Soykırım hukuki bir kavramdır.
1915’deki Ermeni Katliamı, hukuki olarak elbet bir soykırımdır.
Hukuki kavram ve uygulamaların “makabline şamil” olup olmayacağı (yani geriye dönük işleyip işlemeyeceği de) hukuki bir tartışmadır.
Ama çok temel bir toplumsal sorunu, bir hukuki tartışmanın kavram sistemi içinde tartışmak ve oraya hapsetmek; aynı zamanda son derece gerici, karşı devrimci bir ideolojinin, bir gündemin, bir problem koyuşunun egemenliğini sürdürmesine hizmet etmek anlamına da gelir.
Sorun buradadır
Hukuki tartışmalar nedenler üzerine tartışmalar değildir ve nedenler üzerine tartışmaları gündemden düşürürler.
Hukuki tartışmalar nedenler üzerine tartışmalar değildir ve nedenler üzerine tartışmaları gündemden düşürürler.
Tam da bu özellikleri nedeniyle var olan sistemin; dolayısıyla sorunun kendisinin bir parçasıdırlar.
Bir sorunu hukuksal kavramlara hapsetmek, var olan sistemi tartışma gündeminden düşürmek; o sistemi savunmak ve sürdürmeye hizmet etmek demektir.
Aynı şekilde, Ermeni Katliamının bir soykırım olup olmadığını tartışmak; sorunu bir hukuki sorun olarak tartışmak; bu olayın nedenleri üzerine bir araştırma ve tartışmayı gündemden dışlamak; dolayısıyla var olan karşı devrimci sistemin sürdürülmesine hizmet etmek demektir.
Bir Marksist, bir Devrimci, sadece sorunları hukuki kavramlarla tartışmayı reddetmez; aynı zamanda böyle tartışmaların kendisine karşı da mücadele eder ve etmelidir.
Ermeni katliamının ve diğer katliamların genel nedeni uluslar ve ulusçuluktur; ama daha da önemli özel nedeni; ulusların ve ulusçuluğun; ulusları bir dile, dine, tarihe, soya göre tanımlayan biçimidir.
Bir Marksist'in en acil görevi ise, hem genel olarak uluslara ve ulusçuluğa karşı, yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesine karşı, savaşmaktır; hem de özel olarak ulusal olanı bir dille, dinle, soyla, tarihle, ırkla, kültürle tanımlayan çifte kavrulmuş karşı devrimci uluslar ve ulusçuluklarla savaşmaktır.
DEMİR KÜÇÜKAYDIN |
Uluslara karşı savaşmak ise ancak ulusçulara karşı savaşmakla mümkün olur.
Çünkü uluslar olduğu için ulusçular değil; ulusçular olduğu için uluslar vardır
Ulusçular, ulusçuluğa karşı olduklarını söylerler ve kendilerini ulusçu olarak tanımlamamak için de ulusçuluğu başka ulusların varlığını tanımamak, onları boyunduruk altına almak veya bir ulusun çıkarını öne almak olarak tanımlarlar.
Bütün bunlar ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarıdır.
Nasıl Allah’a inananların Allah’ı tanımlarından hareketle Allah’ın ne olduğu anlaşılamazsa; ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarından hareketle de ulusların ve ulusçuluğun ne oluğu anlaşılamaz.
Ulusçuluk, tıpkı Hıristiyanlık içinde, Hıristiyanlığın Roma’nın resmi devlet dini olması; İznik konsülünün bütün ezilenlerin İncillerini yakması ve onları sapkın ilan etmesi; İslam içinde Muaviye’nin egemenliği ele geçirip bir karşı devrim yapması gibi; Aydınlanma’nın hümanist ve devrimci eşitlikçiliği karşısında bir karşı devrimdir.
Ulusçuluk, insanların dili, dini, soyu, sopu, kültürü, ırkı, siyasi görüşü, zevkleri ne olursa olsun eşittir; diğer bir ifadeyle “vatanım yeryüzü milletim insanlıktır” diyen aydınlanmanın kozmopolitizmi ve hümanizmini; bunun siyasi ifadesi olan bir dünya cumhuriyeti idealini ve programını yok eden; politik olanı önce var olan politik birimlerin sınırlarına göre (territoryal); sonra da o ulusları bir dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle tanımlayan iki karşı devrimin genel adıdır.
Katliamları yaratan bu karşı devrimlerdir, yani ulusçuların ve ulusların kendisidir.
Ulusların ve ulusçuların bugünkü özür dileme veya dilememe; soykırımı tanıma veya tanımama çatışmaları karşı devrimciler arasındaki bir mücadeledir; son duruşmada o karşı devrimi yaşatma ve bugünkü dünyanın koşullarına uydurma mücadeleleridir.
Bu karşı devrimin kurduğu uluslar sistemini yıkmak, tekrar aydınlanma ideallerine dönmek ve onları ulusların ve ulusçuluğun egemen olduğu bugünün dünyasında uluslara ve ulusçulara karşı yeniden yükseltmek ve tanımlamak ancak yeni soykırımların ve katliamların önüne geçebilir.
Bugün egemen olan, soykırımı tanıma, lanetlemelerin; bunlarla yüzleşmelerin bu tür katliamları önleyeceği iddiaları ve yargıları koskoca bir yalandır ve yeni katliamların bir hazırlığı olmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
İşte Avrupa devletleri gözümüzün önünde. Hepsi birbiri ardınca bir zamanlar yaptıkları soykırımları tanıyarak, özürler dileyerek, tazminatlar ödeyerek; var olan ulusal devletler sisteminin yaşamasını sağlamakla kalmıyorlar ama aynı zamanda bu eylemler ulusal devletleri ve ulusal sistemin varlığını sürdürerek, dünyanın siyahlarını, yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sistemi içinde bir rezervuara hapsediyorlar. Bu hapishane veya “Bantustan”dan kaçmak isteyenlerin yüzlercesi her gün Akdeniz’in sularına gömülüyor örneğin.
Katliamları tanıma ve özür dilemelerin bunların tekrarını önleyeceği iddiaları, sadece egemen olan karşı devrimci ulusların ve ulusçuluğun, kendini bu günün dünyasının koşullarına uyarlama çabasından başka bir şey değildir.
Bugünün dünyasında, en demokratik biçimiyle bile ulusları ve ulusçuluğu savunmak, somut olarak ırkçılıktan başka bir sonuç veremez.
Bu günün dünyasında savunulacak bir tek acil hedef vardır: ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini reddetmek; yani ulusları ve ulusal devletleri; yani ulusçuluğu reddetmek
Ermeni katliamının tanınması ve buna soykırım denmesi; bunun için özür dilenmesi ve diğer hukuki sonuçların kabul edilmesi, Türk ulusçuluğu ile çelişmez; aksine akıllı bir Türk milliyetçisi pek ala bunu savunabilir ve zaten bunu savunanlar akıllı ve uzun vadeli düşünen Türk milliyetçileridir.
Türk devletinin ve ulusunun bekasını amaçlamakta; bunun için de onu çağın gereklerine uygun bir hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu tartışmaların anlamı budur. Türk milliyetçileri arasında bir strateji tartışmasından başka bir şey değildir bugün ortalığa egemen olan “katliam oldu mu olmadı mı”; “soykırım demeli mi dememeli mi” gibi tartışmalar.
Bütün bu tavrılar, ulusları dillere, dinlere, kültürlere ve tarihlere göre belirleyen çifte kavrulmuş bir karşı devrimcilikle malul milliyetçiliğin, kendini yenileme çabalarından başak bir şey değildir.
Bu tartışmada, ulusların dille, dinle, tarihle, kültürle, tanımlanmasının reddi ve bunun aslında bir demokratik ulusçuluktan başka bir şey olmayacağı bile tartışılmaz kalır.
*
Özür dileme konusu da aynı karşı devrimci özle maluldür.
Özür dileme, Türk ulusunun ve Türk devletinin varlığını veri kabul eder; başka bir varoluş biçimi olamayacağını ve olmaması gerektiğini gizli bir varsayım olarak kabul eder. Hatta Türk devletinin ve varlığının sürmesini ister. Çünkü ancak kendi varlık nedenini burada bulabilir.
Hâlbuki bırakalım genel olarak ulusçuluğu bir yana; ulusu bir dille dinle, tarihle, soyla, kültürle tanımlamayı reddeden; böyle tanımlamalara karşı tanımlayan bir demokratik ulusçuluk ve ulus, kendisi bizzat Türk ulusçuluğuyla savaş içinde var olabileceğinden ve Türk ulusu olmayacağından, Ermeni katliamı konusunda özür dileme gibi bir sorunu olmaz. Özür dilemeye kalkması bir ateistin papalığın cinayetleri için özür dilemesinden farklı olmaz.
Onun sorunu bu katliamların insanlığın vicdanında mahkûm edilmesi; nedenlerinin ortaya çıkarılması olur.
Bu demokratik ulus kendini Türklük veya Ermenilikle veya Rumlukla veya Kürtlükle tanımlamayacağı; Türklük, Ermenilik, Kürtlük, Rumluk vs. kişisel bir inanç sorunu olacağı; hiçbir dil imtiyazlı olmayacağı; herkesin ana dilinde eğitim hakkı olacağı ve herkesin ana dilinde tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden derlenmiş bir kurulca yazılmış aynı tarih kitaplarını okuyacağı için, onun varlığı bile bugünkü Ermeni Ulusu, Türk Ulusu, Kürt Ulusu gibi kategorilerin reddi olur.
Onun yapabileceği tek şey, bunun nedenleri olan gerici ulusçulukları mahkûm etmek olabilir.
Böyle bir ulus olanağını ve gerçek bir çözümü; nedenlerin ortadan kaldırılmasını gündem dışına attığı için, Türk ulusunun varlığını öngördüğü için, özür dileme talebi karşı devrimci ulusçuluğun bir egemenlik aracıdır.
*
O halde, bir Marksist, ancak taktik olarak, bugün var olan devlet zayıflattığı için; unutulmuş demokratik geleneklerin hatırlatılmasına hizmet ettiği için; bu günkü Türklük üzerine oluşmuş bu devletin temellerini aşındırdığı için bu tartışmada; Ermeni katliamının hukuki tanımlar çerçevesinde tartışılmasının gerici ve karşı devrimci niteliğine dikkati çekerek, onun insanlığın vicdanında mahkûm edilmesinin ve gerçek nedenlerine karşı savaşın yani ulusların ve ulusçuluğun; politik birimlerin ulusal birimlere dayanması ilkesine karşı savaşın önemine ve gerekliliğine vurguyu yapıp; gündemi bir hukuki tartışmanın karşı devrimci sınırlarının dışına çekmeye çalışır.
Bizzat bu yazıda yapıldığı gibi.
*
Eğer özür dilemek ille de gerekiyorsa, biz Marksistlerin, en tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken sosyalistlerin özür dilemesi gerekiyor.
Evet, biz Marksistler ve Sosyalistler tüm insanlıktan tarih önünde özür diliyoruz.
Bütün bu katliamların sorumlusu biziz.
Biz Marksistler ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamadık.
Onun Aydınlanmaya karşı, bir karşı devrim olduğun göremedik.
Onun mirasçısı olduğumuz aydınlanmanın inkârı olduğunu ve bizi bu mirastan bile mahrum ettiğin göremedik.
Bu nedenle savaşımızda ne ulusun ve ulusçuluğun doğru bir tanımlamasını yapabildik; ne de onu insanlığın önünde mücadele edilmesi gereken en baş düşman olarak tanımlayabildik.
İşin kötüsü sonunda bizzat bizler ulusçulara dönüştük. Yeryüzündeki, hem de en gerici tarihe, dile, kültüre dayanan ulusların kurucuları ve bu ulusçulukların taşıyıcıları olduk.
Eğer biz Marksistler, sosyalistler bu doğuştan günahla malul olmasaydık tarihin gidişi bambaşka bir yol izleyebilir; insanlık bu acıları çekmeyebilirdi.
O zaman sosyalistler ve komünistler; ulusları ve ulusçuluğu yeniden üreten ulusal Partilerde (yani modern tarikatlarda) örgütlenmezler, uluslar ve ulusçuluk karşı devrimine karşı savaşan Aydınlanma’nın bir Rönesanssını; öze dönüşünü ifade eden bir Din kurarlardı Partiler (Tarikatlar) var olan dini sorgulamazlar. Klasik sosyalist partilerin hiç birisi uluslara karşı savaş açmadı ve onları içinde hareket ettikleri tarafsız ortamlar gibi gördüler.
Bunu yapamadığımız için insanlıktan özür dileriz.
Bunu yapamadığımız için insanlıktan özür dileriz.
Elbet bu Özür’ün sadece simgesel ve retorik bir anlamı vardır.
Bizlerin bu eksiği görmeyişimizin tarihsel ve toplumsal nedenleri vardır.
Esas olan teorik ve programatik olarak değişikliğin yapılıp yapılmadığıdır; bu suçtan kurtulunup kurtulunmadığıdır.
Bugün rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Ulusları ve ulusçuluğu açıkladığımız gibi; neden açıklayamadığımızı da hem sosyal nedenleriyle; hem de metodolojik nedenleriyle açıkladık.
Bu açıklamanın sonuçlarını somut bir programa kavuşturduk.
Yani Marksizm’in Marksist bir eleştirisini yaptık.
Bizzat bu yazı bunun bir kanıtı değil mi?
Bu teorik açıklamayı ve programı yok sayan, susuşa boğun, gündemden düşüren her girişim gelecekteki katliamların hazırlığından başka bir şey değildir.
Çünkü onlar ulusların ve ulusçuluğun ne olduğunun Marksist tanımlanması gündemden düşürmektedirler.
Tartışmayı ulusçuların ulus ve ulusçuluk tanımlarına hapsetmektedirler.
Demir Küçükaydın - 21 Nisan 2015 Salı
(Bu yazı, Demir Küçükaydın'ın Demirden Kapılar (http://demirden-kapilar. blogspot.com.tr/) bloğunda yayınlanmıştır. Yazının DEMOKRATHABER/İDEAHAYAT'ta yayınlanmasında kendisinin onayı vardır)