AB-IMF gibi para otoritelerin uygulamaya koyduğu neoliberal politikalardan en çok zarar gören ve “sokaklara siperlerin kurulduğu’’ Avrupa şehirlerinde sınıf savaşı gazabı büyüyor.
“Syriza Virüsü” birden bire tüm Avrupa’yı sarıyor. Boğazlarına kadar kemer sıkma politikalarına batan halk, “artık yeter” diyor. Sokaklardalar!
Manşetler hoşnutsuzluğu özetliyor: “Kemer Sıkma Karşıtı Öfke Yunanistan’dan İspanya’ya Yayılıyor. Yüz Binler Yeni Radikal Sol Parti’ye Destek İçin Madrid’de Yürüdü” (Daily Mail 31 Ocak 2015). “Değişim Yürüyüşü” Madrid’in Cibeles çeşmesi önünde başladı. Bıkkın halk, Podemos Partisi’nin adayı 36 yaşındaki siyaset bilimi öğretim üyesi, saçlarını at kuyruğu yapan kot pantolonlu karizmatik lider Pablo Iglesias’ı destekliyor.
Kurulalı daha bir yıl olmayan İspanya’daki düzen karşıtı Podemos (Yapabiliriz) partisi, anketlerde bu yıl yapılacak genel seçimde birinci sırada görünüyor.
Dünya para otoritelerinin Yunanistan’a dayattığı kemer sıkma programları son birkaç yıldır, ülke ekonomisini yüzde yirmi beş oranında küçültüp, işsizliği yüzde yirmi altıya çıkardı. Bu bir mali yardımdan çok nakavt darbesi gibi görünüyor.
Yunanistan’ın yeni sol hükümeti Syriza, kemer sıkma politikalarından bunalan dünyadaki tüm yurttaşları umutlandırdı. Syriza iktidarının ilk 48 saatinde ilk olarak Yunanistan parlamentosu önündeki barikatları kaldırıldı. Özelleştirme planlarının durdurulduğu ve emekli maaşlarındaki kesintilerin geri çekileceği, daha sonra da asgari ücretin 751 avro olduğu duyuruldu. Yunanistan’ın yeni başbakanı radikal solcu Aleksis Çipras liderliğinde bakanlar kurulu ilk kabine toplantısı yapıldı. Daha sonra bakanlar diğer düzenlemeleri açıkladı: Hastane muayene ve reçete ücretleri kaldırılacak, toplu iş sözleşmeleri yenilenecek, işten çıkarılan kamu işçileri işe geri alınacak, Yunanistan’da doğup büyüyen göçmen çocuklara vatandaşlık hakkı verilecek. (The Guardian, 28 Ocak 2015 “Yunanistan’ın Yeni Genç Radikalleri Kemer Sıkma Dönemini Sona Erdiriyor”)
Kıtaya muazzam bir soluk veren Syriza’nın başarısından birkaç gün sonra Madrid sokaklarını yüz binlerin doldurması şaşırtıcı mı?
Sadece birkaç ay önce, Kasım 2014’te, en az yüz bin işçi Belçika’nın serbest piyasa reformları ve kemer sıkma politikasını protesto etmek için Brüksel sokaklarına çıkmıştı. Belçika hükümeti, işletmelerin küresel piyasada rekabet edebilmesi için daha çok vergi muafiyetine ihtiyacı olduğunu iddia ediyor, bu yüzden kamu hizmetinde kesintiler, ücretlerin dondurulması ve emeklilik yaşının yükseltilmesini öneriyor. Böylece, işletmeler yükselirken, halk kesintilere maruz kalıyor.
İtalya’da, “Hükümetin kemer sıkma tedbirleri Roma’da protesto edildi. Eylemciler ‘Bu Daha Başlangıç’ yazılı dövizler taşıdı.” (Global Research, Kasım 2014).
Kıta çapındaki bu hoşnutsuzluğun hedefinde, neoliberalizmin sadece kendine hizmet eden ataerkil özelleştirme politikaları, kısıtlı hükümet ve sosyo-ekonomik adaletin “serbest piyasa”ya bağımlılığı var. Fakat bunun geri dönüşü çok acı oldu. Zamanla halk bunların farkına vardı.
Bu sırada, neoliberalizm dünyanın her yerinde bir “işgalci güç” haline geldi: Neoliberalizmin motifleri şunlardan oluşuyor; (1) piyasa için devlete saldırı, (2) ekonomi yararına politikaya saldırı ve (3) şirketler yararına siyasi partilere saldırı. Tekil olarak, neoliberalizm beraberinde ulus/devlet bağlılığı olmayan, temelleri halka dayanmayan acımasız bir “şirket devlet” getiriyor.
Sonrasında halk sokaklara çıktı. Yüz binlerce kişi sokaklara akın etti. Dirgen, taş ve sopa yoktu ama Fransız Devrimi yeniden canlandı. 1793’te Kral 16. Louis’nin başı özgürlük, eşitlik, kardeşlik adına kesilmişti; şimdi ise özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin yerini “baskı, ayrımcılık, uzlaşmazlık” aldı. Hiç şüphesiz, “sadece egemen olan halk mutlak güce sahip bir hakka sahip olur” (Toplum Sözleşmesi, 1762) diyen Jean-Jacques Rousseau’nun kemikleri sızlıyordur.
Bugünün Kral 16. Louis’si, “şirket devlet”. Aristokrasi devam ediyor, serbest piyasa’nın Zümrüt Şehre giden Sarı Tuğla Yol’undan geçerek Monopoly’nin ikonu Zengin Amca Pennybags ve Oz Büyücüsü’yle “monopoly” oynuyorlar.
En çok mülkü kim kontrol ediyorsa o kazanır. Gerçekte de, serbest piyasa neoliberalizmi tamamen kontrolle ilgilidir: halkı kontrol etmekle, istihdamı ücretlerin en düşük olduğu denizaşırı mekanlara kaydımakla, resmi kısıtlamalardan kurtulmak için offshore bankacılığına geçmekle, sendikaları zayıflatmakla, kamu varlıklarının özelleştirilmesiyle, sosyal programlarda kesintilerle, kemer sıkma ve daha çok kemer sıkma ve gözle görülür herşeyi özelleştirmeyle ilgilidir. Sonuç, birbiri ardına işten çıkarılan işçiler ve aksak işleyen bir ekonomik performans.
Örneğin, Dublin’de yeni su ücretleri tüm bu birikmiş öfke ve hoşnutsuzluk için bir paratoner etkisi yarattı. Altı yıldır kemer sıkma programı uygulanan ülkede on binlerce kişi Kasım 2014’te sokaklara çıktı, yeni su ücretlendirmesini protesto etti. Bu yeni su ücretlendirmesi gibi faturası işçilere kesilen neoliberal kemer sıkma tedbirlerine hassasiyeti olan vatandaşlar en ufak bir kemer sıkma tedbiri gördüklerinde büyük kalabalıklar halinde eylem yapıyor.
Ukrayna’da da, Kasım 2014’te haber fotoğraflarında, müfrezelere yüklenen binlerce kişiye karşı ellerinde ortaçağa özgü ağır metal kalkanlarla parlamento binasını koruyan ağır silahlı polisler görülüyor. Eylemciler sosyal yardımlardaki kesintilere son verilmesini, devlet yardımları ve kamu hizmeti ücret tarifelerine fiyat kontrolü talep ediyor. Kamu işçilerinin yüzde onu işlerini kaybedecek ve okul ücretleri artarken eğitim harcamaları yüzde yirmi oranında azaltılacak, yani öğrencilere verilen yardımlar kesilirken, daha fazla ücret ödeyecekler.
Bu sınıf savaşı gazabı panzehiri olmayan bir virüs gibi. Kesintileri daha çok kesintiler izliyor. Dublin’den Atina’ya kıtanın dört bir yanında kesintiler işçileri kızdırıyor, çileden çıkarıyor. Buna karşılık, karşılarına ortaçağ tarzı zırhlar giyen, ağır metal kalkanlar taşıyan, kurşun geçirmez yüz maskeleri takan ve iliklerine kadar silahlanan polisler çıkıyor. Bu trajedinin de Şekspiryen bir trajedi gibi ölümle sonuçlanacağı gün gibi ortada.
Neoliberal sosyo-politik-ekonomi yığınları yıkıma uğratıp, az sayıda kişiyi zenginleştiriyor. Feodalizmde olduğu gibi. Silahlı güçlerle el ele, meydanlarda, sokaklarda, burun buruna, savaşın en ilkel halini kullanıyor. Kurşunlar sıkılsa da sıkılmasa da, karşılarında ortaçağa ait zırhlara bürünmüş polisler olan insanlar öfkeli. Evrenin sonsuzluğunu gösteren fotoğraflar gibi sessiz ve durağan da olsa, yüzler buruşturulmuş, kıyafetler günlük, kollar uzatılmış, birbirine yüklenen bireyler karşısında farklı bireyler olmaktan yoksun, tek tip savaş kıyafeti giyinmiş topluluk. Tüyler ürpertici bir kabus gibi.
Sokaklardaki bu savaşlar küçük bir azınlığın servet sahibi olmasına duyulan o çıldırtıcı ümitsizliğin belirtisi. Fakat tarih boyunca tanık olduğumuz gibi bu “azınlık” ötekilerin ensesine bindiğinde kötü şeyler oluyor.
Dünya tarihi, “bir avuç azınlık”, halkın yakasına yapıştığında, onu baskı altına aldığında ve ona ait olanları gasp ettiğinde gerçekleşen korkunç vahşilikte savaş senaryoları ile dolu. Tıpkı 1765-83 Amerikan Devrimi, 1789-99 Fransız Devrimi, 1830 Devrimi yani Romantik Milliyetçi Devrimler, 1848 Devrimleri yani Halkların Baharı, ve 2010’da Arap Baharı ve benzeri örneklerde olduğu gibi. Nerede ve ne zaman olursa olsun zulmün, tarafgirliğin ve kayırmacılığın politikayı iflasa sürüklediği yerde son kararı veren vahşi silahlı çatışma olur.
Devrimler sokakta başlar!
ROBERT HUZIKER - Counterpunch’taki İngilizce orijinalinden Pelin Zorbay tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir