Zuhruf Suresi, ayet 2-3)
Üstteki ayette sadece Arapça konuşan topluluklara hitap edildiği açıktır. Çünkü İslam başlangıçta Araplar içindi sadece! Aksi halde Arapça bilmeyen toplumlar onu nasıl ‘anlasın’ ve ‘düşünsün’?
Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” (Yusuf Suresi, ayet 2)
Bu ayette de yine sadece Arapça konuşan kavme hitap edildiği açıktır. Arapça konuşmayan kavimlere, örneğin Türklere ve Kürtlere hitap edilmiyor. Kuran, Arap kavmine indiriliyor sadece. Bizleri ilgilendiren bir durum yok.
“(Bu), bilen bir kavim için, ayetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır” (Fussilet Suresi, ayet 3)
Bu ayet de gayet açık. Sanırım bu kadar örnek yeterli, anlaşılan anlaşılmıştır. Benim esas hayret ettiğim, evlerinde Kuran bulunduran yüz binlerce insanımızın bu ayetleri nasıl olup da görmediği? Kim bilir, belki de görüyorlar ama algıda seçicilik gereği, başka türlü şartlandırıldıkları için üzerinde durmadan geçiyorlar.
Bazı ayetler de tümüyle Arap toplumuna ilişkindir, bu durum Kuran’ın Araplara özgü olduğunun bir başka göstergesidir. Örneğin;
“Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Haram helal demeden mirası yiyorsunuz- Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.” (Fecr Suresi, ayet 17-20) 
Üstteki ayette dönemin Arap toplumu eleştirilmektedir sadece.
Cennet tasvirlerinin tümü dönemin Arap zevklerine dönüktür: Hurma ağaçları, üzümler, siyah gözlü huriler, ipek giysiler, çöl yerine ırmaklar ve bahçeler vs…
Örneğin; “…Defterleri sağdan verilenler; ne mutlu o sağcılara. Onlar dikensiz sedir ağaçları,  salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında; çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilemeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerinde… Biz ceylan gözlüleri, defterleri sağdan verilenler için yeniden yaratmışızdır, onları bakire ve eşlerine düşkün ve yaşıtları yapmışızdır… “ (Vakıa Suresi, ayet 27-38). 
Arabistan’da devasa çöller, kavurucu güneş sıcağı, susuzluk, açlık bulunduğu ve o kültürde bakire kadın makbul sayıldığı için İslam kurucularının Arap erkeklerinin ilgisini çekecek bir cennet tasvir ettikleri anlaşılıyor: Altından ırmaklar akan bahçeler (dikkat edin; çöle karşı bahçe, susuzluğa karşı ırmak vurgusu), iri siyah gözlü ve ‘bakire’ huriler (tam da dönemin ataerkil Arap erkeğinin istediği gibi), bol bol bedava yiyecek (çöl sıcağında ölürcesine çalışan Araplar için birebir), gölgelikler (güneş sıcağına karşı), sarhoşluk vermeyen şaraplar, ‘buruşuk’ olmayan ‘yaşıt’ ve genç kadınlar vb… Sizce bu vaatler hakiki bir Tanrının vaadi midir, yoksa hepimiz gibi bir insanın özlemleri midir? Sizce bir Tanrı, ayetlerinde, vereceği hurilerin bekaretinden ve diğer fiziksel özelliklerinden bahsedip bunları anlatır mı? Veya şöyle soralım, sizce bu vaatler bambaşka bir kültür ve coğrafyada yaşayan halklar için de çekici midir? Örneğin kutuplara yakın yerlerde yaşayan insanlar için ne anlam ifade eder bu anlatılanlar? Vaatlerin içeriği dahi sadece Arap kavminin kazanılmasının hedeflendiğini göstermiyor mu?
İslam’ın yalnızca Araplara dönük bir din olarak doğduğu, diğer kavimleri ilgilendirmediği şu şekilde de ispatlanabilir: Eğer İslam sadece Araplara dönük ise bu durumda diğer kavimler için diğer dinlerin geçerli olması, yani onların tahrif edildiği veya hükümlerinin artık ortadan kalktığı gibi bir görüşün olmaması gerekir. Tersinden söylersek, Yahudilik ve Hıristiyanlığın hükmü ve bağlayıcılığı hala devam ediyorsa İslam bu dinlerin kitlelerine seslenemez, sınırlı olmalıdır. Nitekim böyledir! Kuran’da Tevrat ve İncil’in değiştiğine dair bir iddia olmadığı gibi, bu kitapların inananları bu kitaplara inanmaya devam etmeye çağırılmaktadır (en azından başlangıçta). Buyurun;

”İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da senin hakemliğine başvuruyorlar? Daha sonra da verilen hükümden yüz çeviriyorlar? Bunlar inanan kişiler değillerdir!” (Maide,43)
”İncil bağlıları Allahın onda indirdiği ile hükmetsinler. Allahın indirdiği ile hükmetmeyenler fasıkların ta kendisidir!” (Maide,47)
Üstteki ayetlerin ilki, peygamberin hakemlik yapmasını uygun bulmayıp Tevrat’a göre hüküm verilmesini söylüyor. Şimdi günümüz dincilerine sormak lazım: Hani Tevrat tahrif olmuştu? Tahrif olmuş bir kitaba göre hüküm verilir mi?
Yoksa o dönem daha tahrif olmamış mıydı? İyi de madem hiçbir tahrifat yok, o halde yeni peygamber neden gönderildi? Bunun biricik yanıtı, yeni peygamberin yalnızca Arap toplumu için gönderilmiş olduğudur.
İslam’ın kurgusunda yanlışlık var ve İslam kurucularının Yahudilik ve Hıristiyanlığı yeterince bilmediği anlaşılıyor. Bunu özellikle üstteki ikinci ayette görüyoruz. İncil bağlılarının Allah’ın ona indirdiğiyle hükmetmeleri gerektiği söyleniyor. Yani İncil’de de tahrifat falan yok! Ama İslam kurucuları bilmiyor olmalı ki İncil “Allah’ın indirdiği” bir hüküm kitabı değildir. İsa’nın da değil, havarilerinin yazdığı metinlerden (Matta, Markos, Luka, Yuhanna ve mektuplardan) oluşur. Yeni hüküm vermediği gibi, eski Musa Yasasını da kaldırır. Keza İncil evrensellik iddiasındadır, Arapları dışarıda bırakmaz.
Yahudilik gibi sadece tek kavmi hedef almaz. İslam kurucuları Hıristiyanlığı da Yahudilik gibi tek kavmi esas alan bir din sanmışlar ve kendileri de boşta kaldığını düşündükleri Arap kavmine gelen bir din olarak kendi dinlerini kurgulamışlar görünüyor.
Hazır konu açılmışken, ilişkili olduğu için, İncil’in hükmünün kalkıp kalkmadığını da inceleyelim:
” ‘Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olmaz’ de. And olsun ki Rabbinden sana indirilen, Kuran, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Öyleyse kafirler için tasalanma.” (Maide,68)
Bu üstteki ayette Tevrat ve İncil’in yanı sıra Kuran hükümlerinin de uygulanması isteniyor gibi. Ama bu kitapların hükümleri çelişiyor. Sorun da buradan kaynaklanıyor. İncil, Tevrat şeriatını kaldırıyor. Kuran yeni ve başka bir şeriat koyuyor. Hepsini uygulamak mümkün değil. Birini uygulasan diğer ikisine karşı gelmiş olacaksın. Benzer bir durum ibadet konusunda da geçerli. Namaz, Ramazan orucu, Hac ziyareti vb. ibadetler diğer iki dinde bulunmuyor. Ama belli ki Kuran yazarlarının bunlardan haberleri yok. Bu da son derece normal. Zira o dönem İncil anadilde okunamıyordu. Eski Yunanca ve Aramice idi ve bu dilleri bilenler çok azdı.
Sana indirdiğimizden şüphede isen, senden önce indirdiğimiz Kitap’ları okuyanlara sor. And olsun ki, sana Rabbinden gerçek gelmiştir, sakın şüphelenenlerden olma.” (Yunus, 94)
Üstteki ayet de son derece ilginçtir. İki açıdan ilginçtir; birincisi, imanda herkese örnek olması gereken peygamberin şüphede olduğundan bahsedilmektedir! İkincisi, bu şüphenin giderilmesi için ‘ona indirilenden önce indirilen kitapları okuyanlara sorması’, yani Yahudi ve Hıristiyanlarla konuşması salık verilmektedir. Oysa Yahudi ve Hıristiyanlar İslam’ı hiçbir zaman kabul etmemişlerdir! Anlaşılan o ki İslam kurucuları Yahudi ve Hıristiyan tarzını tekrar etmeye çalışınca bu dinlerin inananlarının kısa sürede bu yeni dini kabul edeceklerini (şüphede olan yeni peygamberi kendi peygamberliğinin doğru olduğuna ikna edecek kadar üstelik!) inanmışlardır. Tevrat ve İncil’e dönük tahrifat iddiaları ve İslam’ın evrensel boyut kazanması yanıldıklarını anladıklarında gündeme gelmiş olmalıdır. Başlangıçtaki kurgu, İncil’in değişmediği, aksine, Kuran’la tam bir uyum içinde olduğu ve bu yüzden onu doğrulayacağı yönünde görünüyor. Buna göre, hem tahrif olmadığı hem de kendinden sonrakini doğrulayıcı olduğu için Tevrat ve İncil de Kuran’la birlikte yürürlüktedir ve Müslümanlar bu iki kitaptan da sorumludur. Ama günümüz Müslümanları tahrif edilmişlik iddiasını dile getirip bu iki kitabı okumuyor bile.
Neden? Çünkü çok geçmeden Müslümanlar bu iki kitabın kendi dinlerini doğrulayıcı olmadıklarını fark ediyor. Nitekim Tevrat’ta gelmesi beklenenin bir Mesih olduğu yazıyor. Kuran bu Mesih’in İsa olduğunu kabul ediyor. İncil’de Muhammed’in müjdelendiğini de iddia ediyorlar ama İncil okunduğunda İsa’dan sonra gelecek olan söz konusu “Yardımcı”nın Kutsal Ruh olduğu, yeni bir peygamber olmadığı, İsa’nın “İlk ve son (alfa ve omega) benim, benden önce olmadığı gibi benden sonra da olmayacaktır” dediği görülüyor. Kısacası, İslam kurucularının Musevilik ve Hıristiyanlığı yeterince (belki de hiç!) incelemeden bu iki dinin devamı olma iddiasını ortaya attıkları ama bu iddiayı yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları anlaşılıyor. İslam kurucularının bu iki dine dönük bilgileri kulaktan dolma izlenimi veriyor.
Zaten tahrif olma iddiası, özellikle İncil söz konusu olduğunda mantıksızdır. Zira söz konusu kitap İsa’nın değil havarilerinin yazılarından oluşur. Yani ortada “Allah sözüdür ama tahrif edilmiştir” denebilecek bir durum yok çünkü vahiy değil insan tanıklığı söz konusudur. İncillerin İslam literatüründeki karşılığı hadistir aslında. Havariler İsa’nın başından geçen olayları ve sözlerini aktarırlar.
Dolayısıyla tahrif edilme iddiası değil “İsa’ya vahyedilen İncil tümden ortadan kalktı, yerine bunlar kondu” türünden bir iddia olmalıydı. Ama İslam kurucuları, İncil hakkında pek bilgi sahibi olmadıkları izlenimi verecek şekilde, onu İsa’ya inmiş bir vahiy kitabı gibi sunmaktadır. İlkin Kuran’ın da bununla uyumlu olduğunu düşünmüş, böyle olmadığını görünce zaman içinde tahrifat iddiasını devreye sokmuşlar. Ama tahrifat iddiası da ‘kurtarmıyor!’
İslam kurucularının, devamı olduklarını iddia ettikleri kitapları okumadığını, çoğunlukla ilahilerden oluşan Mezmurlar adlı kısmı Davut peygambere inmiş Zebur adında bir vahiy kitabı sanmalarından anlamak da mümkündür.
Öte yandan, ne İncil’in İsa’sında ne de Tevrat peygamberleri ve Mezmurlar’da cümle cümle vahiy almak diye bir şey yoktur. Bu kitapları bir kez olsun açıp okuyan herkes bu tür bir vahiy geleneğinin hiç olmadığını bilir. Olan şey şudur: Tanrının Kutsal Ruhu söz konusu peygambere gelir ve o peygamberin ağzından direkt Tanrı konuşur. Yani cümleler değil esin alınır ve o esinle kendi cümleni kendin kurarsın. “De ki” diye başlayan konseptte bir cümle aktarımı söz konusu değildir. Böyle bir tarz yoktur.

Bir başka husus da İncil’in peygamberlik konusunda söyledikleridir. İncil’de “peygamberlik etmek” İsa’dan sonra sadece gelecek bir kişinin (Muhammed’in) yapabileceği çok mühim bir vazife olarak değil her inançlı Hıristiyan’a Kutsal Ruh’un armağan olarak verebildiği bir yetenek olarak sunulur. Yani çok büyük bir marifeti ifade etmez! Peygamberlik makamı statü olarak İsa’nın ve hatta elçilerinin de altında görülür. Zaten İncil’de İsa’nın vahiy alması değil kendisinin ‘Beden almış Tanrı Sözü – Logos’ kabul edilmesi ve ağzından çıkan her sözcüğün Tanrının sözü sayılması söz konusudur. Hatta İncil’de Tanrı’nın İsa sayesinde bizleri de oğulluğa kabul ettiği yazar! Kısacası, İncil peygamberliği ve Tanrı Oğlu olma hakkını herkese verir! Ama İslam kurucularının bu kitapları açıp doğru düzgün okumadıkları anlaşılıyor. Aksi halde, İncil konsepti ortadayken, “tek bir peygamberin müjdelenmiş olduğu ve bunun da Muhammed olduğu” türünden bir fikri zaten daha baştan savunmaya girişmezlerdi.
İslam kurucularının kendinden önceki iki dinin kitabını düzgün incelememiş olduğunu gösteren bir başka husus da Kuran’da Ali İmran Suresinde bahsedilen Meryem konusudur. Tevrat’taki İmran kızı Meryem Musa’nın kardeşidir ve İsa’nın annesi olan Meryem’den farklıdır, ondan yüzlerce yıl önce yaşamıştır. Ama Kuran yazarları bunu da bilmez! İki Meryem’i aynı kişi olarak anlatırlar! Kuran’a göre İmran kızı Meryem İsa’nın anasıdır!
Peygamberlik etmenin hem Tevrat hem de İncil’e göre çok büyük bir marifet olmayıp zaten pek çok kişinin bunu yapabileceğini vaat eden, hatta bizlerin de Tanrı Oğlu sayıldığımızı yazan ilgili ayetlerden yalnızca birkaçını aktarayım, sanırım yeterli olur;
Ondan sonra bütün insanların üzerine Ruhumu dökeceğim. Oğullarınız, kızlarınız peygamberlikte bulunacaklar. Yaşlılarınız düşler, Gençleriniz görümler görecek.” (Yoel 2:28)
“Son günlerde,diyor Tanrı,
Bütün insanların üzerine Ruh’umu dökeceğim.
Oğullarınız, kızlarınız peygamberlikte bulunacaklar,
O gün kadın erkek
Kullarımın üzerine Ruh’umu dökeceğim.”
(Elçi İşl 2:17.18)
“Çeşitli ruhsal armağanlar vardır, ama Ruh birdir. Çeşitli görevler vardır, ama Rab birdir. Çeşitli etkinlikler vardır, ama herkeste hepsini etkin kılan aynı Tanrı’dır. Herkesin ortak yararı için herkese Ruh’u belli eden bir yetenek veriliyor. Ruh’un aracılığıyla birine bilgece konuşma yeteneği, bir diğerine aynı Ruh’tan bilgi iletme yeteneği, birine aynı Ruh’la iman, bir diğerine aynı Ruh’la hastaları iyileştirme gücü, birine mucizeler yapma gücü, birine peygamberlikte bulunma, birine ruhları ayırt etme, birine çeşitli dillerde konuşma, bir diğerine de bu dilleri çevirme yeteneği veriliyor. Bunların hepsini etkin kılan bir ve aynı Ruh’tur. Ruh bunları herkese dilediği gibi, ayrı ayrı dağıtır.” (1.Kor. 12:4-11)
“Ama zaman dolunca Tanrı, Yasa altında olanları özgürlüğe kavuşturmak için kadından doğan, Yasa altında doğan öz Oğlunu gönderdi. Öyle ki, bizler oğulluk hakkını alalım. Oğullar olduğunuz için Tanrı, öz Oğlunun «Abba! Baba!» diye seslenen Ruhunu yüreklerinize gönderdi.” (Galatyalılar 4:6)
Aslında İslam’ın, devamı olduğunu iddia ettiği diğer iki dinle olan üstte kısaca değindiğim uyumsuzluklarına şaşmamak gerekir zira İslam daha Tanrının adı konusunda bile (yani en temel konuda bile) diğer iki dinle uyuşmamaktadır. Bir din nasıl tahrif olursa olsun o dinin Tanrısının adını milyonlarca inananın zihninden kazıma olanağı yoktur. Dolayısıyla Tanrının adını tahrif etmek mümkün değildir. Her türlü tahrifat o isim altında yapılır. Tevrat ve İncil’de Tanrının adı Yahova’dır. Bu isim Kuran’da hiç geçmez. Kuran’da ise Tanrının adı Allah’tır. Ama bu isim de Tevrat ve İncil’de hiç geçmez. Dahası, bu iki dinin milyonlarca inananı da bu adı duymamıştır! Aslında İslam’ın daha en baştan zora girdiği konu budur. Tanrı’nın adı nedir? Neden sürdürücüsü olduğunuzu iddia ettiğiniz diğer iki dinin Tanrısının adını tanımıyorsunuz? Tanrının adı konusu önemsiz midir yoksa? Tanrı’ya Zeus veya Afrodit de diyebilir miyiz? Hangi Tanrıya tapınıldığını onun adı belirlemez mi?
İslam’ın Musevilik ve Hıristiyanlığın devamı olmadığı, en azından başlangıçta sadece Araplara mahsus bir din olarak doğduğu yeterince açık olsa gerek. Peki, İslam’ı kim kurguladı? Gerçek bir Tanrının esini değil mi? Sanmıyorum. Zira bazı ayetler gerçeği itiraf eder gibidir!
“…(Kur’an), andolsun ki, kerim (onurlu) olan bir elçinin sözüdür…” (Hakka Suresi, ayet 40)
“(Bu kitap), Allah’tan başkasına kul olmamanız içindir. Muhakkak ki ben, O’ndan (O’nun tarafından) sizin için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hud Suresi, ayet 2)
Evet, üstteki ayetlerde aynen böyle yazıyor! Allah veya melek değil direkt peygamber konuşmuş gibi değil mi? Bazen ağızdan kaçıverir! Bazı mealciler parantezler açıp orada eklemeler yaparak işi kurtarmaya çalışmış ama nafile.
Bir başka ilginç ayet de şöyle;
“…Allah’a andolsun ki, uydurup durduğunuz şeylerden elbette sorguya çekileceksiniz” (Nahl Suresi, ayet 56)
Üstteki ayette Allah kendi kendine mi and içiyor yoksa ayeti yazan açıkça peygamber midir, takdir okuyucunun.
Fakat Kuran’daki en ilginç ayet (favorim) bence şudur;
“Biz onu (Yunus’u) yüz bin yahut daha fazla insana peygamber olarak gönderdik.” (Saffat 147)
Her şeyi bilen yüce Tanrı, peygamberini tam olarak kaç kişiye gönderdiğini hatırlayamıyor!
Yazı yeterince uzadı. Sanırım anlaşılan anlaşılmıştır. Bu yazımda da yine ayetleri delil gösterip üslubuma büyük dikkat gösterdim. Çünkü amacım insanları kırmak değil düşündürmektir. Tabi tepesi atan bazı müminlerin neler yapabildiklerini biliyor olmam da (kafa kesmekten otelde kıstırıp yakmaya dek) üslubuma el mecbur dikkat etmemi gerektiriyor. Fakat benim içim rahat. “Hoşgörü dini” neticede! FIRAT BAYRAM-SENDİKA.ORG

EKONOMİ/PARA/PİYASA