Rutin hayattaki en büyük trajedi sıradan bir insana dönüşmektir, hemen hepimiz bunu yaşarız. Farklı olduğumuz düşüncesiyle büyür, düny...
Rutin hayattaki en büyük trajedi sıradan bir insana
dönüşmektir, hemen hepimiz bunu yaşarız. Farklı olduğumuz düşüncesiyle büyür,
dünyaya çok şey katacağımızı düşünür ve bir vakit sonra kendimizi herhangi bir
insan olarak buluruz.
Futbolcular için de böyledir; hobisini profesyonel seviyeye
taşımayı başarmış hemen her oyuncu, vaktiyle kendi mahallesinin en yetenekli
çocuğudur. Altyapılarda rakipleri arasında öne çıkar, sivrilir, bazen bir takım
dolusu oyuncudan yukarıya çıkabilen tek kişidir. Ve son aşamada çoğunlukla
sıradan bir futbolcuya dönüşür.
Bir sıradan olarak yaşamak zordur. Çok büyük yetenek olarak
lanse edilip bir türlü o beklenen ‘patlama’yı gerçekleştiremeyen genç
futbolcunun da asıl sırrı burada gizlidir. Herhangi biri olmadığına inanan,
herhangi biri kadar çabalamayı kabullenemez, yapabileceklerini de
gerçekleştiremez.
Daha zoru ise bir ‘sıra dışı’ olarak yaşamaktır; sıra
dışılığını kabul ettirmek, o seviyede tutunmak, doymadan, bıkmadan çalışmak ve
yapabileceklerini, kendisine ihtiyaç duyulan her anda ortaya koyabilmektir.
Bir Rumen vatandaşını ya da 1996-2001 yılları arasını
hakkıyla izleyebilmiş bir Galatasaraylıyı, futbol sahalarında Hagi’den daha
sıra dışı birinin olduğuna ikna edemezsiniz. “Barcelona’da şatoda yaşıyordum
ama Galatasaray’da daha mutluydum” diyen Hagi’nin bu topraklardaki başarısının
sırrı da budur. İspanya’dayken de en zor anlarda sahne almış, topa hükmetmiş,
harika goller atmıştır fakat bir şeyler eksiktir; sıra dışılığını kabul
ettirememiştir. Evet, belki Real Madrid’in şampiyonluk için çıkıp Tenerife’ye
yenildiği son hafta maçında da 40 metreden frikiği direğin altına vurup gol
yapmıştır Hagi; ama üzerinde Romanya Milli Takımı ya da Galatasaray forması
varken ‘o maçı’ asla kaybetmemiştir. Futbolu bıraktığı gün, arkasında
Zidane’ınki kadar parlak bir kariyer bırakmadıysa nedeni belki de budur; Zidane
dahi, Juventus’taki ilk iki yılında liderliği paylaşmayı kabullenebilmiştir.
Hagi ise dünyanın zirvesindeki Real Madrid’den, küme düşecek Brescia’ya kırmıştır
dümeni. Dünya Nedved’in sözünü konuşadursun, o her yerden teklifler gelirken
sessiz sedasız Brescia’yı Serie A’ya geri döndürüp Barcelona’ya imzayı öyle
atmıştır.
Hagi olmak, biraz da budur. Kendisine güvenenleri yarı yolda
bırakmazken, yolun devamını da şova çevirmemektir. Onu yakından takip edebilme
şansına ulaşanlar için, kullandığı o Tempra marka arabadır Hagi. Sadeliktir.
Pek eşi yoktur. Ondandır küçülen gözleriyle samimi gülümseyişinin, bugünün
yıldızlarında yerini sosyal medya hesaplarına göz kırpan ‘sosyal
sorumluluklara’, yalancı jestlere bırakışı. Sadece tam kaleye yaklaştığında
iniş yaparak içeri düşen şutlar ya da ayakkabısının burnunun altıyla arkasına
attığı, çizgiye gelmeden yavaşlayan paslar değildir Hagi’yi Hagi yapan;
Erzurumspor’a attığı, skoru 7-0’a getiren golden sonra kariyerinin ilk golünü
atmış genç futbolcu gibi mutlu olması, o heyecanı hep içinde taşıyabilmesidir.
Sol ayağıyla Monaco kalesine doğru bir yıldız kaydırıp, filelere ulaşmasını beklemeden
o günlerde eleştirilerle boğuşan Taffarel’e koşmasıdır. Milli takımla oynadığı
hazırlık maçında kalecisi Stelea yuhalanınca, teknik direktörünün sakinleştirme
çabalarına rağmen basın toplantısında bütün bir ülkeyi karşısına almasıdır.
Hakemi kandırmaya çalışmak bir yana, son ana kadar kendini yere bırakmamak,
kaleye 40 metre uzaktayken topu ayağından yirmi santim açtığında bütün tribünün
“Vuuur!” diyeceği adam olmaktır. Futbolcu değil, futboldur Hagi; o gidince, onu
izleyenler için oyun eksik kalmıştır. Ama en çok da aşktır.
Ne kadar mantıklı, kestirmek zor. Ama galiba hayat boyu aşkı
arıyoruz. Ya da kimseye haksızlık etmeden şöyle söyleyelim; aramasak da bulma
beklentisi taşıyoruz. Nedir aşk? Bir açıdan, olağan duyguların en keskini.
İradeyi ve yargıları aşan davranışların kaynağı. Şöyle bir geçmişinizi tartmaya
kalkışsanız, yaptığınız en büyük yanlışlar, olduğunuzu varsaydığınız kişiden en
uzaklaştığınız anlar, aşkın tesiriyle yaşanmıştır. Hafızanızı biraz daha
zorlarsanız, -büyük ihtimalle- aynı yanlışları size karşı yapan insanları
sevmişsinizdir en çok. Çünkü gerçek aşk budur; kontrolü kaybetmektir. Bir an
için her şeyi yakabilmek, tek doğru için tüm yanlışları yapabilmektir.
Hesapsızlıktır.
2000 UEFA Kupası Finali’nde Hagi’nin Tony Adams’ın sırtına
vurduğu yumruk, altı yıl sonra Zidane’ın Materazzi’ye attığı ikonik kafadan da
öte, futbolun aşka en benzediği anlardan biridir.
Gheorghe Hagi, kariyerinin sonuna gelirken, transfer olduğu
sıradan bir Avrupa takımını dört yılda sıra dışı bir noktaya getirmişti.
Ellerinde yükselebilecek kupayla, gerçek değerini asla tam olarak anlayamayan
büyük kulüplere kim olduğunu hatırlatmasına dakikalar kalmıştı. Maç boyunca
oradan oraya sürüklediği Tony Adams’a bu defa topu kaptırınca arkasından
sarılması, şüphesiz sarı kartlık bir müdahaleydi. Adams’ın sağlı sollu seri
dirseklerle verdiği karşılık ise şüphesiz oyundan atılmayı gerektiriyordu.
Kupalara, madalyalara âşık sıradan futbolcular, o anda kendilerini yere bırakıp
rakibin on kişi kalmasını sağlarlardı. Futbolu aşk gibi yaşamak ise farklıydı.
Hagi olmak, kimsenin ona sahtekâr demeyeceği o anda, o sahtekârlığı yapmamaktı.
Haksızlığa uğradığını düşündüğü her an gibi isyan etti Hagi, hakem düdüğü
çalmayınca da cezayı kendi kesti. Belki yaptığı doğru değildi. Ama kabullenip
gidemedi; birçok tarihi figür gibi o da adaletin olmadığı yerde kendi adaletini
sağlamak istedi. Madalyalara verdiği değeri ise maç sonunda düzenlenen törende
gösterdi. Tüm futbolcular teker teker madalyalarını alıp platformun üzerinde sevinmeye
başlarken, o beklemeye dayanamadı ve madalyasını almadan yukarıdaki
arkadaşlarının yanına attı kendini. Erol Ersoy’la yaşadıkları ve ardından
geçirdiği cinnet, “Hırsız var” diye bağırdığı deplasman yolculuğu… Tüm bunlar
Hagi gibi yaşamanın gerekliliğiydi. Hesapsızca.
Diğer futbolcular gibi değildi Hagi. Her hâlinden
hissederdiniz bunu. Örneğin büyük galibiyetlerin ardından yaşadığı coşku, sanki
otoriter bir babanın çocuğuna sevgisini gösterdiği anlar gibidir. Nadirdir. Gol
sevinçleri, onu anlayabilenler için dünyanın en güzel gol sevinçleridir; bir
gariptir, hiç oturmaz üzerine. En büyük ustalığı, adına gol denen hadisenin en
güzel hâllerini bulup bulup atmak olan birinin bu kadar acemice sevinmesi
şaşılacak iştir. Bilbao’ya o golü attıktan sonra, tam sevincini yere atlayarak
yaşayacağı sırada tartan pistte olduğunu fark edip canı acımasın diye çimlere
koşar mesela. Bunu başka hiçbir futbolcuda göremezsiniz.
Onu izlemiş olmak, bambaşka bir deneyimdir. Biri 30 metreden
iki gol atıp yeşil renge tonunu kaybettirdiği o son maçın üzerinden bir futbol
kariyeri kadar zaman geçtikten sonra bile, ne zaman sahada isteksiz bir
Galatasaray olsa akıllara isminin düşüşü ondandır. Zaman makinesi icat edilse,
milyonlarca insanın ilk olarak onun topun başında olduğu bir frikiğin hemen
öncesine dönecek olması da… Yaptıklarına şahitlik edenlerin, aslında bambaşka
duygular sonucunda yazılan şarkıları dinlerken başka bir şey düşünememesi keza…
Yalnızca bir defa sahnelenecek bir resitale şahitlik etmek; 13 Haziran 2013
gecesi, Taksim Meydanı’nda, Davide Martello piyanosunu çalarken etrafı
çevrelemektir onu izlemek. Orada olmaktır. Bir gün Hagi’ye yetişememiş bir
çocukla karşılaşırsınız, size -miş’li zamanlardan Hagi cümleleri kurar ve
“Nasıl yani?” diye düşünürsünüz, tıpkı Ah Müjgân Ah’taki Sadri Alışık gibi:
“Müjgân’ı unutmak, Müjgân’ı sevmemek?” Hagi’yi izlemek, çocuk sahibi olmayı
isteme nedenidir. Her şeyi en baştan anlatmak ne güzeldir, belki o vesile ile
baştan yaşarsınız.
Cemal Süreya, Ün ve Efsane başlıklı yazısını şöyle bitirir:
“Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse
de, ‘kaybettikten sonra da’, koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi.
‘Vurulduktan sonra da’ bir süre uçan bir kuş. Halk onu, alır, can kafesinin
içine sokar, orada besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane. Ünümüz bizden
çıkar, ama başkalarının elindedir. Efsanemiz ise başkalarının yazgısında.”
İşte bu yüzden, bundan beş ya da yüz sene sonra da
Galatasaray’ın oynadığı her maçta, tribünde yeni sezon formasının arkasında ‘10
Hagi’ yazan biri yer alacak. O gün Galatasaray’ın 10 numaralı formasını
Sneijder de taşısa, Messi de, ya da her kimse, ‘Hagi olmayı’ dileyecek. O günün
çocukları onun formasını giyse de, bu biraz da Hagi’nin sayesinde olacak. Zira
yepyeni bir anlam kattığı o formanın arkasındaki numara, biraz da Hagi’nin
suretidir. Bir ülkeye, futbola dair bilmediği ne varsa o formayla öğretmiştir
Hagi. O, “To be or not to be” dizesini “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi
dersin?” diye çeviren Can Yücel’dir. Çünkü futbol bizim anadilimiz değildir,
Hagi gelip dokunmuş ve yabancı olduğumuz duyguları en derinimize işlemiştir.