"Son derece ağırbaşlı, bu kadar tertemiz bir yüz. Düşün 17 yaşında çocuk karşında duruyor. Yakası kürklü bir palto var üstünde. Ekim ayı. Nasıl soğuksa o hücre. Konuştuk yatağının üzerinde. Sonra çıktık. Bitmişiz hepimiz duygusal olarak.Emin Çölaşan bana dedi ki; “Yahu kardeşim karşında idam edilecek bir adam var, ona sorulur mu böyle bir durumda duyguların ne diye?” Dedim ki; “Gazeteci duygularını erteleyen adamdır! Şimdi ağlayacağız! Şimdi kafamızı duvarlara vuracağız. Bizim duygulanma hakkımız yoktur! Gazete bizi buraya duygulanmaya göndermedi! Onu son görenler bizleriz. Bak neler çıktı; vasiyetini yazdırdı bize!” Neyse, İstanbul’a geri döndük… Gazeteye geldim. Açtım sayfaları… Flaş, flaş, flaş… Erdal Eren bu sabaha karşı idam edildi! Odaya kapanıp çöktüm. İki saat ağladım.(SAVAŞ AY)
"DAHA 17... 17"
Erdal Eren'in kardeşi Erkan Eren abisinin mektubunu ilk kez yayınlanması amacıyla Evrensel Gazetesi'ne teslim etti. Erdal Eren 10 Nisan 1980'de yazdığı mektupta şunları yazmış:
Sevgili Anneciğim!..
Uzun zamandır mektup yazamadım. Kusura bakma.
Ancak Salı günkü Demokrat Gazetesi'nde yayınlanan bir devrimcinin mektubu cezaevindeki tüm devrimcilerin yaşamlarını, duygularını yansıttığından bu mektubu size gönderiyorum.
Ana!..
Neden mi burdayım? Neden mi evimde değilim? Neden istediğim zaman yatıp kalkamıyorum? Niye istediğim kitabı, evdeki kanepeye oturup okuyamıyorum, düşünemiyorum, yazamıyorum? Ne mi arıyorum dört duvar arasında?
"O sözler ki kalbimizin üstünde dolu bir tabanca gibi ölüp ölesiye taşırız. O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan, uğruna asılırız."
Baharın, karın altından fışkırdığı bugünlerde içeride olmak, çiçek kokusunu alamamak, geniş yeşilliklerin güzelliğini görememek insanda anlatılması zor bir duyguyu yaratıyor. Ama bu duygu öyle karamsarlığın, yılgınlığın, bitkinliğin ve vazgeçmişliğin bir belirtisi olmuyor.
Aksine, bu duygu beni daha biliyor, daha hırçınlaştırıyor, bir yerlerden uzaklaştırıyor, bir yerlere yakınlaştırıyor. "Ne yapmalı?" "Nasıl savaşmalı?" sorusuna cevaplar arıyorum günlerce.
Sizi de düşünüyorum. İçeriye düşmeden önce anlatmak istediklerimi ama anlatamadıklarımı herhalde şimdi daha iyi anlayacaksınız. Bizi anlamayan analara, babalara, bacılara, eşe, dosta, herkese ama herkese anlatın daha vakit varken.
"BİZ KARŞIMIZDAKİLER GİBİ BİR AVUÇ DEĞİLİZ"
Henüz geç kalmamışken. Vaktim az da olsa var ve eğer biz değerlendirmesini bilirsek yeter de artar bile. Bu işi hep beraber yürütürsek ancak kazanabiliriz.
Omuz, omuza, bir birinden güç alarak, bir birine güç vererek. Ve anam, bu savaşı ne pahasına olursa olsun kazanmalıyız, kazanacağız. Kazanacağız ki çiçekli, mutlu günleri hep beraber görelim, senin torunların görsün ve torunlarının çocukları görsün.
Biz karşımızdakiler gibi bir avuç değiliz. Biz halkız. Bak sana bizden olanları iyiyi, güzeli, haklarını isteyenleri sayayım. Ben varım, babam var, sen varsın, kardeşlerim var, ablam bacım var, sonra köydeki dayılarım, şehirdeki amcalarım ve onların akrabaları, komşuları var, onların arkadaşları, onların oğulları, kızları, benim okul arkadaşlarım, onların arkadaşları, onların akrabaları, amcaları, dayıları var ve yine onların... saymakla bitiremeyeceğim kadarız biz.
Gördün mü ak saçlı boncuk gözlü anacığım saymakla bitiremiyorum. Yeter ki omuz verelim birbirimize. Yeter ki destek olalım ortak mücadelemizde.
"GELECEK GÖRÜŞTE BANA ÖZGÜRLÜĞÜN TOHUMLARINI GETİR"
Gelecek görüşte bana özgürlüğü, özgürlüğün tohumlarını getir. Ve demir parmaklıklara bütün bu yazdıklarımı düşünerek gözyaşlarını, mahzun bakışlarını bırakmadan git. Boynun bükük olmasın. Giderken gözün arkada kalmasın. Arkana bakma. Dışarıda da hep öyle ol.
Sana ve soranlara devrimci selamlar.
Anne. Benim anlatmak istediklerimin hemen, hemen hepsi bu mektupta var. Bu da cezaevindeki tüm devrimcilerin düşüncelerinin, yaşamlarının ve mücadelelerinin aynı olduğunu gösterir.
Bu yazdıklarımın yanı sıra sağlığınıza da dikkat edin ki yaşamın zorluklarına göğüs gerebilesiniz.
Size, akrabalara ve tüm arkadaşlara devrimci selamlar. Ellerinizden öperim.
Erdal"
ERDAL EREN'İN MÜCADELESİNİ YAŞATMAKLA MÜKELLEFİZ
12 Eylül cuntası tarafından idam edilen devrimci Erdal Eren, yarın 35'inci ölüm yıl dönümünde Türkiye'nin dört bir yanında yapılacak eylemlerle anılacak. Geçen 35 yılda Erdal'ın miras bıraktığı mücadele yolundan giden gençler Erdal Eren'le birlikte yoldaşları Sinan Suner ve Ercan Koca'yı da Karşıyaka Mezarlığı'nda anacak. Hafta boyunca Erdal ve yoldaşları için yapılan etkinliklerde de Erdal'ın bayrağını taşıyan gençler daha çok mücadele vurgusu yaptı. Batıkent'te yapılan etkinlikte konuşan Erdal'ın arkadaşı Ferhat Gürkan ise gençlere seslenerek "Erdal'ın mücadelesini yaşatmakla mükellefiz" dedi.
12 Eylül faşist darbesinde yaşı büyütülerek idam edilen devrimci Erdal Eren ve yoldaşları Sinan Suner ile Ercan Koca yarın saat 12.00'de Karşıyaka Mezarlığı'nda yapılacak törenle anılacak. Erdal Eren, dönemin MHP’li Bakanı Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir'in ODTÜ öğrencisi Sinan Suner'i öldürmesinden sonra yapılan protestolarda bir askeri öldürdüğü gerekçesiyle tutuklanmış ve idam edilmişti. Lise öğrencisi Ercan Koca ise Erdal Eren'in idamını protesto ederken gözaltına alınmış ve işkence ile öldürülmüştü.
'GENÇLİĞİN GELECEĞİ İŞÇİ SINIFININ GELECEĞİDİR'
Erdal Eren ve yoldaşları hafta boyunca yapılan etkinliklerle anıldı. Yenimahalle Emek Gençliği, Batıkent Meydan Sahnesi'nde yaptığı etkinlikle Erdal'ın idam edilişinin 35. yılında ondan devraldıkları bayrağı ve mücadelesini sürdürecekleri vurgusu yaptı. Açılış konuşmasını yapan Yenimahalle Emek Gençliği Yöneticisi Burcu Çeviker, Erdal Eren'den önce de sonra da ölenlerin olduğunu dile getirdi. Nice Erdal'ların doğduğunu ve fikirleri uğruna onlardan da gidenlerin olduğunu belirten Çeviker, "Kobanê, Suruç, Ankara katliamları. Ali İsmail Berkin Elvan, Muhammet bebek... Nice yerlerde nice canlarımız gitti. Biz bugün yoldaşlarımızın bıraktığı mücadeleyi ilerletmek için daha çok çalışmalıyız. Çünkü faşist yönetim hâlâ tepemizde" diye konuştu. Her gün her yerden dört bir taraftan fikirlerinden vurulduklarını ifade eden Çeviker şu şekilde devam etti: "Emeğimizi sömüren, dilimize, kültürümüze saygısı olmayan, insanlarımızı öldüren yönetime karşı, gençlik mücadeledeki yerini tereddütsüz almıştır. Gençliğin geleceği işçi sınıfının geleceğidir."
'MİZAHINI YANINDA TAŞIRDI'
Daha sonra sahneye çıkan Erdal'ın yoldaşı ve OSTİM işçisi Ferhat Gürkan ise Erdal Eren'i anlattı. Erdal'ın yaşından büyük inisiyatifler alan biri olduğunu ifade eden Gürkan, Erdal'ın aynı zamanda muzip yönünün de olduğunu kaydetti. Gürkan, Eral'ın idam sehpasına giderken avukata göz kırptığını dile getirerek "Örgütçüydü, mizahını her zaman yanında taşırdı. Şakayı severdi. Onu anlatmakla bitiremeyiz. Onun ideallerini birimlerimize, çalışma alanlarımıza yayarak yaşatmakla mükellefiz. O zaman Erdal'ın gayesini yerine getirmiş oluruz" diye konuştu. Gürkan, Erdal'ın idam sehpasına çıkarken 'Yaşasın partim; faşizme ölüm halka hürriyet' sloganlarını atmasının da mücadelesine bağlılığının göstergesi olduğunu belirtti.
'BUGÜNÜN MÜCADELESİ O GÜNDEN BAŞLAMIŞTI'
Erdal'la aynı birimde olan yoldaşı İlknur Bilgen de, Erdal Eren'in 17 yaşında hücrede tek tutulduğu ve diktatörlüğe yüreğiyle, cesaretiyle ders verdiğini dikkat çekti. Bilgen, "Erdal, o günkü yapıya korku salacak bir duruşa sahipti. Gençlerimiz bugün ondan aldığı bayrağı yukarı taşıyarak devam ettirmek zorundadır. Bugünkü eğitim sisteminin nerelere geleceği o gün görülmüştü. Mücadele o günden başlamıştı. Eğitimin piyasalaştırılması; gerici, faşist, feodal eğitime karşı mücadele o günden başlamıştı. Erdal'ın bıraktığı mücadelenin sahiplenilmesi Erdal'ı yaşatıyor, yaşatmaya da devam edecek" dedi. Etkinlik, müzik ve şiir dinletisiyle son buldu. (Ankara/EVRENSEL)
17'SİNDE BİR FİDAN: ERDAL EREN
Bugün 12 Eylül askeri darbesinin 34’üncü yıldönümü. Ve 12 Eylül denildiğinde bir simge isim hiç unutulmuyor: Erdal Eren...
13 Aralık 1980'de yaşı mahkemece ‘büyütülerek’ idama edilen 17 yaşındaki Erdal Eren’in hikayesi aynı zamanda darbenin yol açtığı yıkımın, ne amaç güttüğünün de hikayesidir. Özellikle o meşhur fotoğraf hâlâ yeni kuşaklara darbenin acımasızlığını hatırlatıyor. İşte o fotoğrafın öyküsü...
Fotoğrafı çeken gazeteci, geçen yıl kaybettiğimiz Savaş Ay. 2012’de Sabah gazetesinde Hakan Dilek’e verdiği röportajda Savaş Ay, darbenin simgesi haline gelen fotoğrafı nasıl çektiğini anlatmıştı. İşte Savaş Ay’ın ağzından fotoğrafın öyküsü:
25-26 yaşlarındaydım. Milliyet’te çalışıyorum o zamanlar… Folklor yarışmaları var. Oteldeyiz. Gösterimiz bitmiş otururken garson elinde bir kâğıtla geldi. “Telefon var, sizi arıyorlar” dedi. Gazeteden santralci Hasan arıyor; “Abi hemen gazeteye gazeteye gelmeniz lazım”... Geceyi bıraktım, fırladım gittim. Eren Güvener şöyle dedi bana: “Yarın sabah en yeni elbiselerini giyip, en yeni makinelerinle havaalanına gidiyorsun. Saat 7 uçağıyla Ankara ’ya gideceksin.” Ankara’ya vardıktan az sonra Emin Çölaşan geldi. Çok teknik konularda çok iyi kalem oynatıyordu. Yeni bir yazardı ve beğeniliyordu. Bürokraside sıkı tanıdıkları vardı.
Araçla Ankara dışına çıkıyoruz. “Emin Abi nereye gidiyoruz?” diye soruyorum, aldığım yanıt şu: “Gidiyoruz, gidiyoruz!” Bir zaman sonra Mamak Muhabere Okulu önüne geldik. Nizamiye Kapısı’nda subaylar karşıladılar bizi. Üstümüz, başımız, çantalarımız... Her şey arandı. Ve dediler ki; “İçeri soktuğunuz ne varsa dışarı çıkarken ne bir eksik ne bir fazla olacak”… Emin Çölaşan o zaman söyledi: “Karıştır- Barıştır öyküsünü yazacağız”.
E sevindim tabii ki. Çoğu arkadaşım orada. Mamak’ta yatıyor. Onları göreceğim. Bir yere getirdiler bizi. Ytong taşından özel yapılmış bir bina. Girdik kapıdan içeri. Herkes tek sıra dizilmiş, tek tip elbiseli. Yan yana duruyorlar ve fakat yaş ortalaması yüksek bir koğuş. Birini çok iyi tanıyorum ama çıkaramıyorum. Dimdik duruyor hazırolda ve karşıya bakıyor. Herkes birbirine benziyor ama onu çok iyi tanıyorum; dikkatlice baktım; Yaşar Okuyan.
DOĞU PERİNÇEK-TAHA AKYOL-ARİF EMRE YAN YANA
Evet... Koğuş çavuşu yapmışlar onu. Hemen yanında Doğu Perinçek. Onun yanında Taha Akyol, Süleyman Arif Emre… Komutan oradakilere dönüp konuştu: “İki grubun lideri olarak şöyle bir sarılın el sıkışın da görsünler. Arkadaşlar fotoğraf çekecekler!” Yaşar Okuyan’ın böyle daha çelebi bir havası vardır. Biraz daha munis davranıp o tarafa doğru yöneldi ama Doğu Perinçek sert çıktı: “Ben burada olmamdan sorumlu tuttuğum adamı ne sarılıp öpeceğim!” Bunu söylerken de mahkeme duvarı gibiydi yüzü. Çok kızmıştı. Bunu duyan Raci Tetik resmen gürledi orada. Sinirlendi ve bir şeyler söylemeye başladı. Hemen Emin Çölaşan müdahale etti: “Çok rica ederim komutan. Biz olağan şeyleri görüntülemeye geldik! Suni bir şey yapıp da tansiyonu yükseltmeyelim.”
Karıştır-Barıştır” koğuşlarına soktular bizi. Devrimci Yol davasından insanların yattığı koğuşlara geldik. Tepeleme insan dolu içerisi. HDÖ, Acilciler, MLSBP, Halkın Yolu… Bakın bu gruplardan insanlar geçmişte çok sert konuşurlardı; çok sert. Basın açıklamalarından röportajlardan biliyorum. Ben öylesi bir alışkanlıkla öyle bir jargon bekliyorum karşımda. Bölge sorumlusu olduğu söylenen adam ağlayarak Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okuyor.
İKİ ÜLKÜCÜ, BİR DEVRİMCİ...
Sonra bizi yemekhaneye götürdüler. Orayı fotoğraflayacağız. İçlerinden birini görünce çok şaşırdım. Tabii o da. Bana, beni tanıma gibisinden işaret yaptı. Sonra bir biçimde yan yana geldik. Bana eğildi ve fısıldadı; “Yarın Erdal Eren’i asacaklar!”
İdam mahkûmlarının kaldığı bloklara getirdiler en sonunda… Yan yana üç hücre var. Birinin diğerlerinden bir farkı var; ampulü dışarıda yanıyor. Kabloyu hücrenin içine sokmamışlar. Kabloyu söküp kendine elektrik vermesin diye yapmışlar bunu. O hücre Erdal Eren’in hücresiydi işte. İsa Armağan, Mustafa Pehlivanoğlu’nun yanındaki hücre. İki ülkücü, bir devrimci…
Erdal’ın hücresinin kapısını açtılar. Karaltıyı gördüm ben. Erdal arkasını bize dönmüş, yüzü duvara bakıyordu. Talimat böyleymiş. Komutan gelirse arkan dönük tutuluyorsun. Komutan içeri girip seslendi: “Erdal yüzümüze bakabilirsin!” Bunu üç kere söyledi. Bu da talimatlar gereğiymiş. Erdal bize döndü. Bir komutan ve biz... Dört kişiydik hücresinde. Emin Çölaşan kilitlendi kaldı Erdal’ı görünce, çok etkilendi. Benim de muhabirlik sürecim olduğu gibi bu tür olaylar üzerine ama yarın asılacağını bildiğin bir “çocukla” karşı karşıyasın. Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, Malatya, 1 Mayıs olayları, infazlar, kahve taramaları… Bütün bu olayların içinde gazetecilik yapıyorum. Afrika’da kabile savaşlarını da gördüm. On binlerce insanın bir kerede nasıl doğrandığını kareledim.
‘BENİ İBRETİ ALEM İÇİN ASACAKLAR’
Erdal’a sordum; “Bizimle duygularını paylaşır mısın Erdal?” Bana bir baktı Emin Abi ve koluma vurdu. Hani “burada soruları ben sorarım” havasında. Doğru da aslında. Muhtemelen kimin ne yapacağı, hangi görevi üstleneceği yazılmıştı. Ama ben iyi ki de sormuşum. Yanıtladı Erdal: “Beni ibreti âlem için asacaklar. Çünkü hiçbir savunmamı ve söylediklerimi dikkate almadılar. Karar verilmiş. Tamam, erin bulunduğu tarafa doğru bir el sıktım ama vurulan er yüzüstü düştü. Mermiyi benden yese arkaya doğru düşmesi gerekirdi. Arkadan vurulmuştu. Hem de iki mermiyle. Arazi davamız vardı; benim yaşımı büyüttüler; ben 17 yaşındayım 18’ime tamamlamadım! Kemik raporum ortada, bunu dikkate almadılar! Beni burada bitki hâline getirtmek istiyorlar. Ailemle görüştürmüyorlar, gazete bile okuyamıyorum. Çözmek istiyorlar. Halkımı korumak için yaptım. Kitlemi korumak görevini üstlenmiştim, bunun için canımı bile verirdim.”
Son derece ağırbaşlı, bu kadar tertemiz bir yüz. Düşün 17 yaşında çocuk karşında duruyor. Yakası kürklü bir palto var üstünde. Ekim ayı. Nasıl soğuksa o hücre. Konuştuk yatağının üzerinde. Sonra çıktık. Bitmişiz hepimiz duygusal olarak.
Emin Çölaşan bana dedi ki; “Yahu kardeşim karşında idam edilecek bir adam var, ona sorulur mu böyle bir durumda duyguların ne diye?” Dedim ki; “Gazeteci duygularını erteleyen adamdır! Şimdi ağlayacağız! Şimdi kafamızı duvarlara vuracağız. Bizim duygulanma hakkımız yoktur! Gazete bizi buraya duygulanmaya göndermedi! Onu son görenler bizleriz. Bak neler çıktı; vasiyetini yazdırdı bize!” Neyse, İstanbul’a geri döndük… Gazeteye geldim. Açtım sayfaları… Flaş, flaş, flaş… Erdal Eren bu sabaha karşı idam edildi! Odaya kapanıp çöktüm. İki saat ağladım.
‘SEZEN AKSU BENİ ARADI. FOTOĞRAFTAN ÇOK ETKİLENMİŞ’
Bütün filmleri gazeteye teslim ettim sonra. Bir kasada sakladılar. Sonra beni Sezen Aksu aradı bir gün. Gazetede yayınlanan Erdal’ın ‘o son bakış’ fotoğrafından çok etkilenmiş. “Biz o fotoğrafı şarkı yaptık” dedi. Ne müthiş bir şey. Duyarlılık gösteriliyor, sözler yazılıyor. Onno Tunç yapıyor düzenlemeyi…
‘ERDAL DA ÖLDÜRDÜĞÜ İDDİA EDİLEN ER DE AKRABAM’
Sezen Aksu’dan yıllar sonra bir başka ünlü sanatçı, Teoman da ‘17’ adlı şarkısını yazar Erdal’ın. Ardından “İki Çocuk” adlı şarkısını besteler. O şarkı yıllardır açıklamadığı bir sırrı da saklıyordur. Hem Erdal Eren, hem de onun öldürdüğü iddia edilen er Zekeriya Önge akrabasıdır. Birgün gazetesine verdiği röportajda şöyle anlatır Teoman:
"Erdal Eren, bizim evde sürekli sözü edilen birisiydi. Giresun'dan akrabamızdı. Asıldığı gün annem ve ben çok üzüldük. 'İki Çocuk' adlı şarkıma bu duygularla başladım. Şarkımda, sadece bir suç unsuru olarak bahsedilmesine içerlediğim, er Zekeriya Önge de var. Garip bir rastlantı ama onun da akrabamız olduğunu öğrendim."(RADİKAL-BLOG)
"Büyüklerin bunca uzun yaşadığı bir ülkede, bir onur dersi midir çocukların ölümü."
Şükrü Erbaş'ın bu dizileri ile her 25 Eylül'de boğazlarımızda düğüm düğüm olan ölümsüz çocuksun sen!
Çocuktun, az biraz büyüdün 17 yaşına geldin, ölmek için büyümek zorunda bırakıldın ve baban sana bu ülkede ne alabilirse onu aldı. Yokluklar işkenceler, kelepçeler, gözaltılar, idamlar aldı çocuk.
''ama yaşıyorlar,
gülüyorlar annelerinin rüyalarında…''
Bugün günlerden 25 Eylül. 52 sene önce doğmuşsun sen çocuk ve 35 sene önce asmışlar seni 17 yaşında bir çocuk olarak kalmanı emretmişler netekim.
Ama sen bir tek gün bile unutulmadın, gözlerinden gözlerinden öperim çocuk.
"ve gün gelir, bir ışık demeti kuşanıp; erdalca vedalaşırız bir üst geçitte."
Bazı çocuklar hiç büyümez, büyüyemez..
Ah çocuk ah..
Son bakışındaki o gözler kaldı aklımızda…
Görüyorsun işte, buralarda durum hep aynı, "burası bizim değil, çocukları öldürenlerin ülkesi".
Senin uğruna öldüğün ideallerin uğruna şimdi başka çocuklar da ölüyor be çocuk…
Sırf daha aydınlık bir Türkiye istedikleri için seni daha 17 yaşında okuldan mezara gönderenler, şimdi başka hayatları mahvetmekle meşguller be çocuk.
Karanlıklarıyla ülkeyi öyle bir karartıyorlar ki, yine seni öldüren o karanlık, yeni genç fidanlarımıza, çocuklarımıza kıyıyor..
34 yılda bu ülkede zihniyet olarak değişen tek şey ise çocuklar arasındaki 2 yaş farkı oldu çocuk.
Dün seni astılar, bugün sokakta vuruyorlar.
Sen hep 17, Berkin Elvan 15, Ali İsmail Korkmaz hep 19 yaşında kalacak.
“büyüklerin bunca uzun yaşadığı bir ülkede
bir onur dersi midir çocukların ölümü?”
Düşünce suçu büyük suç çocuk; insan öldür, tecavüz et ama düşünme çocuk, sakın düşünme!
Düşünürsen asarlar seni, vururlar seni.
17 olan yaşını büyütüp de asarlar, 19 'unda döve döve öldürürler.
Peki her şey mi kötü bu ülkede çocuk.
Tabii ki hayır.
Düşe kalka da olsa bir adım ileriye gitmeye çalışan çocuklar da var hala. Umutlarını, yüreklerini ellerine almış "güzel günler göreceğiz", "bekle bizi" diyenler. Samanlıkta iğne arar gibi, ellerindeki minik çakıl taşlarıyla kocaman bina inşa etmeye çalışır gibi, karınca gibi azmeden, çalışan, yeri geldiğinde karınca gibi tepelerine basılmayı göze almış "bu daha başlangıç" diyen onurlu çocuklar da var.
Onlar da senin gibi bu ülkenin halkları için, emekçileri için direniyorlar, zulme boyun eğmiyorlar.
O çocuklar ki umutlarını ve inançlarını hiç bırakmayacaklar yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
Çünkü insandan umudu kesmenin, senin, Deniz'in, Mahir'in, Ulaş'ın, İbrahim'in, Cevahir'in, Taylan'ın, Sinan'ın, Ali İsmail'in, Ethem'in, Berkin'in ve isimleri yazmakla bitmeyecek onbinlerin cesedini çiğnemekle eş değer olduğunu biliyorlar her şeyden önce.
Dünyalara meydan okumanla, inandıklarınla, savunduklarınla, cesaretinle, çocuk yüreğindeki umutlarla, son bakışındaki o gözlerinle akıllara kazınan güzel çocuk, yiğit çocuk; bil ki her yıl 25 Eylül günü 17 bir rakam olmaktan çıkıp soylu bir düşe dönüşüyor senin ülkende…
VE hala birilerinin bugün içi yanıyor ve senin gibi umut ediyorsa;
Bil ki Umut var çocuk…
Başka bir dünya mümkün ÇOCUK..
YÜZÜNÜ ASMA KEDERİNE ÇOCUK!!! (Serhan Balcı - halkizbiz.com)
ERDAL EREN
Nüfustaki doğum kaydı 25 Eylül 1961 olan Erdal Eren'in, temyiz aşamasında fizyolojik olarak 18 yaşından küçük olduğu öne sürülerek, gerçek yaşının tespiti için kemik grafilerinin çekilerek tıbbi tespit yapılması istendi. Askeri Yargıtay Daireler Kurulu, "doğum tarihinde bir ihtilaf olmadığı" gerekçesiyle bu talebi kabul etmedi ve cezayı onayladı.
Erdal Eren, idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazeteciler Savaş Ay ve Emin Çölaşan'a, "avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18'den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını" söyledi.
Ağabeyi Erkan Eren, Erdal'ın Mamak Askeri Cezaevi'nde tutuklu kaldığı dönemde gördüğü ağır işkencenin izlerine tanık olduğunu dile getirdi.[5] Erdal'ın idam edildiği tarihte yaşının 18'den küçük olduğunu belirten Erkan Eren, infazı radyodan öğrendiklerini ve Erdal'ın kimsesizler mezarına gömülmek istendiğini söyledi.
19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edildi. 12 Eylül Darbesinden sonra Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde infaz edildi.
"OĞLUNUZ ERDAL" BELGESELİ:
"OĞLUNUZ ERDAL" BELGESELİ: