Devrimciler, isyan ve isyancı ile nasıl bir ilişki kurmalı? Elbette sahip çıkmalı ama isyan ve isyancı mülk edinilebilir mi?
Sahip çıkmak, korumayı ve ilerletmeyi; mülkiyete geçirmek ise dar çıkarlar uğruna kolektif çıkarları hiçe saymayı ifade ediyor. Aradaki farkı görmüyor muyuz?
Devrimci mirasa ya da bir geleneğe sahip çıkmaktan anladığımız, o mirasa ve geleneğe ters düşen siyasi tutumlarımızdan etkilenmeyen bir mülkiyet ilişkisi midir?
Üzerinden bir buçuk yıl geçmiş bir isyanı (mesela 2013 Haziran İsyanı) ya da devrimci bir eylemle yaşamı son bulmuş bir isyancıyı (mesela Mahir Çayan) mülkiyetimize alıp şimdiki siyasal duruşumuza ya da projemize payanda haline getirebilir miyiz?
İsyanı ve isyancıyı, “algı yönetimi” operasyonlarına alet edebilir miyiz? Halkın algısını etkilemek için gerçekte olmadığımız bir şeymiş gibi davranabilir, gerçekte olanı yok sayabilir, genel ilkeleri kendi dar çıkarlarımıza uyduğu ölçüde kullanıp uymadığı zaman ihmal edebilir miyiz?
Karşıdevrimin halkı aldatmak üzerine kurulu “algı yönetimi” metoduyla devrimci siyaset üretebilir miyiz?
Deneyince oluyor mu? Oluyor muymuş?
Olmuyor!
Ama bu soruları sormamızı gerektiren etik-politik sorunların da ardı arkası gelmiyor.
Bu etik-politik sorunların müsebbibi, dar çevreler olsa dahi zarar en geniş çevrenin hesabına yazılıyor.
Bu nedenle, Türkiye devrimci hareketinin ve Türkiye halklarının hiçbir kişi ya da grup tarafından özel-mülkiyetleştirilemeyecek ortak mirası olan değerlere sahip çıkmak adına yeri geldiğinde bazı itirazları dile getirmek gerekiyor.
İsyanın mülkiyeti
Buradaki örneğimiz, Birleşik Haziran Hareketi (BHH). Haziran adı dolaysız biçimde Haziran İsyanı’ndan alınmıştı ama hareket, Haziran İsyanı’nın öne çıkardığı dinamikler üzerine değil isyanın sınırlı bir katılımcı grubunu temsil eden kimi sol gruplar ve kişiler üzerine kurulu olmakla; bununla da bağlantılı olarak, isyancı kitlelerin değil bu sol grupların ihtiyaçlarını öncelemekle maluldü. İyi niyetli bir birlik projesince dahi olsa özel-mülkiyetleştirilemeyecek bir mirasın “ad koyma” yöntemi ile kullanılması etik-politik bir sorunlar bütününün yalnızca bir parçasıydı.[1]
İsyanın sahibi olamazsınız, isyan edebilirsiniz ancak. Ama BHH bileşenlerinin yayınlarından okuyabildiğimiz kadarıyla, daha sonradan “Haziran”ı sahiplenen kimi bileşenler Haziran’da sokağa mesafeli yaklaşmak gerektiğini savunmuştu.
BHH bileşenlerinden HTKP çizgisinde yayın yapan ilerihaber.org’dan bir yazarın, bir diğer bileşen olan KP’nin yöneticilerinin Haziran İsyanı’ndaki tutumuna yönelik şu eleştirisine bakalım: “2 Haziran 2013 gecesi, Türkiye’de yer yerinden oynuyorken yaptığınız değerlendirmenin merkezinde ‘derin devlet işi’, ‘Seferberlik Tetkik Kurulu örgütledi’ gibi cümleler varsa…”[2] HTKP’nin önde gelen isimlerinden Erkan Baş da, vaktiyle aynı örgüt çatısı altında bulunduğu eski TKP yöneticilerinin Haziran İsyanı günlerinde sokak eylemlerini yanlış bulduğunu, direnişe katılan TKP’li gençleri engellemeye çalıştığını, TKP içindeki bölünmenin bu tutum nedeniyle de tetiklendiğini yazmış ama Haziran nedeniyle ayrıştıkları eski mücadele arkadaşlarıyla “Haziran” adlı bir birlikte buluşmuştu. İsteyenler ilgili yayınlardan daha fazla itham bulabilir.
En nihayetinde hareketin bileşenlerinin önceliğinin Haziran İsyanı’nın açığa çıkardığı değerler ya da isyancı kitlelerin çıkarları değil dar grup çıkarları olduğu ve hareketin kaderinin de seçim süreci tarafından tayin edileceği yönündeki eleştiri haklı çıktı.
Kimse kızmasın ama isyanın üzerinden bir buçuk yıl geçtikten, park forumları daraldıktan sonra ve ülke seçim sathı mailine girerken, asli özneleri siyasi partiler kanununa göre örgütlenmiş geleneksel sol gruplarla yalnızca bir şeyin örgütü kurulabilirdi: Seçim ittifakı. Bu da ayıp değil bir tercih olurdu. Parlamentarizmi doğru bulmayanlar dışarıda kalıp eleştirir, içerde kalanlar da işine bakardı.
“Hareket”, olmadığı bir şeyin adını alıp, olmadığı bir şey gibi hareket etti. Ne seçimlere yönelik bir tavır geliştirebildi ne birliğini koruyabildi ne de isyanın değerlerini ileriye taşıyabildi. Şimdi hareket içinde hala iddiasını koruyanlar, bir şeyleri yapmış olmakla değil yapmamış olmakla övünüyor.
Geçmiş olsun.
Ne var ki bu başarısızlık, yalnızca hareket bileşenlerinin değil, bir sol birlik projesi olduğu için genel olarak solun, Haziran adını taşıyan bir proje olduğu için de Haziran İsyanı’nın hanesine yazılmıştır.
Dışarıda kalıp eleştirenler olarak “oh olsun” değil “bir daha olmasın” diyebiliriz. Yazının ve eleştirinin gerekçesi budur.
İsyancının mülkiyeti
Cumhuriyet Gazetesi’nin 30 Mart vesilesi ile Devrimci Yol liderlerinden Oğuzhan Müftüoğlu ile yaptığı söyleşide, aynı zamanda THKP saflarında Mahir Çayan ile birlikte mücadele etmiş olan Müftüoğlu, seçimlerde sosyalistlerin Kürt hareketi ile mesafesini koruması gerektiğini savunuyor ve “(…) ‘Kızıldere’nin çağrısı Haziran’ diyorum” diyor.[3]
“Haziran” burada hepimizin kolektif olarak sahipleneceği “Haziran İsyanı” anlamında kullanıldıysa, Kızıldere ile Haziran İsyanı arasında bir bağ kurulmasında elbette bir sorun yoktur.
Ancak “Haziran” ile BHH kastediliyorsa, bu kez de isyancının -dar grup çıkarları adına- özel-mülkiyetleştirilmeye çalışıldığı etik-politik bir sorun karşımıza çıkıyor.
Mahir yaşasaydı…
Bu anlamsız ve uzak durmamız gereken sözü, “şöyle şöyle yapardı” diye uzatıp bir iddiada bulunmak kimsenin haddine değil.
Çünkü o, ne olursa olsun hayatta kalmak zorunda olduğunu zanneden değil gerektiğinde ölmesini de bilen biri olduğu için Mahir oldu.
Yaşamına mal olan Kızıldere de devrimci yaşamı ile bütünlük arz eden bir mesajdı elbette ve ardıllarınca yorumlandı, örnek alındı. O, parlamentarizmden, Kemalizm’den, cuntacılıktan, pasifizmden “devrimci kopuş”u ve “devrimci irade”siyle; “Tamamlanamamış bir Manifesto’nun devrimci eylemle tamamlanması”[4] olan Kızıldere ile Mahir oldu.
“Savaş örgütü savaş meydanlarından çıkar” dediği ve sözünün gereğini yaptığı için Mahir oldu. İsyan örgütünün, etrafına “sen, ben, bizim oğlan”ın dizildiği bir masa-başından değil isyan meydanlarından çıkacağını aklımızda tutmamıza yardımcı oldu.
Öte yandan, belki de en çok Kızıldere sayesinde merak ettiğimiz ve böylece öğrenme şansına sahip olduğumuz tezleri, son yirmi yıldır liberal-ulusalcı saflaşmalar karşısında yalpalamadan devrimci bir hat tutturabilmemize yardımcı oldu.
Mahir’in “sömürge tipi faşizm” ve “yeni sömürgecilik” tespitleri ile, emperyalizme karşı mücadele etmeden demokrasi için mücadele edemeyeceğimizi, yani anti-faşist olmakla anti-emperyalist olmayı birbirinden ayıramayacağımızı aklımızda tuttuk. Böylece sol liberalizmle aramıza çizgi çektik. Kapitalizme karşı mücadele etmeden emperyalizme karşı mücadele edemeyeceğimizi, yani anti-emperyalist olmakla anti-kapitalist olmayı birbirinden ayıramayacağımızı aklımızda tuttuk. Böylece sol ulusalcılıkla aramıza çizgi çektik.
Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik süreci tartışmaları sırasında AB’den demokratikleşme beklemedik; AKP iktidarı eli ile “yukarıdan demokratik devrim” süreci yaşandığı gibi bir iddiada bulunmadık[5]; üyeliğin karşı konulmaz olduğunu, “Hayır” demenin anlamsızlığını[6] savunup “Havet” tutumu almadık. Mahir’in mesajını aklımızda tutup gözümüzün önüne bakarak, “AB süreci demokrasiyi ilerletmez geriletir, AB dağıtılmalıdır” dedik. Aynı şekilde, anti-faşist ve anti-kapitalist olmayan bir anti-emperyalizm olamayacağını söyleyerek ulusalcı eğilimleri de reddettik.
Aradan 10 yıl geçti, “yukarıdan burjuva demokratik devrimi” iddiasının özeleştirisi verilmedi. Üstelik Mahir’in mesajını hiçe sayıp, vaktiyle sol liberalizme kapı aralayan bu tespit şimdi de madalyonun öte yüzünü çevirmiş Kürtlerle-AKP arasında bir uzlaşma yaşanabileceği (AKP’nin bir demokratik devrim sorunu olan ulusal sorunu çözebileceği) iddiası ile, sosyalist hareketle Kürt hareketi arasına kırmızıçizgi çekilmesi gerektiğini savunuyor, sol ulusalcılığa kapı aralıyor. (Sosyalist hareketin bağımsız tutumunu koruması gerektiğini biz de savunuyoruz ama bağımsız tutum almakla araya kırmızıçizgi çekmek arasındaki farkı da biliyoruz.)
Mahir’in “sömürge tipi faşizm” tespiti ile verdiği mesajı yok saymanın sonuçlarını teorik düzeyde KP geleneği ile ortaklaşmaya başlayan “faşizme geçiş” tartışmalarında[7], 10 yıl önce sol liberalizme, şimdi sol ulusalcılığa kapı aralayan politik tahlillerde görüyoruz.
Tekrar soralım: Devrimci mirasa ya da bir geleneğe sahip çıkmaktan anladığımız, o mirasa ve geleneğe ters düşen siyasi tutumlarımızdan etkilenmeyen bir mülkiyet ilişkisi midir?
Bizce değil.
Sözün özü, kim olursak olalım, Kızıldere’nin, Mahir’in ve Haziran İsyanı’nın mirasına sahip çıkalım ama onları mülkiyetimize geçirmeye çalışmayalım. Çünkü isyanın ve isyancının sahibi olunamıyor. Ama isyancıya ve isyanın değerlerine sahip çıkılabiliyor. Aradaki farkı ve sonuçları herkes görüyor.
Dipnotlar:
[1] Vişnelik Toplantılarına katılan ancak bu sol birlik projesine dahil olmayan Halkevleri, projeye yönelik esastan eleştirisini yapamadan, toplantıyı örgütleyenlerin yol açtığı bir usul sorunu nedeniyle ikinci toplantıdan ayrılmak ve eleştirisini yazılı bir metinle dile getirmek zorunda kaldı. Usul tartışmasını ve usul tartışmasına yol açan etik sorunu (kendilerini ilgilendirmediğini düşündüklerinden olsa gerek) sorun etmeyenler, esastan eleştirileri de görmezden gelmeyi / anlamamayı tercih etti, ilerleyen süreçlerde başkaca usul ve esas sorunlarıyla / etik ve politik sorunlarla karşılaştılar ve “Hareket” çok geçmeden dağılma noktasına geldi. Etik sorun politik sorundan ayrı değildi. Ortada etik-politik bir sorun vardı.
Halkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy’un süreçle ilgili yazısı: http://www.sendika.org/2014/09/solda-birlik-tartismalarina-dair-bugunun-ihtiyaci-mucadele-icinde-birlik-samimiyet-ve-guvendir-oya-ersoy/
[5] Melih Pekdemir, AB ile üyelik müzakerelerine başlaması vesilesiyle 2004’te Birgün gazetesinde yazdığı yazılarda süreci “yukarıdan burjuva devrimi” olarak tarif etmişti. (Melih Pekdemir, “Zor Dostum Zor, Birgün, 25 Ekim 2004)
[6] Oğuzhan Müftüoğlu da AB sürecine itiraz etmeyi ilerleyen bir tren içinde koltuğu geriye itmeye benzetiyor ve karşı çıkmanın anlamsızlığından söz ederek, “Havet” tutumunun fikri temelini oluşturuyordu.
[7] THKP-C geleneğine sahip çıkanlar Türkiye’de faşizmin müstakbel bir tehlike olmadığını, yenisömürge kapitalizminin bir gereği olarak yukarıdan aşağı örgütlenmiş bir biçimde an itibariyle var olduğunu savunur. Bu tespit, faşizmin kimi zaman yükselişe geçtiği, kimi zaman gizli faşizm koşullarından açık faşizm koşullarına geçilebildiği gerçeğini de içerir. Ancak faşizmin yükselişi ya da açık faşizm tehlikesinin belirmesi THKP-C geleneğini benimseyenlerce “faşizme geçiş” şeklinde kavramsallaştırılmaz. ALİ ENGİN DEMİRHAN-SENDİKA.OR