HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

AKP’nin saltanatını kadınlar yıkacak

2015 8 Mart’ı özgür ve eşit bir yaşam için ayağa kalkan kadınların isyan günü olacak Özgecan’ın katledilmesinin ardından başlayan kadı...

2015 8 Mart’ı özgür ve eşit bir yaşam için ayağa kalkan kadınların isyan günü olacak
Özgecan’ın katledilmesinin ardından başlayan kadın isyanı kent meydanlarından mahallelere liselerden kampuslara ülkenin dört bir yanına yayıldı. Kadınların öfkesi büyük, kadınların öfkesi çok güçlü.
Öfkenin odağında kadınların yaşamına yönelen, erkek şiddetini perçinlerken onu aşan gerçek bir tehdit var: İktidarın dinsel gericilik, vahşi piyasa kuralları ve erkek egemen bir zihniyetle kurduğu “dinci-neoliberal kamusal model”. Yalnız, başı açık, çocuksuz, okula giden yani sokakta olan, yani minibüsü kullanan, yani toplumsal yaşama eşit biçimde katılma iddiasını taşıyan Özgecan’ın uğradığı şiddet kendi yaşamlarına yönelen bu tehdidin boyutunu tüm kadınlara bir kez daha gösterdi. Bu “model” erkek şiddetinin kadınlar için evde, işte, okulda, sokakta, minibüste yani toplumsal yaşamın her anında iktidar tarafından desteklenerek yayılması/tırmanması anlamına geliyor.
İşte on binlerce kadını sokağa çıkaran yalnız erkek şiddetine karşı değil, aynı zamanda kadınları ikincil ve ezilen cins hapishanesine tıkan, bağımsız ve eşit biçimde toplumsal yaşama katılma olanaklarını ellerinden alan AKP iktidarına karşı öfkeleri oldu. Kadınların Haziran İsyanı öncesi iktidarın kürtajı yasaklama girişimi sırasında bu gerici-piyasacı-erkek egemen kamu modeline karşı gösterdikleri önsezisel siyasal tepki Haziran İsyanı’ndaki kadın katılımına, oradan bugünkü “Özgecan İsyanı’na taşındı.
Okullarda 9 yaşındaki kız çocuklarının başına takılan türban, karma eğitimin tartışmaya açılması, doğurganlık üzerinden kadın bedenine yönelik müdahaleler, makbul kadının evli ve çocuklu kadın olarak ilan edilmesi ve “en az 3 çocuk” zorlaması, çalışma yaşamında kadınların temel görevini “annelik” ve aile/ev içi işlerle tanımlayıp onları esnek ve güvencesiz çalışma koşullarına mahkum eden “Ailenin ve Dinamik Nüfusun Korunması Kanunu” ve patronların kadın emeğini istedikleri zamanda kiralamalarını sağlayacak özel istihdam büroları, okullarda kurulan taciz timleri, kürtaj başvurularını geri çeviren kamu hastaneleri,  bakanlıktan “kadın” adının silinmesi, kadınların iş araması nedeniyle işsizlik oranının yükseldiğinden kadınların toplum içinde kahkaha atmaması gerektiğine kadar iktidar sözcülerinin her gün  yeniden ürettiği kadın düşmanı söylemler bu “dinci-piyasacı-erkek kamusal model”in kuruluşunun sistematik adımlarıydı.
AKP’nin yarattığı bu kamu “kadın erkek eşitliğine inanmayan”ların yani Erdoğangillerin ve yalnız, onlar için makbul kadın modelinin, kadın düşmanı politikaların taşıyıcısı haline dönüşen kadınların dahil edildiği bir kamu modelidir.[1] Bu, dinci gericiliği ve kadın düşmanlığını varlık koşulu haline getiren ve tüm kamusal hakları, doğayı ve kentleri sermayenin mülkü haline getiren neoliberal kamunun ta kendisidir.
Eğer “kamu” siyasetin alanı ise yaşananlar şunu gösteriyor ki bugün cins eşitliği/özgürlüğü mücadelesini sürükleyecek kadın siyasetinin AKP’nin kamusunun sınırlarını zorlayan bir mücadele çizgisi ve programla kendini ifade etmesi kaçınılmazdır. Bir “kadın siyaseti” ise kadın hareketinin temel kurucu ilkelerinden birisi olan “özel olan politiktir” ilkesinin dışında algılanamaz. Dolayısıyla, gerçekte bugün kadın hareketinin önünde duran “siyaset” imkanı, kadınların özgür ve eşit siyasal özneler haline dönüşmesini engelleyen; kadınları bir siyasal özneye dönüşemeyecek denli güçsüz bırakan gündelik-sıradan şiddet, taciz ve eşitsizliklerle mücadeleden; kadın ezilmişliğini rejimin kurucu öğelerinden biri haline getiren iktidara karşı mücadeleye kadar uzanan çok geniş bir hareket alanında kadınları özneleştiren bir mücadele imkanı anlamına gelmelidir. Gündelik sıradan şiddete karşı öz savunma eylemlerinden, kadınların iktidar karşısındaki acil şartlarının koparılıp alınmasına kadar uzanan bir alanda, bu talepler uğruna sokağa çıkan kadınları kamusal alan üzerinde yeniden hak iddia etmeye, kamusal alanı eşitlik ilkesi ile düzenlemeye zorlamaya ve kamusal alan üzerinde hak iddia ederken kendisini de yeni bir politik özne olarak kurmaya yönelik sürekli, canlı ve militan bir mücadele içinde örgütlemektir. Yani Haziran İsyanı’nın hepimize öğrettiği gibi bir kez daha hareketin içinde “hareketin örgütlerini” yaratma ve mücadeleyi sürekliliğini sağlayarak ilerletme görevi ile karşı karşıyayız.

AKP görülüyor ki kadınların “yaşam hakkı, can güvenliği, tacize uğramama vb” taleplerini dahi cinsler arası tecriti kurumsallaştıran ve asıl olarak kadınların toplumsal yaşama erkeklerle birlikte ve eşit katılımını kısıtlayan “pembe otobüs”, “karma eğitimin kaldırılması”, “kadın plajı”, “kadın parkı” gibi uygulamaların gerekçesi haline getirecek. Bu koşullarda ise kamusal-toplumsal alanda cinsiyet ayrımcılığını temel alan düzenlemelerin ortadan kaldırılması talebi önem kazanacak. Toplu ulaşımda sefer sayısının arttırılmasından sokak aydınlatmalarına, sağlıktan eğitime kadar kamusal hizmetler alanının ve sokağından parkına kentsel mekanların kadınların eşit ve özgür katılımı ilkesine göre düzenlenmesi, erkek şiddeti karşısında kadını güçlendirecek güvence politikalarının yaşama geçirilmesi, çocuk bakım izinlerinin erkeklerle eşit hak ve sorumlulukta düzenlenmesi, eşit işe eşit ücret, kadın/erkek tüm ebeveynlere ücretsiz kreş hakkı gibi talepler iktidarın her tür gerici-erkek egemen söylem ve pratiklerine karşı hesap sorma cüretiyle örgütlenen aktif eylem çizgisi içinde hiç olmadığı kadar yaygınlaşabilecek. 2015 8 Mart’ı özgür ve eşit bir yaşam için ayağa kalkan kadınların isyan günü olacak.
* * *
Tayyip Erdoğan ve onun AKP’si seçimlerin ne kadar kritik bir aşama olduğunun çok farkında. 13 yıllık iktidarları sürecinde adım adım, büyük ölçüde fiili durumlar yaratarak oluşturmaya çalıştıkları “yeni siyasal ve toplumsal düzen”in devam etmesi için geçilmesi gereken en önemli eşik bu seçimler. Bu süreç boyunca olası tüm riskleri kontrol altına almak zorundalar. AKP tam da bu gerekçeyle iki kritik müdahalede bulundu. Biri “İç Güvenlik Paketi” adıyla yasalaştırılmaya çalışılan yeni baskı kuralları diğeri ise Suriye’deki Süleyman Şah türbesinin taşınması operasyonu.
İç Güvenlik Paketi, adından da anlaşılacağı üzere AKP’nin iç güvenlik “kaygılarının” giderilmesini amaçlıyor. Seçim döneminin olağanüstü siyasal atmosferinin yanında bu dönem, toplumsal muhalefetin de önemli günlerini içeriyor; 21 Mart, 1 Mayıs, Haziran İsyanı’nın yıldönümü, v.s. AKP’nin toplumsal düzeninin her an büyük patlamalara neden olabileceği göz önüne alındığında Erdoğan ve Davutoğlu’nun bu pakete verdikleri önem daha iyi anlaşılmakta. Bu yasa paketinin diğer özelliklerinin yanında öne çıkan iki yönünün altını çizmek gerek. Muhalefet eylemlerine yönelik ceza yaptırımları yani molotofun silah sayılması, yüz kapatmanın cezasının arttırılması gibi başlıklar çok öne çıkarılmasına rağmen asıl yapılmak istenen polisin yetkilerini arttırarak, baskı ve zor uygulamaları için yasal güvenceler oluşturmak ve jandarma teşkilatının tamamen (subaylarının atanması dahil) TSK’dan kopartılıp AKP’ye bağlanmasıdır. Böylece Erdoğan, tüm “iç güvenlik” birimlerini (MİT, polis, jandarma) doğrudan kendisine bağlayacak, Nazi Almanyası’nın SS ve SA yapılandırmalarının bir benzerini oluşturabilecektir. Ayrıca polislerin çokça şikayet ettiği yasal yaptırımlar da bu paket sayesinde giderilmiş olacaktır. “Yüzünü kapatmıştı vurdum”, “Elindeki gazoz şişesi molotofa benziyordu öldürdüm” savunmaları mahkemelerde bolca duyulacak ve katil polisler hiçbir ceza almayacaktır.
Bu kadar kritik bir yasa olmasına rağmen Meclis’te yaşananlar, sistemin zaten bilinen çarpıklığını bir kez daha gözler önüne serdi. Meclis gündemiyle sokak gündeminin farklılığı, Meclis’in sokağı harekete geçirme özelliğinin zayıflığı[2] ve temsili mekanizmaların dolayımı/edilgenliği bir kez daha kanıtlandı. Bununla birlikte burjuva demokrasisinin, nerdeyse çoğunlukçulukla özdeş olduğu, çoğunluğu elinde tutanın her şeyi yapabileceğinin kabul görüldüğü bir zihniyeti yerleştirdiği de bir kez daha görüldü. Parlamentonun bu temel sınırları, orayı ister bir amaç isterse bir araç olarak görsün tüm sol anlayışlar açısından da orada nelerin yapılabileceğinin ya da başka bir ifade ile nelerin yapılamayacağının kanıtını oluşturuyor.
AKP’nin bu sürece bir diğer müdahalesi ise bilindiği üzere Süleyman Şah türbesinin yerinden alınıp sınıra yürüme mesafesine (200 metre), Kürtlerin kontrolündeki Kobane’ye taşınması oldu. Operasyon, nerdeyse Fatih’in İstanbul’u fethedişinden bu yana yapılmış en büyük muharebe olarak lanse edildi. Operasyonun hiçbir risk içermediği ise çok geçmeden anlaşıldı, çünkü önceden IŞİD ile anlaşılmış[3] (çevreyi boşaltmaları konusunda mutabakata varılmış) ve Kürt güçlerinden (YPG’den) mihmandarlık yapması sağlanmıştı. Burada sorulması gereken soru, “1000 yıllık ata yadigarı”ndan ve ülke sınırları dışındaki tek toprak parçasından AKP’nin neden vazgeçtiğidir? Üstelik o toprak parçasının korunması, Suriye’ye askeri bir müdahalenin çok güçlü bir bahanesini oluşturuyorken, AKP bu kozu da terk etmiştir. Üstelik tam da o “iki gün önce” (19 Şubat’ta) ABD’nin Ankara Büyükelçisi John Bass ile eğit-donat anlaşmasının imzalanması[4] da eklenince anlaşılmaktadır ki Erdoğan (ABD’nin zorlamasıyla mı bilinmez!), Esad politikasını değiştirmektedir.
Bununla birlikte AKP’nin, seçim öncesi hiçbir başarısızlığı kaldıramayacağını da eklemek gerek. Bu dönemde özellikle Musul Başkonsolosluğu rezaletinden sonra, IŞİD’in türbede nöbet tutan Türk askerlerini rehin alması görüntüsü Erdoğan’ın uykularını kaçırıyordur, doğal olarak. Maazallah, seçim bile kaybettirebilir.
Sonuç itibariyle AKP, bu dönemin kendisi için ne kadar kırılgan, dengelerin her an değişmeye müsait olduğunun farkında ve tam da bu yüzden her türlü riski ortadan kaldırmaya çalışırken, kontrol edemediği koşullar için de baskı ve zor aygıtlarını tahkim etmeyi bir strateji olarak belirlemiş durumda. Ancak sokağa çıkmayı öğrenmiş, sokağın değiştirici, özgürleştirici ve iktidarları dize getiren gücünü görmüş halk kitleleri karşısında Tayyip Erdoğan’ın her gece göreceği bolca kabusu olacaktır. Nasıl ki Özgecan’ın katledilmesi sıradan, münferit bir olay değil de AKP’nin inşa etmeye çalıştığı toplumsal düzeninin zorunlu sonucuysa, eğer bu düzen sonlandırılmazsa çok daha büyük insanlık suçlarının üreticisi olacak. Toplumsal örgütlenmelerin zayıf olduğu koşulda, bu düzeni sarsacak en önemli güç ise devrimci inisiyatifin kullanılmasıdır. Bugün her yerinden dökülen düzenin karşısında çok büyük bir öfke birikmiş durumda, bu büyük öfkeyi açığa çıkaracak bir kıvılcım ve o kıvılcımı örgütleyen “örgütlü devrimciler” AKP düzeninin de yıkılmasını sağlayacaktır.
Dipnotlar
[1] Özgecan’ın katledilmesinden sonra rol kapma çabasına giren AKP eliyle kurulmuş KADEM gibi örgütler ve Sümeyye Erdoğan gibi figürler de iktidar söylemini yeniden ürettikleri ve meşrulaştırmaya çalıştıkları sürece kadın hareketinin hedefinde olacaktır.
[2] Bu noktada CHP’ye göre daha örgütlü olan HDP’nin ve MHP’nin kitlelerini harekete geçirmeme konusundaki tercihini de not etmek gerek.
[3] Bunun karşılığında IŞİD’e ne verildiği ayrı bir konu elbette. AKP’ye karşı bir iyi niyet gösterisi olmadığı kesin!
[4] Erdoğan’ın  “ABD Esad’ın devrilmesini IŞİD ile eşit sıraya koymadıkça imzalamayız” dediği anlaşma.
SENDİKA.ORG

Business News