Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) Savunması’nın yapılmasının (ve sonra da yayınlanmasının) üzerinden tam 41 yıl geçmiş. Kaynak Yayınları tarafından en son 4. Baskısı 1992 yılında yapılan (23 yıldır da bir daha basılmadı) Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi – SAVUNMA kitabının hemen başında şu ibare yer alıyor:
“Bu savunma, 10 Ocak 1973 tarihinde Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Üç No’lu Askeri Mahkemesi’nde yargılanmasına başlanan Türkiye İşçi Köylü Partisi Davası sanıkları tarafından hazırlanıp, 14 Haziran – 9 Temmuz 1974 tarihleri arasında yapılan duruşmalarda okunmuştur. Savunmayı, okunduğu tarihte tutuklu bulunan 141 sanık imzalamıştır.”
Savunma’nın hapishane çapında kolektif bir çalışmayla hazırlandığı doğrudur. Ankara, Yıldırım Bölge’deki Kadınlar Koğuşu’nun katkısı da dâhildir buna. O hapishane koşullarında yapılabilmiş gerçek bir kolektif çalışmanın örneğidir. Gerçi Savunma’nın yazımında son söz, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesinin gereği olarak, Mamak Cezaevi’ndeki “Arka Hücreler”de yatan, ağırlıklı olarak “ileri arkadaşların” (TİİKP tutuklularının o zamanlar parti yöneticilerine atfen kullandığı deyim buydu) bulunduğu koğuş tarafından söylenmiştir. Hatta daha da daraltırsak, Savunma, başta Doğu Perinçek’in belirleyiciliğinde ve karar vericiliğinde, benim de içinde bulunduğum dar bir grup tarafından kaleme alınmıştır. Buna rağmen “demokratik merkeziyetçilik”te demokratik yanın ağır bastığı olumlu bir örnek olarak görülebilir.
GÜN ZİLELİ
Savunma’nın büyük kısmını ben başta olmak üzere, isimlerini hatırlayabildiğim kadarıyla Oral Çalışlar, Şenal Sölpüker (Saruhan), Nur Deriş (Üster) gibi arkadaşların içinde olduğu dar bir grubun mahkemenin önünde bilfiil okuduğunu belirtmeliyim. Neden dar bir grup? Çünkü, daha önceki duruşmalarda sanıkların çoğu, “mahkemeye hakaret” nedeniyle ikinci kez duruşmalardan atılmışlardı. İki kez atılanlar bir daha duruşmalara alınmıyordu ve yargılanma gıyaplarında devam ediyordu. Oral Çalışlar ve ben, ikinci atılma sırasında Dev-Genç davasının duruşmasında bulunduğumuz, diğer arkadaşlar da rahatsızlıkları dolayısıyla o gün duruşmaya gidemedikleri için atılmamıştık. Dolayısıyla duruşmalara gidebiliyorduk. Bu yüzden, 600 kitap sayfası tutan ve aslında o zamanki fikirlerimizin, tarihe ve topluma bakışımızın bir dökümü niteliğinde olan bu uzun savunmayı okumak görevi bize düştü. En büyük kısmını da ben okudum. Çok duygulu bir sese ve teatral tavırlara sahip olduğundan Şenal Sölpüker’in de epeyce bölüm okuduğunu hatırlıyorum.
Savunma’nın final bölümünü de ben okumuştum. Bu duruşmada, Savunma’yı okuyup bitirdikten sonra meydana gelen bir anekdotu anlatmalıyım. Savunma’nın son satırlarını da okuduktan sonra götürüp mahkemenin sorgu hâkimi Tahsin Özer’e verdiğimde yarı yarıya kapalı, yılgın gözlerle bana baktı ve “biz faşist olsaydık bu savunmayı burada günlerce zor okurdunuz” dedi. Bugün düşünüyorum da, gerçekten de mahkeme heyeti üyeleri, faşist değil, emekliliklerini düşünen sıradan devlet görevlileriydi. (Tuhaftır ki, Savunma’nın hiçbir yerinde bizi yargılayan mahkeme üyelerinin ismi geçmemektedir. Bunu bilinçli mi yaptık, hatırlamıyorum: Mahkeme başkanı, İzzettin Avlar, sorgu hâkimi, Tahsin Özer, üye hâkim, Fuat Kaylan).
Savunma’nın sonunda, 141 sanığın imzaları var. En başta Doğu Perinçek’in imzası yer alıyor. Ardından Gün Zileli geliyor. Bu, kuşku yok ki, parti hiyerarşisine göre bir diziliş. Ama bir yere kadar. Bu iki ismin ardından imzalar daha çok koğuşlara göre sıralanmış gibi gözüküyor.
İmza sahiplerinin bugünkü durumuna ve eğilimlerine baktığımızda aşağı yukarı şu tespitleri yapabiliyoruz:
Tespit edebildiğim kadarıyla 10 sanık ölmüş.
Yine tespit edebildiğim kadarıyla 20 kadar sanık halen Vatan Partisi saflarında (mutlaka saptayamadıklarım vardır).
5 kadar sanık, Vatan Partili değil ama ulusalcı, Kemalist çizgide ya da CHP’li.
5 kadar sanık AKP saflarında.
3 kadar sanık bugünkü HDP çizgisinde.
1 sanık ise Anarşist (bu ben oluyorum).
Geriye kalan 100’e yakın sanığın ise durumları benim açımdan meçhul. Bunlardan bazıları Vatan Partili olabilir ama bu sayının çok fazla olduğunu sanmıyorum. O günün koşullarında onurlu bir tutum sergileyerek toplumsal mücadelede üzerlerine düşeni yerine getirmiş bu insanların birçoğunun bugün doğrudan siyasal mücadele alanından elini eteğini çektiğini, hatta bir kısmının artık herhangi bir eğilime sahip olmadığını tahmin etmek zor değil.
Bu saptamalardan sonra TİİKP Savunması’nın içeriğine geçebiliriz. Öncelikle bir eleştiri olarak şunu belirteyim ki, Savunma’nın tarihi ve toplumu ele alışı son derece katı, ezberci, mekanik ve dogmatiktir. Bu, bizim o zamanki düzeyimizi yansıtıyor elbette. O zamanın genç devrimcileri olarak fazlasıyla iddialıyız ve tabii o ölçüde de katı ve dogmatik. Keza, o zamanki Maocu anlayışlarımızın bir sonucu olarak, dünyanın bütün gerçeğini keşfetmişiz gibi kibirli bir havamız var. Farklı herhangi bir fikri ve eğilimi dinlemeye hiç mi hiç hazır değiliz. Referanslarımız esas olarak Lenin ve Mao’dan. Sanki bu liderlerin söylediklerinin hepsi bir kelam ve tartışılmaz bir ayetmiş gibi sunulmuş. Stalin’e çok fazla atıf yok ama Stalin de “beş usta”dan biri olarak kutsanıyor ve teorinin temel taşlarından biri olarak başköşeye konuyor. Hatta bir bölümde şu meşhur “Kruşçevci karşıdevrim”e konuyu getirmek için Stalin’i bir hayli cilalamışız. Tabii ki bu, bizim o zamanki vazgeçilmez amentülerimizden biri. Sosyalizmin gerçek tarihi hakkında hiçbir şey bilmediğimiz ve bildiklerimizin tamamen bize aktarılmış resmî ezberler olduğu anlaşılıyor. Bunlar bizim o zamanki zaaflarımız.
Bununla birlikte, TİİKP Savunması’nın esasen devrimci bir yönelim içinde olduğunu ve bu hareketten kaynaklanıp evrilerek bugünkü Vatan Partisi’nin faşist yönelimleriyle hiçbir ilgisinin olmadığını saptayabiliriz. Öyle ki, Savunma’nın konuları ele alışıyla Vatan Partisi’nin bugünkü görüşleri, taban tabana zıttır.
Örnekleri buraya alalım.
İttihat ve Terakki
“İttihat ve Terakki, daha baştan feodal-komprador iktidarla uzlaştı. Bunun sonucu olarak, halk yığınlarının demokratik mücadelesini bastırmaya yöneldi… Komprador burjuvazinin yönetimi altına giren İttihat ve Terakki, işçileri, köylüleri ve çeşitli azınlık milliyetlerini ezdiği gibi, içinden yükseldiği milli burjuvaziyi de baskı altına alan bir diktatörlük kurdu. Turancılık ideolojisiyle, Alman emperyalistlerinin Asya’daki yayılma siyasetine hizmet etti.” (s. 153)
“İttihat ve Terakki hükümeti 1913 yılında devrimci teşkilatlara ve işçi sendikalarına karşı azgın bir saldırıya geçti. Bütün teşkilatları dağıttı. Devrimci önderleri tutuklayıp sürdü. İlerici gazeteleri kapattı. Sendikaları yasakladı. İttihatçı kompradorlar, toprak ağaları ve tefecilerle birleşerek geniş köylü kitlelerini de baskı altına aldılar.” (s. 154)
“1911 yılına kadar İngiliz ve Fransız emperyalistlerine dayanan feodal-komprador iktidar, 1911’den sonra hızla Alman emperyalistleriyle işbirliğini geliştirdi.” (s. 155)
“Halkın ve milli burjuvazinin muhalefetini ezen Talat, Enver ve Cemal Paşalar yönetimindeki feodal-komprador İttihat ve Terakki diktatörlüğü, Alman emperyalistleriyle birlikte ülkemizi Birinci Dünya Savaşı’na soktu.” (s. 156)
Ermeni Katliamı
“Feodal-komprador diktatörlük milli azınlıklar üzerinde de baskı ve katliam politikası uyguladı. Doğuda yüz binlerce Ermeni’yi katletti. Geri kalanlarını da yurtlarından sürdü. Arap ve Kürt milliyetlerine çeşitli baskılar uyguladı.” (s. 154)
Kurtuluş Savaşı
“Milli Kurtuluş Savaşı’nın önderliğini milli burjuvazi ele geçirdi. Bu durum, Kurtuluş Savaşı’mızın zaafını meydana getiriyordu.” (s. 174)
“Meclis’in kurulmasından sonra burjuvazi, savaşın başarıya ulaştırılması için düzenli orduya geçilmesi gereğini, çeteleri dağıtmak ve halkın inisiyatifini köreltmek yönünde kullandı. Bundan sonra da, bir yandan komünist harekete karşı saldırıya geçildi ve halka baskı uygulanmaya başlandı. Öte yandan emperyalistlerle uzlaşma teşebbüslerine girişildi… Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı hunharca katledildi.” (175)
Lozan
“Ankara hükümeti, Lozan’da, Türkiye halkının büyük fedakârlıklarla kazandığı zaferin semerelerini toplamadı. Bağımsızlığımızı kayıtsız şartsız destekleyen Sovyetler’in dostluğuna sırt çevirdi. Emperyalistlerle uzlaştı.” (s. 190)
“Kemalist burjuvazi, daha 1921 yılının ilk aylarından itibaren emperyalistlerle uzlaşmaya başlamıştı. Lozan, emperyalizme karşı mücadelesinde dönüm noktası oldu. Lozan’da veriler tavizler sebebiyle, emperyalistler adım adım Türkiye’ye yeniden nüfuz ettiler ve sonuç olarak Türkiye yarı-sömürge olmaktan kurtulamadı. Ülkenin bütün mali, ticari ve sınai kuruluşları emperyalistlerin elinde kaldı.” (s. 190)
“Lozan’da verilen tavizlerle emperyalist sermaye, büyük ölçüde, birçok önemli alanda varlığını devam ettirdi. İşçilerimizin ve köylülerimizin emeğini sömürdü.” (195)
Kemalist burjuvazi
“Kemalist burjuvazi zaferden itibaren hızla zenginleşerek emperyalizm ve gericiliğe teslim olma yönünde gelişti. Lozan’da emperyalistlerle uzlaşan Kemalist burjuvazi, devlet iktidarını kullanarak hızla büyüdü. İşçi ve köylüleri insafsızca sömürdü.” (s. 193)
“1924’te Mustafa Kemal ve bazı milletvekilleri tarafından kurulan İş Bankası, tüccara ve ticarete atılacak memurlara destek oldu. Onlara sermaye sağladı. Bir kısmına yabancı sermayenin de katılmasıyla kurduğu şirketler büyük kazançlar getirdi… Kemalist iktidar, ticaret burjuvazisinin iç pazara hâkim olması ve köylü yığınlarının alın terini sömürmesi için hızla demiryolları inşasına girişti ve liman ve diğer ulaşım faaliyetlerini devlet tekeline aldı.” (s. 194)
“1923-1930 yılları arasında kurulan 201 anonim şirketten 66’sına yabancı sermaye ortaktı. Bunların çoğu ticaret şirketiydi. Bu şirketlerin kurucuları ve yöneticileri arasında Kemalist burjuvazinin milletvekilleri ve yüksek memurları, büyük tüccarlar vardı.” (s. 195)
“Komprador burjuvazi, ekonominin can damarını meydana getiren dış ticareti elinde tutuyordu, ekonominin en önemli noktalarına hâkimdi ve güçlü bir sınıftı. Kemalist burjuvazi, bu sınıfın bir kesimini tasfiye ederken, geri kalan kesimleriyle kaynaştı, işbirlikçi büyük burjuva karakter kazandı. Halkımız üzerinde zalim bir diktatörlük kurdu, giderek yurdumuzu emperyalist boyunduruğa teslim etti.” (s. 195-196)
“Kemalist iktidar, en tabii hakları için mücadele eden işçilere vahşice saldırdı. Ağır bir baskı rejimi kurdu. Yabancı patronları destekledi. Onların menfaatleri için işçileri katletti. İşçi sınıfının bütün hakları gasp edildi. Grev hakkı ve teşkilatlanması yasaklandı. İşçi sınıfımız boğaz tokluğuna çalıştırılarak, yerli ve yabancı patronların elinde köleliğe mahkûm edilmek istendi.” (s. 200)
Şeyh Sait İsyanında tenkil
“Kemalist diktatörlük, Kürt halkına milli baskı ve eritme politikası uyguladı. Şeyh Sait isyanı sırasında Kürt köylülerini kitleler halinde katletti. İskân Kanunu’yla on binlercesini yurtlarından, topraklarından sürdü.” (s. 202)
“Kemalist burjuvazi, Şeyh Sait isyanını kırmak için, aşiret ve mezhep çatışmalarını körükledi. Alevi Kürt köylülerini ve bir kısım aşiretleri ayaklanmaya karşı kullandı. Hükümet, ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdı. Kürt milliyetinden kitleleri katletti… Ayaklanmanın önderleri asıldı… Silah toplama ve kaçak arama bahanesiyle halka ağır bir zulüm uygulandı.” (s. 416)
Kürt ayaklanmaları
Türk hâkim sınıfları, ağrı ayaklanması sırasında Kürt milliyetine karşı kitle katliamı siyaseti izlediler. Ağrı’da ayaklanan Zilan, Celalî, Haydaran, Ademan, Takoriyan ve Mişikan aşiretlerinden yüzlerce köylüyü Zilan Deresi’nde kurşuna dizdiler.” (s. 418)
Devletçilik
“…özel kapitalistler henüz büyük sanayi tesisleri kuracak güçte değildi… Bütün bu sebeplerle devlet kapitalizmi uygulanmaya başlandı. Görülüyor ki, devlet kapitalizmi burjuvazinin halk üzerindeki diktatörlüğünü sürdürmek için alınmış bir tedbirden başka bir şey değildir.” (s. 204)
“Büyük burjuvazi, devlet kapitalizminin attığı temeller üzerinde ilerledi.” (s. 206)
141-142. Maddeler
1936’da faşist İtalyan Ceza Kanunu’ndan alınan 141. Ve 142. Maddeler Ceza Kanunu’na eklendi. Yine 1936’da faşist İtalya’dan aktarılan İş Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla işçilerin sendika kurması ve grev yapması yasaklandı.
Dersim Katliamı
“1930-1938 arasında her yıl komünist tevkifatları yapıldı. Ağrı, Zilan, Dersim isyanlarında binlerce Kürt köylüsü katledildi.” (s. 208)
“Faşizmin dünya çapında saldırganlaşmasına paralel olarak, Türkiye hâkim sınıflarının da faşist baskı ve zorbalıkları arttı. Önceki ayaklanmalar dışında kalan Dersim bölgesinde de, 1934’ten başlayarak yeni baskı ve zulüm tedbirleri alındı. Yol kavşaklarına jandarma karakolları kuruldu. Halkın silahlarını toplamak için, bugün faşist komando birliklerinin yaptığı gibi, köylere baskınlar düzenlendi. Halka zulmedildi. Tarihin hiçbir döneminde zulme boyun eğmeyen Dersim halkı, başkaldırdı. Halka zulmeden bir jandarma bölüğü pusuya düşürüldü ve ayaklanma başladı. Dersim halkı, kadınıyla erkeğiyle, çeteler halinde savaştı. Pek çok ordu birliğini bozguna uğrattı. Zalimlerin yüreğine korku saldı. Kanlı katliamları yöneten Abdullah Alpdoğan, Dersim Dağları’nı ve geçitlerini tutan halkın yiğitliği ve baş eğmezliği karşısında, çaresizlik içinde şöyle dedi: ‘Dersim’e sefer olur, zafer olmaz.’” (s. 419)
“Ayaklanma sırasında zorba devlet kuvvetleri 40 bin Kürt köylüsünü katlettiler. Munzur Dağları eteklerinde yaşayan köylüleri, isyancılara yardım ettiler diye kitle halinde imha ettiler. Munzur halkı, ‘Katliamlar sırasında, Munzur kızıl aktı’diyor. Mağaralara sığınan halk bombalandı.” (s. 420)
Tek Parti Dönemi
“’Milli Şef’in faşist diktatörlüğü bunlarla da yetinmedi. 1944 yılında Milli Korunma Kanunu’na eklenen maddelerle işçi ve köylüler üzerindeki sömürü ve zulüm artırıldı.” (s. 212)
“Bazılarının otoriter-devrimci dediği ‘Milli Şef’ iktidarı, işte böyle zalim bir faşist diktatörlüktü.” (s. 213)
“’Milli Şef’in CHP’si savaş yıllarında jandarma dipçiği ve tahsildar zulmüyle faşist bir diktatörlük sürdürdü.” (213)
Varlık Vergisi
Varlık Vergisi’yle azınlıklara zulüm yapıldı. Bu vergiyi ödemeyenlerden 2 057 kişi Hitler’in toplama kamplarına benzeyen Aşkale’deki çalışma kampına gönderildi.” (s. 214)
Kürt Sorununa Bakış
“Savcılar, Türk milletinin üstün bir millet olduğunu ileri sürüyorlar. Başka milletleri ve Kürt milletini hor görüyorlar. Faşistlerin uydurduğu bütün ırkçı teoriler, Kürt milleti üzerindeki zulmü ve sömürüyü haklı göstermek amacına hizmet ediyor. Onlar, iki kardeş halkı birbirine düşman ederek faşist diktatörlüklerini ayakta tutmaya çalışıyorlar.” (s. 426)
“TİİKP, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını her zaman savundu ve savunmaya devam edecektir… Kürt milleti, Türk milletiyle aynı devlet içinde yaşamaya karşı çıkabilir, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılarak, kendi bağımsız milli devletini kurabilir. Devlet kurmak, yalnız Türk milletinin imtiyazında olamaz… Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı demek, özünde ayrılma ve bağımsız bir milli devlet kurma hakkı ve özgürlüğü demektir.” (s. 427-428)
Devlet ve Ordu
İşbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının devleti, toplumumuzun yarı-sömürge yarı-feodal yapısına dayanmaktadır. Bu devlet, çöken ve çürüyen hâkim sınıfların baskı mekanizması olarak ordusu, bürokrasisi, parlamentosu, adaleti ve ideolojisiyle, emekçiler ve bütün halk üzerinde ağır bir yüktür. Emekçilere her an acı çektiren bu devletin temel unsuru olan ordu, emperyalist hâkimiyetin bekçisi ve hâkim sınıfların diktatörlüğünün silahlı baskı gücüdür.” (s. 439)
“Türk ordusu, NATO’ya bağlıdır. NATO generallerinin emri altındaki bu ordu Amerikan emperyalizminin tahakküm ve yayılma emellerinin hizmetine verilmiştir. Amerikan emperyalistleri, Türkiye’deki hâkimiyetlerini bizzat Türk ordusu vasıtasıyla korumaktadırlar.” (s. 439)
“Ezilen Kürt halkına sorulsun! Ağrı’da, Dersim’de katledilen on binlerce Kürt köylüsünün çocukları, torunları ordunun gerçek niteliğini söyleyeceklerdir.” (s. 450)
Örnekler bunlar. Daha da artırılabilir ama gerek yok, sanırım bu kadarı yeterli. Peki, nasıl olmuştur da, bu hareketin devamı olan bir parti (yakın zamana kadar adı İşçi Partisi olan Vatan Partisi) bugün bu fikirlerin taban tabana zıddı, faşist fikirlere yönelmiştir. Bunun üzerinde elbette kafa yorulmalı ve kolaycı sonuçlara gidilmemelidir.
Benim şimdilik söyleyeceğim şudur: O zaman TİİKP, egemen yapıya karşı bir iktidar alternatifi olarak ortaya çıkmıştı. İddiası buydu. Bu yüzden, egemen düzenin tam zıddı devrimci fikirleri geliştiriyordu. Bununla bu devrimci fikirlerin hepsinin tartışmasız doğru olduğunu söylemek istemiyorum. Elbette birçok hatalı tespiti de içeriyordu. Bunların en başında da iktidarı alma ve “proletarya diktatörlüğü” fikri gelir. Bununla birlikte, o zamanki fikirlerin sonuçta devrimci bir yönelim içinde bulunduğu açık. Bugünkü Vatan Partisi ise, TİİKP’nin tersine, kendini egemen yapının en kararlı savunucusu olarak görmekte ve bu savunuculuk görevini yerine getirecek faşist bir güç olarak iktidara adaylığını koymaktadır.
Peki, aralarında hiç mi bağlantı kalmamıştır. Bence tek bağlantı Stalinizmdir. O gün devrimci fikirleri karartan Stalinizm, bugün faşist fikirlerin yolunu aydınlatıyor.
Ben, yukarıda alıntıladığım paragraflara bugün de imzamı atıyorum. 141 kişi içinde yer alan, benim tespit edebildiğim 20 kadar Vatan Partili’nin aynı cevabı vereceğini hiç sanmıyorum. Onların TİİKP Savunması’nda bugün imzalarını atabilecekleri tek nokta Stalin savunusudur.
Gün Zileli - 14 Mayıs 2015 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com
Daha yeni Daha eski