Eskiden ligler başlamadan önce oynanan TSYD (Türkiye Spor Yazarları Derneği) kupası maçları vardı. İstanbul, İzmir ve Ankara takımları arasında düzenlenen ve sadece o kentlerin takımlarının katıldığı turnuva maçları sonunda en çok puanı toplayan takım kupanın sahibi olurdu. Ligler öncesi hazırlık maçlarıydı aslında hepsi de. Takımlar bu maçlarla son durumlarını tartar, değerlendirir ve görürdü.

Ben O’nu ilk defa bu maçların birinde, Atatürk stadında bir Altay – Altınordu maçında gördüm. 

Babamla birlikte gitmiştik o maça. Bütün bir ilk yarı boyunca sürekli bastıran Altay golü bir türlü bulamamış ve ilk yarı golsüz kapanmıştı. İkinci yarıda da maçla ilgili manzara aynıydı. Şimdi dakikasını hatırlamıyorum ama maçın sonlarına doğruydu galiba ve Altay bir korner atışı kazanmıştı. Babam bana doğru dönerek “bak şimdi neler olacak seyret” demişti ve ben hiçbir şey anlamamıştım. Altı üstü bir kornerdi işte. Ya kaleci çıkıp topu alacak ya da defans uzaklaştıracaktı. Veya bir Altaylı yükselecek ve maçın başından beri aradıkları golü atacaktı.

Ama hayır, bunların hiç biri olmadı. “O”, topu öpüp çeyrek daireye bıraktı. Bütün tribünler sustu. Statda çıt çıkmıyordu adeta. Ben olan biten karşısında çok şaşırmıştım. Altınordu kalecisi önündeki Erol’u (Erol Togay) itip uzaklaştırmaya çalıştı ama nafile. Erol kaleciyi perdelemekten vazgeçmedi. Çeyrek daire içindeki topa sol ayağını hazırlayarak yaklaşan sarı saçlı adam inanılmaz bir falsoyla o topu Altınordu ağlarına gönderdiğinde stat yıkıldı. Gözlerime inanamamıştım. Kornerden gol atılmıştı işte. Onca gürültü, patırtı ve şamata arasından fırlayan gür ve tok bir sesi bir daha hiç unutmadım; “Helal sana Kınalı!” Babam tekrar bana döndü ve “gördün mü” dedi üzgün bir şekilde. Altınorduluydu babam.

Sonra böyle bir sürü golünü izledim “Kınalı”nın. Hani bazı futbolcuların kullandığı frikikler adeta birer penaltı gibidir ve herkes böyle frikiklerin olması için dua bile eder ya, “O”nun kullandığı korner atışlarının da işte bu dediğimden bir farkı yoktu. Kutsal bir tören gibiydi o kornerler. Böyle anlarda beni en çok şaşırtan ve etkileyen, bütün tribünleri bir anda egemenliği altına alan o öldürücü sessizlik oldu hep. Beklenti, emin olma ve saygıdan meydana gelen ve ucu hep bir müjdeye çıkan büyük ve muazzam sessizlik.

Çeşmeli Büyük Mustafa, “Büyük Altay”ın her şeyiydi.

Sonra aradan yıllar geçti. O Büyük Mustafa kramponlarını artık Ali Sami Yen’de giyip çıkarmaya başlamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bir sezon falan top oynadı Galatasaray’da. O’nun Altay’dan kopuşu kendisi için inanılmaz ve baş döndürücü bir dönüm noktası oldu. Ve zaman ‘O’nu bugün vardığı noktaya kadar taşıdı.

Ama artık Altaylı Büyük Mustafa değil, Mustafa Denizli’ydi adı. “Kınalı”ysa çoktan unutulmuştu.

Bu inanılmaz bir dönüşümdür aslında ve ilginç bir biçimde, Türkiye’yi de bütün çarpıklığıyla egemenliği altına alan futboldaki metalaşma süreciyle atbaşı gitmiştir hep. Bir başka deyişle, artık dünyaya hakim olan endüstriyel futbol rezilliğinin Türkiye’ye de sıçramaya başladığı yıllar, aynı zamanda İzmirli iyi bir futbolcunun, “Büyük Mustafa”dan “Mustafa Denizli”ye adım attığı yıllardır.

İçinden çıktığı futbol kulübünün sonunda transfer yasağıyla bile tanıştığı, ama kendisininse tam tersine baş döndüren bir hızla yükseldiği bu süreç, futbolun kapitalistleştirilmesi ve buna bağlı olarak sürekli tüketilen bir metaya dönüştürülmesi sürecidir ve tepeden tırnağa acımasız ve de alabildiğine vahşidir.

Her zaman; “Müşteri Değil, Taraftarız” diyen ve futbolun bir eğlence olduğunda sürekli inat eden bu satırların yazarı Çeşmeli Büyük Mustafa’yı, yani Kınalı’yı inanılmaz özlemiştir ve bugün futbol adına olan biten her şeyden yoğun bir biçimde ürkmektedir.

Peki ya siz?

Sevgiyle, dirençli ve uyanık kalın! 

HAYRİ GÜNEL
Daha yeni Daha eski