Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

HDP: Akli solculara karşı haydutlar çetesinin birlikteliği

Kemal Okuyan, Merdan Yanardağ ve Yavuz Alogan eleştirisi HDP: AKLİ SOLCULARA KARŞI HAYDUTLAR ÇETESİNİN BİRLİKTELİĞİ Onlar ki; taband...


Kemal Okuyan, Merdan Yanardağ ve Yavuz Alogan eleştirisi
HDP: AKLİ SOLCULARA KARŞI HAYDUTLAR ÇETESİNİN BİRLİKTELİĞİ
Onlar ki; tabandan gelen ezilenlerin ayaklanmalarını egemenlerin söylemiyle uygunluk içinde anarlar. Şeyh ve şıhlar ken”din”de gerici, burjuvazi ise ken”din”de ilericidir
Seçimlerin yaklaşmasına paralel aynı anlam dünyasından HDP’ye yönelik birbirine koşut eleştirilere tanık oluyoruz. Geçmişte yoğunluklu olarak sınıfı bölen bir özgüllük olarak nitelendirilen Ezilen Ulus Siyaseti ifadesinin yerini bu kez de daha geniş düzlemde Ezilenler söylemi, Hegemonya Siyaseti ve HDP’nin hegemonya projesinin niteliği oluşturuyor. Akli ve Aydınlanmış Sol, HDP’yi dinsel hareketlere alan açmakla eleştiriyor. Bu eleştiriden yola çıkanların Marksizm’i edinimlerinde bir ortak kesen olmakla birlikte, içlerinde hegemonya projesini bir siyaset yapma biçimi olarak olumlayanlar da yok değil. HDP dışındaki bu muhalefetin bileşenlerinin özgül ağırlığının mevcut paradigmayı AKP ve onun içermediği İslamcılara karşı, kentli modern laikler olarak kodlamasından bahsetmek “sanırım” abartı olmaz. BHH bileşenleri içinde Demokratik Halk Devrimi, Sosyalist Devrim diyenler olmakla birlikte mevcut konjonktürde onları ortaklaştıran şey, ortak bir düşmana sahip olmalarından öte bu uygunlukta “gizlidir”. Hegemonya Projesini savunan Fatih Yaşlı gibi isimler ise Devlete Karşı Ezilenler değil; AKP ve totalde tüm İslamcılara karşı, laikliği özümsemiş modernlerin hegemonya projesinden bahsediyor. (Sol Cephe içindeyken her ne kadar Cemaat’i hedef alsa da!) Fakat bu Hegemonya Projesi nitelik olarak Laclau&Mouffe çizgisinin mevzi savaşının derinleştirilmesi olarak kodladığı Hegemonya projesinden farklı. Yani bu kesim “antagonizma üretmeyen” bir alan olarak nitelendirdiği Radikal Demokrasi siyasetine karşı, bir sınıfsallık yüklemi de ihtiva eden bir hegemonya projesi ile çıkıyor. Bob Jessop’un Hegemonik Proje kavramı burada anılabilir. Gerek Radikal Demokrasinin gerekse de Türkiye Solu’nun hastalığı, uru olarak nitelendirilen Sol Demokratizmin Sosyalist Devrimciler tarafından sertlikle eleştirilmesi bir iç tutarlılık örneği iken, Sosyalist Devrim diyen KP gibi siyasetlerin neden Demokratik Devrimcilerle (ÖDP) ve neden karşı-hegemonyacılarla bir arada yer aldığı ise başka bir yazının konusu değil, bu yazının jokeridir.
HDP’ye dair eleştirilerin bütünlüğü HDP’yi ezilenleri anlamak için ezilenlerin rengine bürünmekle itham ediyor. Tıpkı Shakespeare’nin vaktiyle “Dünyayı anlamak için onun rengine bürünmelisin dediği gibi.” Tabii ki bunun siyasetteki karşılığı yeşile çalan kızıl, mora çalan kızıl ve kızıllığını yitiren kızıl oluyor. Yani ilkesiz siyaset ve takiye hatta hatta onun hiç kızıl olmadığını söyleyenlerde yok değil. Misal KP’nin genel eleştirisi salt hegemonya projesi ve ezilenler siyasetinden daha “boyutlu” olarak Dindar bir Ezilen Yaratmak olarak ifa ediliyor. Yani mesele HDP’nin bir ezilenin dindar da olabileceğini anlayarak siyaset yapması değil fiktif (kurgusal) olarak Dindarlıkla karşımıza çıkmasıdır. Yani bu anlayışa göre HDP birey üretme çiftliğinde Dindar Nesil yetiştiriyor!
Bu gibi semptomlardan hareketle BHH’nin Marksizm’i edinimine dair bir felsefi konum almak fena olmaz sanırım. Louis Althusser’in vaktiyle Lenin’in yöntemini anarken dediği gibi Felsefe bölücüdür, tartışmayla vakit kaybetmez, tebliğ sunmaz, konumlar üzerinden ayrılığı derinleştirir. Ben de naçizane bu tartışmalar ekseninde tartışmaya girmeden felsefi konum alarak gücümün elverdiği “aklımın yettiğince” Marksizm’i bölmeye çalışacağım.
Din nedir? Akıl nedir? Ve Marksizm bu gibi hususlarda ne söyler, nasıl bir metodolojik yeğinliğe sahiptir. Oradan başlayalım.
İdeolojiler maddidir ve ideolojiler alanı kendi içinde bölünür. Sosyal Formasyondaki siyasal bölünmeden nasibine düşeni eksiği ve gediği olmaksızın üstüne alır. Fakat bu bölünme yanlış bilinç olarak Din ve doğru bilinç olarak koşullarının maddiliğini kavramak değildir. İdeolojiler zaten maddidir ve yanlış ve doğru gibi değer yargılarından hareketle yani ideolojize edilerek bölünemezler. Bu yapıldığı takdirde ideolojinin bilimsel bir metotla ele alınması değil ideolojinin ideolojize edilmesinden söz edebiliriz ancak ve ancak.
Dinsel ve Din dışı ideolojiler yoktur. İdeoloji sınıflar ve tarih üstü bir kategori değildir. Özel bir İdeoloji olarak Din tarihseldir. Dinsel ve dinsel olmayan ideolojiler gibi bir ayrıma gitmek ya her şeyin din olduğunu kabul etmek ve yahut da tersinden her şeyin ideoloji olduğunu söylemek anlamına gelir. Lenin ideolojileri camera obscura(karanlık oda) metaforu üzerinden ele almaz. Lenin ezilenlerin ideolojisinden ve egemenlerin ideolojisinden bahseder.
Üçüncü bir şose (kırıkları düzlenmiş yol) yok.
Marksizm’in dini bir ideoloji olarak kavrayışı, Fransız materyalistlerinin dine egemen sınıfların komplosu olarak bakışına benzemez. Marx kendini salt Fransız Materyalistleri ile değil Stirner gibi isimlerle de ayırır bu tartışmada. Alman İdeolojisi’nden aktaracak olur isek, şu sözleri sarf eder: “Fikirlerin, tasavvurların ve bilincin üretimi, başlangıçta, insanların maddi faaliyetiyle ve aralarındaki maddi temaslarla, yani gerçek hayatın diliyle doğrudan bağlantılıdır. Tasavvur, düşünme, insanlar arasındaki zihinsel ilişkiler, bu aşamada hala onların maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkar. Bir halkın siyasal dilinde, hukuki, ahlaki, dini, metafizik vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları tasavvurları, fikirleri vb. üretenler insanların kendileridir; yani, üretici güçlerinin belirli bir gelişim düzeyi ve bu düzeye karşılık gelen -en ileri biçimlere varıncaya kadar- maddi ilişkileri tarafından koşullanan gerçek, aktif insanlardır. Bilinç, asla bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz; insanların varlığı da onların gerçek yaşam süreçleridir.”
Ama Marx bu pasajda bilinçten söz etmiş saptırma diyenleri duyar gibiyim. Ya bilirim ya inanırım, bildiğim şeye neden inanayım, onu ancak bilirim diyen pozitivistleri duyar gibiyim. Giorgio Agamben’in sözlerine kulak verelim: “Bilinç hakkında hiçbir şey söyleyemem. Bu konuda tamamen bilinçsizim.”
Maddenin belirlediği bilinçten değil, Bilinç lehine Maddeyle özdeşlik kurma idealizmden hiç değil Maddenin ve Bilinç’in aynılığından söz ediyorum. Madde ne kadar bilemezse bilinç de o kadar bilinemez değil söylemeye çalıştığım. Bilincimin sınırlarını dahilinde maddenin gerçekliğini kavrayamam ya da benim dışımda bir gerçekliği olduğunu söyleyemem de değil. Algı ve muhakemem nedeniyle bilinçli beden olarak maddenin sırlarına nail değilimden ziyade benim sınırlarımın benim maddiliğim olduğu gerçeği.
Tekrar Marx’a kulak kesilelim. Tartışma özgülünde Marx Strauus ve Stirner’e dair şu iyimser sözcükleri sarf eder: Strauss’tan Stirner’e kadar bir bütün olarak Alman felsefe eleştirisi, dinsel tasavvurların eleştirisiyle sınırlıdır. Eleştirmenler işe hakiki dinden ve sözcüğün gerçek anlamıyla teolojiden başladılar. Dinsel bilincin ve dinsel tasavvurun ne olduğu ise sonraki süreç içinde farklı biçimlerde belirlendi. Kaydedilen ilerleme, baskın oldukları iddia edilen metafizik, siyasal, hukuksal, ahlaki vb. tasavvurları dinsel ya da teolojik tasavvurlar kategorisine tabi kılmaktan ibaretti. Aynı şekilde, siyasal, hukuksal ve ahlaki bilincin, dinsel ya da teolojik bilinç olduğunu; siyasi, hukuksal, ahlaki insanın, son tahlilde “insan”ın dinsel olduğunu ilan etmekten ibaretti. Dinin egemenliği peşinen kabul edildi. Giderek her egemen
ilişkinin dinsel bir ilişki olduğu iddia edildi ve bir külte -hukuk kültüne, devlet kültüne vb.- dönüştürüldü. Sorun artık yalnızca dogmalar ve dogmalara olan inançtı. Dünya giderek genişleyen bir kapsamda kutsallaştırıldı; ta ki Aziz Max (Max Stirner) onu en bloc (bütünüyle) kutsallaştırıncaya ve böylece, tamamen ortadan kaldırıncaya kadar.
Görüldüğü üzre her şeyin dinselleştirilmesine itiraz ediyor Marx. Bizim akli solcularımız ise her şeyi ideolojikleştiriyor. Yani her şeyi dinselleştiriyor.
Marx’taki genel sıkıntı ise dini ve ideolojiyi aynı düzlemde (maddeye karşılık gelen bilinç biçimi olarak) ele alması değil. Marx’a itiraz noktam, ideolojilerin maddi görülmeyişi. Yani sonrasında Althusser’in yapageldiği Genel ve Özel ideoloji ayrımının Marx’ta olmaması. Özel ve tarihsel bir ideoloji olarak Din’ler maddidir.
Marx “din insanları yaratmaz, insanlar dinlerini yaratır” der. Gene dini yaratan nesnel koşulları anlamadan dinle mücadele etme Jakobenizminden uzak durur. Hegel’in Hukuk Felsefesi Eleştirisi’nde söylediği gibi kalpsiz bir dünyanın kalbi, ezilenin iç çekişidir din. Ama herkes dünyada asketizme gömülüp içini çekmek zorunda pekala değil! Yansıma kuramı gibi ifadeler bizden uzak olsun. Ortada bir öz (essence) ve görünüş (appearence) yok.
Eğer bir egemen ideoloji aranacaksa bu mazlumların dini değil, aydınlanmanın bireyi özne olarak inşa eden diskurudur. Alain Badiou’nun sözleriyle Özne mefhumu ideolojiktir. Özne bir kavramın adı değil mefhumun adıdır. Yani özne bir kavram (notion) değil mefhumdur (concept) konsepsiyondur. Bir konum almadır. Mefhum ve kavram bir ve aynı şey değildir. Konum almak da ya kaynağı doğrudan bizde olan ya da egemeninin çağırmasına uymamız yani dolaylı çağrılmayı doğrudanlığa evriltmemiz çerçevesinde gerçekleşir. Egemenler  “akıl” öznesi, hukuk öznesi olarak bize konum sunar. Kabul edip etmemek yine bizim aklımıza kalmıştır.
Özne mefhumunun ideolojikliği insan doğası tartışmasına kadar geri çekilebilecek bir tartışmadır. Louis Althusser’in sözleriyle, “Hümanizm insanları özne kabul ederek onları dindar özne, politik özne, hukuk öznesi, ahlâk öznesi ve aynı zamanda ekonomik özne olarak belirler.”
Burjuvazi sınıf mücadelesini Aydınlanma diskuru olarak yaderk bir biçimde tek koldan yürütmez. Gâh bireyi dindar özne olarak egemene kayıtsız kılar, gâh da akli özne olarak egemene tabi kılar. Mesele bizim kendimizi gerçekleştirmemiz değildir onun açısından. ‘Aydınlanmanın Aklı’na hala bel bağlayan bizlerin yanılsamasıdır ‘hukuk devleti’ altında işleyen kapitalist kar sürecini gör(e)memek. (Işık Ergüden)
Aydınlanma kendisinden önceki dönemi rahmetle anmaz. O karanlık çağdır. Pek tabii karanlık çağdaki Ezilenlerin ayaklanması da bu durumun dışında okunamaz. Engels İlk Hıristiyanlara İlk Komünistler diyerek halt etmiştir bu anlayış sahiplerine göre. Akli solun bu tartışmadaki yeri Engels’e ve Kautsky’e karşı egemenlerin yanıdır. (Bkz. Foundations of Christianity)
Aydınlanma Burjuvazinin kendi melekelerini gizlemek ya da daha doğru bir ifadeyle kanıtsatmak için yardıma çağırdığı ideolojidir. O tarihin “kötü”den “iyi”ye doğru bir “ilerleme” olduğunu kanıtlamak için ortaçağı “karanlık bir çağ ” olarak adlandırır. Aydınlanmanın elitist yaklaşımının yanında birde aydınlanmış bireyleri bir ülküde toplamasından doğan bir kitleciliğinin olduğunu düşünen akıl ile özgürleşenlerin bir kitle oluşturduğunu savunan aydınlanmacı “sol”culara; “akli” akide diyen Afgani gibi İslam tarihindeki Modernist ekollere bakmalarını öneririm.
Şimdi asal sorumuza gelelim batıl olmayan Akıl nedir. Bugünkü büyüsü bozulmuş haliyle Akıl, Antik Yunanlıların anladığı nous değildir. Horkheimer onun araçsallaşmasından uzunca bahseder. İlgilenenler tartışmaya bakabilir. (Bkz. Akıl Tutulması, Max Horkheimer)
Pek tabi Modernist Sol’dan başka bir Marksizm mümkündür demek adına Modernizmi akla indirgemeyeceğim. (Solu Modernizme indirgeyenlerden ya da onun bayrak taşıyıcısı görenlerden bir “farkımız olmalı”.) Nesneye sadakat göstermek icap eder.
“Modernizm akıl “değildir”. Aklın belirli bir tarihsel dönemde ve belirli bir coğrafyada somutlanan biçimleridir; çünkü birçok akıl biçimi, yani birçok rasyonalite sistemidir söz konusu olan. Şeylerin farklı yol yöntemlerle de olsa ve hatta irrasyonalizm dolayımıyla bile aklileştirilme, rasyonalleştirme tarzlarıdır Modernizm.
Meşruiyet krizi bu nedenle aklın değil, akla dayalı rasyonel söz kalıplarının krizidir.” (Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz, Hüsamettin Çetinkaya)
Aklın kendisi değil Modernizm içinde nasıl içeriklendirildiği ise sorunsalımız aklın kategorileştirilmesinden ziyade Modernizmin Aklın yeni bir tanımını yaparak yeni bir Akıl ilan ettiğini söylemekle yetinelim.
Eugenio Sagnier’in dediği gibi: Akıl dinle savaşında kendini haklı çıkarmak istemiştir. Din o an için Romalı atalarımızın icat ettikleri aşağılayıcı bir terim olan “boşinanç” (superstitio) terimi yoluyla yargılanıp eleştirilmiştir. (Din, der. Jacques Derrida)
Bugün ise Din; modern akıl biçiminin krizini doğrudan akla tahvil ederek bir modernizm düşmanlığı yapmaktadır ki bu oldukça pragmatist, yani diğer bir deyişle oldukça modern, oldukça eski ve oldukça aklî bir operasyondur. (Umutlarımızın Celladı Kimliklerimiz, Hüsamettin Çetinkaya)
İki yaklaşıma karşı da uyanık olmak durumundayız.
Ve aydınlanmaya teslim olmamak adına Hal Foster’in şu sözlerini bir yere not edelim:
Burjuva ideolojisinin en kapsamlı örneği olarak Aydınlanma programını ele alalım – insanın doğal hakları, halkın ve cumhuriyetin egemenliği, her tür çıkarın temsil edildiği “açık” bir kamusal alan ve her türlü çatışmanın “üzerinde” bir devlet… Bu evrensel temsil projesi aristokrasinin, monarşinin ve kilisenin özel çıkarlarına direnişle tasavvur edilmişti. Bu anlamda mücadeleci ya da “diyalojik”ti; aynı zamanda diyalektikti: İnsan, batıl inanca dayalı “toyluktan”(Kant) kurtulacaktı, ama sadece onu emeğin kölesi haline getirip sermayenin kucağına atmak için. (Hal Foster, Kültürel Direniş)
Ve daha da elzem olan Aydınlanmanın Karanlık Çağında altındaki tarihin dip akıntısı olan ayaklanmalar. Ezilenlerin kudret arama mücadeleleri.
“Aydınlanma” nötr, her mekan ve zamanda devreye sokulacak bir joker kavram, bir “boş gösteren” değildir. Aydınlanmadan yüzyıllar sonra pek çok insan hâlâ karanlıkta!.. Aydınlanma felsefesine derinden dalmış olanlar bile. Aydınlanma düşünürlerine şunu sormak lazım: “Işık” onlara nereden geldi? Ezilenlerin ayaklanmaları bastırıp emek gücünü yağmalamaktan mı yoksa?
“Aydınlanmacıların “akıl”ı kabul ettiren, Hakikat’i iktidara getiren düşünceleri değiştirmemiştir dünyayı. Dünyayı, “Aydınlıktan yoksun”, paçavralar içinde devrime katılan köylü ve pleb kitleleri değiştirmiştir.” (Louis Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi)
Şimdi konuyu tekrardan daraltalım ve asal BHH’den HDP’ye yönelik yakın tarih üzerinden örneklemlerle ifadelendirilen muhtelif eleştirilere dönelim. Geçtiğimiz günlerde peşi sıra Kemal Okuyan, Merdan Yanardağ, Yavuz Alogan ve Okuyan’ı geriden takip eden Ahmet Çınar’ın yazılarına tanık olduk. Metin Çulhaoğlu, Haluk Yurtsever ve Fatih Yaşlı’nın da bu tartışmaya girmemesi bu konuda sözleri olmadığı anlamına gelmez.
Şeyhlik, Şıhlık gibi dinsel saikli ayaklanmalarla sosyalistlerin ne işi olabilir diyordu yazarlarımız. Şeyh Said adı üzerinde Şeyh’di, Seyid Rıza adı üzerinde Seyid idi. Merdan Yanardağ ve Aydınlık gazetesine terfi eden Yavuz Alogan ise bir adım daha ileri giderek, aklımız olduğu için havsalamızın alacağı bir soru yönelttiler bizlere. Önce Yanardağ, Seyid Rıza Hayduttur dedi [Yanardağ, Seyit Rıza için söz konusu ifadeyi kullanmadığını, ifadenin internet sitelerince haberleştirilirken yanlışlıkla bu şekilde yazıldığını belirtti; Sendika.Org’un notu] takiben sorusunu Alogan getirdi. Manisa HDP Milletvekili adayı Devrimci Yol kadrolarından Ali Alfatlı şükür ki Mahir Çayan’la Seyid Rıza’yı ortak anmamış dedi. Kendi cümleleriyle daha sarih olacaktır: “Manisa’dan milletvekili adayı, eski Dev Yol önderlerinden bir arkadaş, 1974’te kurulan devrimci öğrenci derneğinin (ADYÖD) ruhunu HDP’ye taşımaktan söz ediyor. Yine de insaflı davranmış. Mahir Çayan’ın ruhunu Seyit Rıza ve Said Nursi’nin yanına taşımamış en azından.” (Yavuz Alogan, Yol Ayrımı)
Seyid Rıza’ya karşı Devletini savunan bilinçli yurttaş olarak Yanardağ ise: Seyid Rıza’dan bir devrimci lider çıkmaz, adam seyid bir kere, peygamber soyundan olduğunu söylüyor. Aslında bir aşiret lideri ve çevre köyleri basan bir haydut. Evet bir katliamla sonuçlanıyor, her devrin kaçınılmaz kötülükleri vardır, kötülüktür Dersim’de yaşanan.” dedi.
Kemal Okuyan ise Saitler, BDP ve HDP yazısı ile HDP’nin sol kanadına seslendi. Tabi sol kanat ifadesini tırnak içine almıştı haklı olarak. Belki de umut ediyordu bilemeyiz.
Ahmet Çınar ise ustasını aratmayacak bir başlıkla HDP’ye aynı menzilden ateş attı. Yazısının başlığı ziyadesiyle semptomatikti. İyi seçilmişti. Maalesef Türkiye’de ortalama her solcunun paylaşacağı bir başlıktı: Daha fazla bekletmeyeyim sizleri: (“Bir yiğit sınıfsal aklı yitirse, gör başına neler gelir!”) idi yazının başlığı. HDP’nin Erzurum’daki çarşaflı adayı dahi sorun edilmişti.
Tüm bu gösterenler ışığında bazı belirlemeler yapmak istiyorum müsaadenizle. Öncelikle sınıf mücadelesi siyasal mücadeledir ve HDP’de siyaset yapan bir dindar ile AKP’li bir dindar kategorik olarak aynı konumda değildir. Marksistler şayet kıbleyi şaşırmadılarsa Din’e karşı değil siyasal gericiliğe karşı mücadele ederler. İleri ve geri şayet kullanılacaksa siyasal bir niteleme/ulam olarak kullanılmalıdır.
Mesele AKP ile ideolojik mücadele yürütmenin elzemliği değil; AKP’nin neoliberal –İslami soslu- yönetme stratejisine karşı onu dindar kodlayıp (mutlak ve genel geçer ideolojiler üstü bir din varmış gibi) dinin de bölünmeyen/yaderk/monolitik bir ideoloji olduğunu savunma hatası. Bu hem ideoloji kuramını daha da önemlisi tarihsel materyalizmin belirlenimini tartışmaya açmaktır.
Evet son 10 yılda rejiminin imdadına kimlerin yetiştiğine bakarsak rahatlıkla yüzeysel bir okuma ile dindarlar deriz. Esas sorumuz şu olmalıdır bunu mümkün kılan etmen nedir? AKP tabanı salt ideolojik bir bağlanma nedeniyle mi AKP’ye sarılmıştır. Bilakis Cumhuriyet’in seküler modernlik projesinin içermeyip dışladığı unsur olmanın da bunda yeri var. Peki bu ideolojik bir uygunluk olmuyor mu denilebilir? Yurttaş olmak evrensel hak diskuru üzerinden savunulacak ise bu soruyu sorma hakkınız en azından bu eleştiriyi yapanların yok.
CHP ve AKP’de yurttaşlığın pratize olması açısından bir fark yoktur bilakis içerdekiler yer değiştirmiştir. “CHP’nin devlete başvurarak kurduğu evrensellik, farkların ancak kendi tekilliklerinden vazgeçerek evrenselleşebileceklerini söyleyerek ve aynı zamanda bu evrenselliğinin normatif, tikel başvuru kaynağına da (aydınlanmacı seküler Türk) körleşerek farkları dışlamış olduğunu inkar ediyor. AKP’nin imparatorluk vaadi üzerinden kurduğu evrensellik ise farkları hiyerarşik bir düzen (bütünlüklü bir beden olarak millet) içine alıp yerleştirerek kısmi olarak tanısa da ne var olan toplumsal yapısal eşitsizliği ne de toplumsal taleplere yeni bir referans olarak önerilen normatif ayrıcalıklı kimliği (Müslüman muhafazakâr Türk) sorgulamaya açıyor. Daha önemlisi, sevene karşı sevilen ve makule karşı makul olmayan ayrımları üzerinden hak ve özerklik taleplerini mazlum ya da makul kimliklere indirgeyerek bu taleplerin yeni evrensellikler kurma kapasitesini –o da CHP gibi– inkâr ediyor.” (Mesafeli ‘devletten ‘hizmetkâr’ devlete: AKP’nin kısmi tanıma siyaseti, Ceren Özselçuk&Bülent Küçük)
AKP iktidarı döneminde siyasi iktidar ve devlet iktidarı arasındaki açı, siyasi iktidar lehine daralmıştır. Ol nedenledir ki mücadele edenlerin salt aygıtlarla mücadele etmesi yetmez, ideolojik bir mücadele de gereklidir. Bu mücadele dine karşı değil AKP temsil olunan siyasallığa karşı olmalıdır. Kendini hangi surette gösterdiği kısmı değil gösterenin ne olduğu önemlidir. Yani onun özneleştirdiklerini elinden almaktır mesele. Bu illâ hegemonya projesi olmayabilir.
Evet pek tabii Gezi İsyanı, 17 Aralık gibi eşiklerden sonra bu o tabanda infial uyandırmadı ise o tabandan bize ne denebilir. Ama yine de bu hataya düşülmemelidir.
AKP neoliberal değil diyenlere ise şu sözleri hatırlatalım: Mevcut sistemin artık Türkiye’yi taşımadığını da belirten Erdoğan, şöyle devam etti: “Büyük Türkiye’ye bu şekilde ulaşılamaz… Sizler bir işadamı gibi bu ülkenin yönetilmesini istemez misiniz? Benim derdim ne biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye de öyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen. Bu ülke bu şekilde sıçramaz.”
AKP’ye reelde en aktüel ve çoklu muhalefeti sunan HDP ise siyaseti bir akli batıl, ilerici-gerici, laik-dindar gibi dikotomilerden (ikiliklerden) ibaret görmediği için sistemin şah damarını rahatsız ediyor. Burada programının ya da seçim bildirgesinin kendisi değil esas mesele. Programına da seçim bildirgesine de çeşitli itirazlar gelebilir hakeza siyaseti yürütüş şekline de. Ama şu bir gerçek ki ezilencilikten ziyade bir ezilenler politikası gerçekleştiriyor bugün HDP ve TİP’ten daha ileri kulvarda. Temennim bunun derinleştirilmesidir. Rejimin yumuşak karnı ne ise oraya yüklenilmelidir.
Şeyh Said ve Seyid Rıza’ya dair ise şunları söyleyebiliriz. Her iki olayın bir pazar sorunu olduğunu iddia etmiyor sanırım bu örnekleri ananlar. Seyid Rıza ve 38 katliamı bir tenkil hareketidir. Şark Islahat kanunundan ayrı düşünülemez. Şeyh Said ise Azadi hareketinin, ezilen ulusun ayaklanmadaki yeri içinde düşünülmelidir. Burjuvazinin temsilcisi olarak M. Kemal ayaklanmayı bastıran rejimin başındadır. Şeyh ya da şıh olduğu için gerici addedilemez. Halk isyanlarına karşı namlu doğrultan burjuvazinin ilerici mirası sizin olsun! Ki İnönü hatıralarının II. cildinde yazmıştır. Biz bu isyanı değersiz kılmak adına meclisten yasa geçirdik demiştir. İsyanı değersizleştirmek için isyanda İngiliz parmağı olduğunu söyledik der.
İbrahim Kaypakkaya’ya kulak verelim: “Feodal beyler, eski hükümranlık iddialarını terk etmişler; yani onlar, artık bazı küçük krallıkların tek hâkimi olma inatçılığını bırakmışlar, buna karşılık burjuvaziyle ekonomik ve politik alanda işbirliği kurmuşlar. Ağalar, ağa-dedeler, hatta şeyhler ticaret yapıyorlar, topraklarını traktörle işletiyorlar, banka kredilerinde aslan payı onların. Encümen azası, belediye başkanı, mebus, bakan da oluyorlar. Partiler, onların avuçlarında. Şimdi ‘Kürdistan Emirliği’ davası güden bir Şeyh Sait yok; ama meclislerde grup sözcülüğü filan yapan ‘doçent şeyhler’ var… (Buradaki ayrıma dikkat ediniz, şeyh var şeyh var)
Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hâkim sınıflarının milli baskı politikasını savunmaya yeltenen sözüm ona “komünistler” var. Biz burada İngiliz emperyalizminin parmağı olup olmadığını tartışmayacağız. Böyle bir iddiayla milli baskı politikasının savunulup savunulmayacağını tartışacağız.
Aslolan aydınlanma diyenler, her daim “ileri”ye karşı “geri” adı altında egemene koltuk değneği olurlar iken; aslolan aydınlanmayı aşmak diyenler, “güç olmadıkları takdirde” “ileri”ye karşı “geri” adı altında egemene koltuk değneği olurlar. Bu Akli solcularımız tarafından İçermek ve aşmak bir arada düşünüldüğünden yani biraufhebung olduğundan ayrıma lüzum yok her daim egemenin yanında saf tutarlar. Tıpkı zamanın TKP’sinin isyanın ardından yazdıkları gibi: “Arkadaş, kara kuvvet bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz her şeyden evvel bu düşmanı yenmeliyiz; burjuvazi ile de ayrıca kozumuzu paylaşırız’.” (TKP yayın organı Orak Çekiç’in Şeyh Sait isyanına ilişkin manşet ve başyazısından, 1925) (Mete Tunçay’dan akt. Metin Kayaoğlu Bkz. Ezilenlerin Tarihyazımı)
Okuyan, Yanardağ ve Alogan kendi durdukları konumdan doğru yere ateş ediyorlar. Marksizm, Çayan ile Seyid Rıza’nın; İbo ile Şeyh Said’in Kıvılcımlı ile ezilen dindarların devletin camisinde komünizm propagandası altında buluşmasıdır. Modernist paradigmadan kopuştur. Haydutlar ittifakıdır. Tarihselci değil gelenekselcidir. Ezilenlerin isyan tarihi onun modern tarihinin bir parçasıdır. Ezilenlerin geleneğinden yani kendi tarihinden öğrenendir o. Marksizm’in kendine ait bir tarihi vardır. Bu tarih kronolojik değil kairolojiktir. Daha doğrusu tarihin her döneminde ezilenlerin isyan dinamiği, Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın sözleriyle tarihin her döneminde komünizm vardır.
HDP modernite projesini sorunsallaştırmakla kalmamakta ortak mefhumlara vurgu yapmaktadır. Pek çok kişinin farkında olmadığı üzre Öcalan İslam kongresine gönderdiği  mesajında Spinoza’nın tekillik kavramından bahsediyor. Yani, Spinoza’nın kendi ifadeleri ile söylersek: “Tekil şeylerden, sonlu olan ve belirlenmiş bir varoluşa sahip olan şeyleri anlıyorum. Eğer birçok birey, hepsi aynı zamanda tek bir etkinin nedeni olacak bir biçimde, bir eylemde birleşirse, bu bireylerin hepsini birden, en azından bu ilişki altında, tek bir tekil şey olarak değerlendiriyorum.” (Etika, Baruch Spinoza)
Tek bir etkinin nedeni olmak ifadesinin altını -anlamadan yorum yapanlara inat- ısrarla çizelim.
Yine Cemaat kavramını dini anlamıyla değil, Marx’ın kapitalizm öncesi toplumları ifade etmek için kullandığı “ortak varlık” anlamında kullanıyoruz diyen bir HDP var.
HDP’nin komünalist projesini Negri’nin sözleriyle analım: “İnsanın ortak ismini daima temsil eden, –ebediyen bir quantite signata olan [isimlendirilen nicelik]- zenginlik değil yoksulluktur. İsa’dan Aziz Francis’e, Anabaptistlerden Sans-culotte’lardan. Komünistlerden üçüncü dünya militanlarına kadar, muhtaç, aptal, mutsuz olalar (yani sömürülen, dışlanan, ezilenler) sonsuzun göstergesi altında var olanlardır. Onların direnişi ve onların mücadeleleri sonsuzu oluş halinde olanın ölçülemezliğine açmıştır.” (Antonio Negri, Devrimin Zamanı)
Devrimci politika tam da onların reddettikleri yerde yaşam buluyor. Ezilenler tarihinin kendini her sekansta sürekli hatırlatmasında, karşılaşmaların olumsallığında. Modern akıl akıl ideolojisidir. Bizlerin bir egemen ideolojiye değil kendi tarihimizi ortaya döken bir hafızaya ihtiyacımız var. “Hafıza, bitmiş gibi görünen şeyi tekrar mümkün kılabilir” (G. Agamben) Ezilenin varsa bir kimliği ezilen olmaktır bayrağının rengi ya da bayraksız olup olmaması değil. Spartaküs’ten Zenc Hareketine, Zen Hareketinden Karmatilere, Karmatilerden Tabortilere, oradan günümüze devlete karşı Sivil Cumalara varana değin ortak hafıza aramızda dolaşıyor. Ortaklık aynı üretim sürecinde yer almak değil, pathosunun birlikteliğidir, tekilliktir.
Bakunin’in dediği gibi damarlarımızda Hussit kanı dolaşıyor (Jan Hus’un önderliğinden ismini alan isyan)
SON SÖZ
Çelişki ve onun çizgisel ifadesi uzlaşmazlık yalnızca emek-sermaye gibi üst başlıklarda karşımıza çıkmaz antagonizmanın nereden kurulacağı önsel olarak verili değildir.
Sınıf mücadelesi en nihayetinde siyasal mücadeledir ve dindarlarda bu mücadelede taraf olurlar gâh egemenin yanında, gâh ona karşı.
Neo-liberalizmin salt iktisadi bir doktrin olmadığını öznellik de imal ettiğini hatırda tutarsak:
Günümüzde çağdaş kapitalizmi daha rahat anlarız. Çağdaş Kapitalizmi molar (sermaye ve emek, zengin ve fakir, buyuranlar ve boyun eğenler, yönetmekle yetkilendirilenler ve yetkilendirilmeyenler arasındaki büyük düalist zıtlıklar) ve mikrofizik (destek bulan, hatta içinden geçilen, ve parça olmayanlar içinde şekillenen iktidar ilişkileri) arasındaki ilişkiyi sorgulamadan anlamamız mümkün değildir. (Maurizio Lazzarato, Enunciation and Politics)
Aktüel sorumuz şu olsun: HDP sol değil ise Nerede bu sol? Batı’nın insan hakları retoriğindeki belirsizlik mıntıkasında mı? İnsani doğamız ile toplumsal varoluşumuz arasındaki çatışmadan hasıl olduğu söylenen hümanist açıklamanın mutsuzluk girdabında mı? Aydınlanma hümanizminin iki kuşatıcı ilkesini arasında mı yoksa? Yani dilin dünyayı ve bilincin benliği biçimlendirme gücüne mi teslim. Yoksa ahlaki öznenin rasyonalitesi içinde kendine yer mi arıyor? Marksizm’in rasyoneli -yaşayan Marksizm- çökmüştür evet, ama acaba o ‘meydan okuma’ ruhuna, onun ütopyasına, umut ilkesine ne oldu? Etienne Balibar’ın ifadelendirdiği gibi birden fazla yok olma şekli vardır. Bazısı kayıtsız şartsız arkasında bir şey bırakmadan eriyip gider. Bazısı da Marksizm’in genişleyen alanı gibi yeni baştan kalıba dökme, nöbet değiştirme ya da devrimdir. “Varolan her şey yok olmayı hak eder” Yeniden doğmayı da. Marksizm’in etiği yeniden doğumu örgütleyen iyi karşılaşmalardır. Toplumsal varoluş biçimimizdeki çatışmadır. Çatışma toplumda verili değildir. Bedenin haeccetias (as “thisness”) içinde kendini toplumdan kurtarması gerekiyor. Salt kapitalizm değil toplumun kendisi bir formdur. Genel zeka (general intelect) ise içerik. Genel zekanın bu formdan kurtulması gerekiyor.
Toplumu -antagonizma üzerinden- bir çözsek bundan daha güzel ne olabilir?
Devrim bu çözülüştür.
NOT: HDP bugün bir çözülüş mücadelesinden ziyade Hegemonya projesi gerçekleştiriyor. Yine yer yer kimlik mücadelesi paralelik arzetmeyen komünal siyasetin tekillik, çokluk, ortak olan gibi mefhumlarını kullanıyor. Ama bu kısmı şimdilik tâli. Ortada bir etkileşim var ise bizlerin buradan okuması zorlama değil meşrudur.)
EKREM BULDURUÇ-SENDİKA.ORG