“Pek çok şafak vardı
Henüz ışıldamamış olan”
Friederich Nietzche

Onun hakkında en önemli eser Fransız Louis Massignon tarafından Hallac’ın ölümünden tam bin yıl sonra kaleme alınmıştır.

Yıl miladi olarak 921’in sonu 922 yılının başlarını gösteriyordu. Bağdat’a zalimce öldürülecek olan el-Hallac yani Sufi el-Hüseyin İbn-i Mansur, İran’ın Bayza adı verilen bir bölgesinde yine aynı adı taşıyan bir köyde doğdu. Doğumundan çarmıha gerilip Bağdat şehrinde öldürülene kadar altmış yıl yaşadığı tahmin ediliyor.

Küçük yaşta Kuran hafızı olur. Kuran ayetlerini yorumlama ilmi olan tefsir konusunda uzmanlaştı; Tanrı’nın insanlara gönderdiği mesajın gerçek anlamını kavrayabilmek için Arap dili grameri ve kendi dilinin sırları üzerinde derin araştırmalar yapıyordu. Ailesinin köklerinin bulunduğu bölge sihirle dolu bir coğrafyaydı. Her taraf büyü ve sırlarla örülüydü. Işık ve gölge dönüşümü son derece belirgindi. Bu coğrafyada insan hayatında büyük anlam taşıyordu. Hallac küçük yaşta bu güçlü karşıtların farkına varmıştır.

Bir süre sonra “Vericilerle” tanıştı, onlar onu İslam’dan yüzyıllarca önce Zerdüşt tarafından mistik zamanlarda vaaz edilen din ile halklarının eski inançlarıyla tanıştırdılar. Bayza civarında Hallac’ı dağların arasında yıkılmaya yüz tutmuş Ateş Tapınağına götürüyorlar ve atalarının yaptığı gibi eski ilahileri okuyup, kutsal ateşi yakıp ayin yapıyorlardı. Vericiler ona Kuran, İncil ve Tevrat dışında da bir kutsal kitap bulunduğunu söylediler. İranlıların dinlerinin en eski temsilcileri saydıkları Perslerin Avesta metinlerini öğretmeye başladılar. Hallac böylece Hıristiyan Yahudi ve Vericilerden yasalarca korunan fikirlerin kurcalanması gerektiğine inanmaya başladı. Hallac büyüdüğünde Dicle Nehri bereketli çamurlarını denize bıraktığı bölgeye yerleşti. Bu bölgenin adı Huristan’dı ve buranın insanları hayatlarını pamuk ekerek, çapalayarak, toplayarak ve “atarak” kazanıyorlardı. Bu insanlardan biri olan ve genç yaşında pamuk atma işiyle uğraşmaya başlayan Hüseyin, “Hallac Hüseyin” adıyla anlıyordu. Bu bölgede yaşayan ve bir birine bağlı bu topluluğun adı İsmaililerdi. Bağdat’taki halifeyi can düşmanları Fatimiler’den söz ediliyordu. Hüseyin İsmaili vaizlerinin insanı isyana teşvik eden konuşmalarını dinlemekle kalmayıp kendi dostlarından, hocalarından ve akrabalarından farklı düşünen Müslümanlarında olduğunu öğreniyordu. İsmaililer İmam Cafer’in oğullarından biri olan İsmail’e büyük saygı duyuyorlar. Peygamber’in yeğeni Ali Sülalesinden gelen imamlarla birlikte ruhlarının gerçek fakat gizli önderi olduğunu söylüyorlardı.

Daha sonra Irak’ın Vasit şehrinde yaşamaya başladığında genç yaşına rağmen dinin emir ve kaideleri onu tatmin etmemeye başladı. Daha fazla bilgi edinmek istiyordu. Din alimlerinin kendi aralarında Kutsal Kuranın yaratılmış bir şey olup olmadığı, ilahi sıfatları kelime anlamlarıyla mı yoksa sembolik anlamlarıyla mı kabul etmek gerektiği yolundaki sürekli birbiriyle çelişen tartışmaları da onu tatmin etmiyordu. Bu arayışlarla Hallac dönemin meşhur hocalarından Sahl Hoca’yı dinlemek ve kendisini mistik yolda mükemmelleştirmek için Tustar’a gitmişti. Şöhreti bütün İslam dünyasına yayılmış olan Sahl el-Tustari’nin yanında ilahi aşkı ve vahdaniyeti arayan pek çok talebe vardı. Bunlar peşinden gidebilecekleri ve birçok insana model olarak sunabilecekleri bir hoca için ülkenin dört bir yanından buraya geliyorlardı.

Sahl , “Tanrı’nın özünün bir parçası olan ışığın özünden söz ediyordu. Allah kendisini kutsal Kuran’da “ışık üzerine ışık” ve “yerin ve göğün ışığı” olarak nitelendirmiyor muydu? İşte ışık bu nedenle dünyanın özünün de bir parçasıydı. Fakat bu ışığın en büyük payını peygamberler almıştı. Bu durum özellikle İslam Peygamberi için geçerliydi. Çünkü onlar bu ışık sayesinde insanlığı aydınlatmış ve gerçekleri bildirmişlerdi.”

Hallac bu tartışmalarda hocasına şu soruyu yöneltti; “Bizim de bir nebzede olsa bu ışığa sahip olmamız mümkün mü?”

Sahl “Yaratılışına bakın, doğayı inceleyin! Allah onları düşüncelerinin sonsuz motifleriyle aydınlık bir düzen içinde yaratmıştır. ”

Hallac “Peki ya tüm ışığı yok eden karanlık, o nereden geliyor. İnsanlar üzerinde büyük kudret sahibi olan karanlığın kaynağı kökeni nedir?”

Sahl “Karanlık da ışığın bir parçasıdır ve yaratılışına göre farklı şekillerde ortaya çıkar. Yaratılmış olan her şey zamanla ışık doğasından uzaklaşmıştır; kimi az, kimi çok, kimi tümüyle. Işıktan en fazla uzaklaşanların başında da bir zamanlar ışıktan yaratılmış olan, fakat ışığa rakip olduğu için ona karşı mücadele etmek durumunda kalan Şeytan gelir. Bilgisizlik ve hakimiyetsizlik bizi karanlığa sürükler. Karanlıkta etrafını göremeyen bir insan nasıl sağını ve solunu, yukarısını aşağısını bilemez, amaçsızca etrafta dolanıp durursa, aynası bulanıklaşan karanlık bir ruh da vücudun içinde aynı şekilde amaçsızca oradan oraya gidip durur. Bu nedenle bizim görevimiz ruhun aynasını devamlı temiz tutmak, yaratıldığı özü saf tutmak ve dışardan aldığı ışığı bulanıklaştırmadan yansıtması için aynayı sürekli cilalamaktır. Pişmanlık dolu acı ve eziyet ruhlarımızın aynası için en iyi temizlik aracıdır. Bu araç dua ile bir ve eşit değil, ondan daha üstündür. Hatta bazı noktalarda dostlarım, onun imanın özü olduğu bile söylenebilir.

Salh Hoca ışık doktrinini; Peygamberin bir ışık taşıyıcısı olduğu yolundaki Şii doktrininin, kendisinin bir Sünni olmasına ve Şiilerin birçok noktada olayı abarttıklarını düşünse de kabul edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ayrıca Salh Hoca; “Tüm varlığımızla Peygamber’in öğrettiklerine iman eder, tüm ruhumuz ve tüm benliğimizle bu öğretilerin üzerinde yoğunlaşırsak, o takdirde filozofların söylediği gibi maddeden oluşan kabuğu kırmaya ve öz varlığımızı serbest bırakmaya muvaffak olabiliriz, böylece ışık dünyasına ait olan tüm varlıkların yaratıldığı o ışık bizlere malum olur. ” diyordu.

Hallac’a Huristan’da yaşayan Avesta imanlıları, Amesha Spentas adı verilen kutsal ışık ruhlarıyla çevrili bir Işık Tanrısı’nın varlığından söz etmişlerdi. Bu Işık ruhları, Zerdüştilerin büyük baş meleği Vohu Manah gibi bu dünya ile öteki dünya arasında habercilik yapıyorlardı. Hallac ;“Sahl Hoca’nın anlattığı gibi, Peygamber ilahi bir ışıktan bir ışık mıydı? Şayet böyle ise, o takdirde insan kendi ruhsal varlığını Avesta imanlılarının sözünü ettiği ışık elementleri şeklinde mi tasavvur etmeliydi? Sürekli bunları düşünüyor. Kuran’ın ve din alimlerinin bildirdiği vahiylerin bu eski öğretiler yardımıyla tefsir edilemeyeceklerini uzun süredir düşünüyordu. Sahl el-Tustari şöhretli bir hoca olabilirdi, fakat başka yerlerde daha şöhretli hocalar alimler vardı. Basra şehrinde teoloji, felsefe, matematik, astronomi, edebiyat ve sanat altın çağını yaşıyordu. Özellikle de müminlerin şöhretli başkenti Bağdat ilim alanında bir yıldız gibi parlıyordu. Bu şehirdeki sufi hocalar Sahl Hoca’dan kat kat daha şöhretliydiler, özellikle de Ebul Kasım adı verilen Şeyh Cüneyd.

Hallac Tustar şehrinden ayrıldı. Batıya Basra en eski çağlardan beri insanlara bereket ve bolluk armağan eden Dicle ve Fırat’ın birleştiği şehre ulaşmak istiyordu. O dönem Basra’da Basralı Hasan adıyla bilinen Peygamberin ölümünden kısa bir süre sonra dünyanın bütün rahmetlerinden elini eteğini çekmiş bir bilge vardı Hallacın eserlerini defalarca okuduğu Musabi Hocada Basra’da bulunuyordu. Haris el-Musabi İçe dönmenin, ruhun değişik tezahür şekillerini keşfetmenin, ruhun en ilkel konumundan en üst konuma kadar geçirdiği safhaları araştırmanın, üstadıydı. Hallac düşünceler ve hayaller okyanusundan daha fazla bilgi edinmek istiyordu. İnancının en büyük düşünürlerinden birkaçı tüm İslam ülkelerinde kovuşturmaya uğramış, adları efsaneye dönüşmüş Mutezileliler de buradan çıkmıştı. Basra’da Amr İbni Osman’ın evine geldi ve oraya yerleşti. Böylece Hallac her geçen gün hocası Amr el-Mekki’ye, yani ruhunun yeni kılavuzuna bağlanıyordu. Hallacın bitmek bilmeyen soruları karşısında hocası şaşırıyordu. Sanki Tanrı bizzat kendisi bu insanın içindeydi ve onun vasıtasıyla kendi yapısı hakkında sorular soruyordu. Soru üzerine soru soruyor, bilgiye olan susamışlığı asla bir sınır tanımıyordu. Onun için ruhsal cezbenin bir sınırı yokmuş gibi görünüyordu ki, bu Amr Hoca tarafından hiç hoş karşılanmayan bir durumdu. Hoca büyük kızını yinede onunla evlendirmek istiyordu. Ama Hallac hocasının kendine yetmediğinin farkındaydı. Zamanla hocanın derslerine gitmemeye başladı. Bağdatlı meşhur bir hoca olan Cüneyt Hoca’nın talebesi olmaya karar verdi. Cüneyd İbni Muhammed Hallac’ın yeni öğrencisi olmasından memnundu. Çünkü Hallac hakkında bilgiler daha önce kulağına gelmişti. Cüneyt, tasavvuf mertebesine ulaşmak için ibadet ve zahitliği temel alan talebelerin hocasıydı. Tarikata giren bir kişinin bu yolda derin bir coşkunluğa kapılmayı dilemesi, vecd içinde olmak için çaba göstermesini reddediyordu. Yeni öğrencisinden o kadar çok etkilenmişti ki, gelecekte onu kendi halefi yapmayı bile aklından geçirir olmuştu. Fakat önlerinde daha uzun bir zaman vardı. İlk olarak ruhsal boşalma ve itaat yöntemiyle başlayan idrak yolunda adımlar atılması gerekiyordu.

Hallac haftalar boyunca yolar yürüdü. Sıkıntılardan sıkıntılara sürüklenmiş, açlık ve susuzluk çekmiş, gündüzün sıcağında kavrulmuş, gecenin soğuğunda donmuştu. Çöl acımasızdı. Barid adı verilen halife postasının izlediği çöl yolunda ilerleyerek Mekke’ye varmayı düşlüyordu. Peygamber zamanından beri Kabe’ye yapılan hac ziyareti sayesinde tanrının birliğinin yani Tevhid ’in ortaya çıktığı şehir hak ettiği itibara kavuşmuştu. Peygamber bu ziyareti ilk insan Adem’e ve Kabe’yi ilk inşa eden kişi olan İbrahim zamanına bağlıyordu. Zaten İslam’dan çok önce de Mekke sakinleri Kabe’nin içinde bulunan Hacer ül-Esved’e, göğün bu mucizevi alametine, büyük saygı gösteriyorlardı. Hatta Mekke tüccarına bol gelir sağlayan Ukaz Panayırı ile bağlantılı olarak oraya hac gezileri bile düzenliyordu. Fakat Peygamber bu kutsal yeri kafirlerin ve putperestlerin elinden kurtarmış ve buraya sadece gerçek müminlerin sahip olmasını sağlamıştı. O zamandan bu yana Mekke müminler için dünyanın dini anlamda merkeziydi. Hallac henüz yoldayken yapacağı hac ziyaretinin diğer hacılarınkine sadece dış görünüş anlamıyla benzeyeceğine karar vermişti. Bütün bir yıl boyunca Mekke’de kalmak istiyordu. Kendi içimize, ruhumuzun bilinmedik yörelerine seyahat etmek gerekir düşüncesi Hallac’ı her geçen gün daha fazla etkisi altına alıyordu; özellikle de her gün dindarlık maskesi altından yalandan sofuluğun ve yobazlığın nasıl sırıttığını gördükçe . Fakat bunu genelleyerek kimseye haksızlık yapmayı istemiyordu. Arkadaşlarının birçoğunun hac vazifesini dini kaidelerin tümüne uyarak coşku içinde yerine getirmeye çalıştıkların bilmiyor değildi. Hallac hac da yerine getirmesi gereken tüm vazifeleri din alimlerinin tarafından tarif edildiği şekliyle, hem de en küçük ve en önemsiz ayrıntıyı bile atlamadan yerine getirdi. Hallac içinde yeni bir ilhamın doğduğunu, imanın anlamına daha sıkı bağlarla bağlandığını hissediyordu. Bunun sebebi sadece kural ve kaidelere sıkı sıkıya bağlı olması değildi. Her şeyden önce, hac ziyaretinin herkese hitap eden, toplu bir ibadet olmasından kaynaklanıyordu. Hallac yine de daha fazlasını istiyordu. Kendisini getiren rehber onun ününü duymuş ondan para almadan onu bir eve yerleştirmişti. Hallac aşkın anlamını çözmeye çalışıyordu. Bağdatlı büyük şair Ebu’l Atahiya’nın izinden gitmeye karar verdi. Hallac’ın gerçeği bulmak ve erdemleri gerçekleştirme yolunda edindiği şöhreti duyan, onun etkileyici davranış ve konuşmalarından feyiz almak isteyen insanlar akın akın onun etrafına toplanıyordu. Hallac ilk kez talebe yerine hoca rolüne bürünmüştü. Ama o hala kendini talebe sayıyordu. Hallac hocalarının söylediği imanın çekirdeği aşktı. “Aşk dolu teslimiyet” sözünü ve bu durumun her şey için geçerli olabileceğini düşünüyordu. Bu pek çok durum için geçerli olabilirdi: Bir insanın bir başka insana duyduğu aşk, bir insanın tanrıya duyduğu aşk ve bir insanın kendisine duyduğu aşk. Hatta tanrının insanlara, kendi kendisine duyduğu aşk diye düşünüyordu. Sonra meşhur Sufi Bayezid Bistami’nin kendi kendine duyduğu aşkı hatırladı. Bistami ‘Bana şükürler olsun’ dememiş miydi? Bu küfür değil de neydi? Bistami bundan daha beter sözler de söylemişti, bu şekilde tanrının kendisinde ve kendisinin içinde zuhur ettiğini belirtmek istemişti. Hallac yalnız başına tefekküre dalarak sufi hocalarının sözünü ettiği ruh yalnızlığını ararken, Bayezid’in ilginç, kışkırtıcı ifadelerini takip edebiliyor, hatta onları anlayabiliyordu. Bazı anlarda yaratılanın yaratıcı karşısında hissettiği derin alçalmayı tüm ruhuyla algılıyordu. Bazen de ruhunu neredeyse yıldızlara ulaşabilecek kadar genişletebildiğini hissettiği, başka anlar yaşıyordu. Bu anlarda yok edilemez, ebedi bir varlığa ulaştığını düşünüyor, kendisini sonsuz büyüklükte hissediyordu. Bu olay kendi özünü bulmak mıydı? Tanrıyı bulmak mıydı? Yoksa bilginlerin haklı olarak lanetlediği gibi tam bir bencillik, sınırsız ve engelsiz bir kendini beğenmişlik miydi? Bu ruh halini yaşadıktan sonra başka birini sevmek mümkün olabilir miydi? Tanrı’yı sevmeye devam edebilir miydi? Günlük hayatta kesin çizgilerle birbirinden ayrılan iki kavram, idrak ve aşk, burada iç içe geçmiyor muydu? Hallac henüz bu soruların cevabını veremiyordu. Tümüyle içine kapandığı günlerde bu sorular onu sıkıştırıp durdu ve daha sonra kurtulması mümkün olmadı. Bağdat’a dönüp Cüneyt Hoca ile Bistami’nin görüşlerini tartışmaya karar vermişti. Böylece ilerleyen günlerde belki de insan vücuduyla da birleşmesi mümkün olan ilahi ve insani aşkı, gerçek cümleler yerine kaçamak cümlelerle de olsa anlatmaya başladı. Sözü daima Basralı Rabia’ya getiriyordu, çünkü onun duygu ve düşüncelerinin de benzer konular etrafında döndüğünü biliyordu.


Hallac sonunda Bağdat’a dönmeye karar verdi. Hallac Bağdat’a döndü ve hocasının talebeleri arasında yerini aldı. Cüneyd Hoca oldukça sevinçliydi. Kısa sürede Hallac yeteneği ve ruhsal yaşantılara olan açıklığıyla onun sağ kolu olmuştu. Yaptığı ilk Hac ziyareti sonrası hocasıyla arasının her geçen gün açılmasına sebep olan bitmez tükenmez tartışmalara girmeye başlamıştı. Bir gün “Allah’ta yok olma” üzerine şiddetli bir tartışmaya tutuştular. Cüneyd Hoca “Ben bu aşamaya henüz ulaşamadım” diye itirafta bulundu. “Kendim üzerinde daha fazla çalışmalıyım. Bir yandan da yok olma kavramı hakkında bir takım yanlış tasavvurlara kapılıp kapılmadığımızı düşünmüyor değilim. Eskilerin bize bıraktığı yazıları doğru kavrıyor muyuz acaba ?” Hallac, Hoca ’ya “Söylediklerini açıklar mısın?” diye seslendi. Cüneyd Hoca önce bir noktaya yoğunlaşmanın ve Tanrıyı düşünmenin farklı yöntemlerini anlattı. Ama bu yöntem üzerine şüphelerini de gizlemedi. Tanrı ile yarattıkları arasında çok uzak bir mesafe olduğunu söyledi. Kuran’da olan bu tasvirin de diğerleri gibi sadece bir tasvir olduğunu düşünüyordu. Dindarlığın “Tanrı da yok olmak” nın en yüksek derecesi olduğunu ifade ediyordu. Hoca’ya birkaç talebe ve Hallac ”Hedefe ulaşmak mümkün değilse, bu yolda yürümenin ne anlamı var?”diye itiraz ettile . “Allah’tan başkasını düşünmemek gibi bir anlamı var !” . “Peki ya bu hedefe ulaşmak gerçekten mümkünse?” diye atıldı Hallac Mekke’de başından geçenleri Hira Mağarasında öğle yoğun şekilde Tanrı’nın pırıltısının içini yakıp kavurmaya başladığını. Peygamber ve Musa Peygamberin bu pırıltıyı nasıl içlerinde hissettiğini anlatırken “Dikkat et!” diye bağırdı Cüneyt Hoca. ”Dilinde sakın! Küfre düşüyorsun!” Hoca bu karışıklık ortamında öğrencilerinin coşku ve taşkınlığa eğilimleri olmasını istemiyor, dizginleri sıkı tutmayı istiyordu. İlerleyen günlerde bir gün yine Tanrı, İnsan, Yaratan, Yaratılan arasındaki sonsuz büyüklükteki mesafeden söz edilirken Hallac’ın ağzından “Ben ilahi sevgiliyi kavradım! Ben yaratıcı gerçeğim!” Sonra sözlerini büyük bir heyecanla bir kez daha tekrarladı. “ENEL HAK! ENEL HAK!” Derslikte kısa süreyle sıkıntı veren bir sessizlik yaşandı. Talebelerden birkaçı utançtan başlarını öne eğdiler. Hoca’nın yüzüne bakacak cesarette değildiler. Onun öfkesinden korkuyorlardı. “Bir kez daha söylüyor ve teyit ediyorum” dedi Hallac. Sözleri sessizliğin içine kırılan cam parçaları gibi düşüyordu. ”Onun acımasına ortak oldum. Tüm aşmalardan geçtikten sonra ruhumun perdesi yırtıldı ve O bana açılmasını layık gördü. Böylece onun içinde yok oldum ve O beni tümüyle doldurdu. Onun varlığı bana kendisini benim içimde gösterdi ve ben de Ona kendimi gösterdim. Böylece O benim içimde kendisini tanıdı. Fakat insan olmakla Allah olmanın aynı şey olabileceğini düşünenler yanılmaktadır. Bu düşünceyi taşıyanı yanlış yöne sürükleyen en şeytanın ta kendisidir. Buna rağmen az önce söylediğimi bir kez daha tekrarlıyorum: BEN YARATICI GERÇEĞİM!” Bir anda talebeler heyecanla bağrışmaya başladı. Hllac kalabalık arasından kendini zor dışarı attı. Cüneyd Hoca’nın arkasından bağırdığını duyuyordu; ”Küfürlerine devam edersen günün birinde darağacında öleceğin muhakkaktır!” Hallac, bunu hocasının söylediğine inanmak istemedi ve yanlış anladığını düşündü. Bu olay kısa zamanda tüm Bağdat’a yayılmıştı. Kati Çarşısı’nda dolaşırken onu gördüklerinde önünde saygıyla eğiliyorlardı. Ama kulaktan kulağa bu büyük küfrünü dile getirip getirip “Tanrı Sarhoşu” olarak dile getiriyorlardı. Cüneyd Hoca’nın talebesi ona katılmıştı ve sayıları her geçen gün artıyordu. Bir süre sonra Ebu Bekir Şıbli ona Tanrıya ulaşma yolunda kendisine kılavuzluk etmeye hazır olup olamadığını sordu. Kısa sürede Şıbli, onun en iyi talebelerinden ve en yakın dostlarından biri oldu. Halk bunu kısa etse de siyasiler Bağdat’ta bu türden insanlar olsa da tepki gösteriyorlardı. Sade birer keten giyen fakirlikle geçinen bu adamların sayısı her geçen gün büyüyor, gittikleri her yerde varlıkları ilgi çekiyordu. Din alimleri ve Sufiler onun hakkında ; “İsmaililere mi katılmıştı?”, “O bir asi mi?” diye düşünüyordu. Hallac ise diğer Sufilerle arasında fark olduğunun bilincindeydi. İlahi sevgilinin kendisine biçtiği rolde büyük zorluklar ve azaplar olduğunun farkında idi. Hallac ile Cüneyd Hoca’nın ilişkileri hiçbir zaman tam anlamıyla kopmadı. Bu halife şehrinde Hallac her geçen gün bunalıyor, bitmek tükenmek bilmez işgüzarlık, sapkınlık, zevksizlik ve bezirganlıklardan sıkılıyordu. Kalabalıkların kendinden başka hiçbir şeyle ilgilenmediği bu şehirden uzaklaşmak istiyordu. Tekrar yollara düşmeyi, tüm uygarlıkların beşiği olan doğuya gitmeyi arzuluyordu. Hallac ilk olarak yakından tanıdığı Basra’ya gitti. Orada Arap Denizi’ne açılan güneye Makiya Adalarına dek giden bir kaptanla tanıştı. Kaptana kendisini gemisine alıp almayacağını sordu. Kaptan onu İndus Nehri’nin denize döküldüğü yer olan Sind’e götürebileceğini söyledi. Hallac’ dan yolculuk ücretini peşin aldı. Hareket gününü belirtti. Hallac o gün onunla denize açıldı. Hint Ülkesi’ni sulayan Ganj ve Brahmaputra gibi İndus Nehri de, bu coğrafyada Pencab, Multan ve Sind’i sulamış oranın asırlar boyu prens ve krallarını büyütmüş ve onların yok oluşunu görmüştü. Brahmalar tarafından yönetilen bu insanlar arasında İslam hızla yayılıyordu. Müslümanlar bu bolluk ülkesine akın ediyorlardı. Bu bölge efsane olmuş Hızır’ın adıyla anılıyordu. Hallac Hindistan’a gitmeye karar verdi. Uzun bir yolculuktan sonra İndus Irmağına ulaştı. İndus’un aşağı bölgeleri İslam’la yeni tanışıyordu. Müslümanların olduğu bir köye yerleşti. Bu köye yakın bir Hindu tapınağını ziyareti sırasında bir arhatla tanıştı. Kendisi gibi uzun yıllar çalışmış bu çömlekçi ustası artık kendini bu tapınağa hizmete adamıştı. Tanrı dostu olup Tanrıya ulaşmaya çalışıyordu. Hallac onunla tanrının çokluğu üzerine konuşup, onu tek bir Tanrının varlığına inandırmak için zorlarken aslında birçok tanrısı olan bu inancın bir bütünün parçaları olan Tanrılar oluştuğunu, ancak bu bütüne Brahman adı verildiğini öğrendi. Şunu anladı; başka şekilde de söylense aslında söylenenler kendi dost ve hocalarının söylediği sözlerdi. Kendi kendini dine vererek ve meditasyon yaparak tanrının birliğine ulaşmaya çabalıyordu. O an İsmaililerin inançların dış kabuklarınıyla özlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini düşüncesinin doğru olduğunun farkına vardı. Hallac Sind ülkesinde birkaç hafta daha durup, vaaz verdi onların müziklerine ve ritüellerine eşlik etti. Hallac Horasan’ın taşlı düzlüklerine Turfan Bozkırı içinde yaptığı yedi günlük yolculukla peygamberin söylediklerini kayıtsız şartsız kabul etmedikleri için iki yüz yıl önce İran ve Irak’tan ayrılmak zorunda kalan, “Mürfet”lerin öğretilerine vakıf olmak için her şeyi göze alarak bu yolculuğa çıkmıştı. Burada Orta Asya’nın Maveraünnehir Bölgesi’nde Turfan’ın Hoca ve İdikut şehirlerinde İslam dinine inananların sayısı azdı. Burada bir tacirin evine yerleşti. Evine yerleştiği bir Türk olan Murad aynı zamanda bir Sufiydi. Turfan Bölgesinin en bilge adamı olan Uygur Türklerinden Tuğrul’la tanıştı. Tuğrul bu bölgede Uygur yazısıyla dersler veriyordu. Geniş bir kütüphanesi vardı. Farsça biliyordu ve Kuran’ı da okumuştu. Onunla Mani Dini hakkında ve onun düşünceleri hakkında sohbetler etti. Uygurlu Tuğrul; “Dünya insanını yaratan dünya nesneleridir. Yiyecek, içecek, mal-mülk, değerli oldukları söylenen nesneleri elde etme çabası ve fakat özellikle de türünün devamı için içimize tohum atarak maddevi dünyanın asla yok olmamasını sağlayan phallus hayvanı. Bunların yardımıyla dünya sahte ışıltısı ile insanın gözünü kör eder, ruhunu çürütür ve onu tanrısal kaynağından uzaklaştırır” dedi. Hallac özellikle biz sufiler ruhsal mükemmeliyete ve idrake ulaşmaya çabalarız. Fakat bunu yaparken dünyayı hor görmemek için azami çaba sarf ederiz. Gerçi aramızda dünyanın çürümekte olan bir leş parçası olduğunu düşünen dervişler de var ve ben de geçmişte geçici olarak onlardan biriydim. Fakat hiçbir Müslüman bu düşünceye değer vermemelidir. “Çünkü dünyanın tanrısal işaretlerle dolu olduğunu ifade eden Kuran ‘a ters düşer bu düşünce. Kutsal kitapta dünyanın Tanrı tarafından yaratıldığı ve gelip geçici olduğu gözüyle bakarız. ” Uygurlu Tuğrul “O halde kötülüğün kaynağı nerededir. Bunun dünya olmadığını söylüyorsun. Yoksa insanoğlu kötülüğü cennetten çıkarken beraberinde mi getirdi.

Hallac; “Hayır kötülüğün dünyevi olduğu doğrudur. Fakat insanlar bu kökleri farklı biçimlerde kullanabilirler. Bu tıpkı ilaç olarak kullandığımız maddelere benzer. Kararından biraz fazla olarak kullanabilirler. Bu tıpkı ilaç olarak kullandığımız maddelere benzer. Kararından birazcık fazla kullanıldıkları takdirde bile ölümcül olabilirler. Burada belirleyici olan sadece ölçüdür. ”

 Tuğrul “Tüm iyiliklerin kaynağının Tanrı olduğunu söyledin. O halde nasıl olur da kendi yarattıklarına böyle zalim işkenceler uygulayabilirler? Dünyayı tüm felaket ve yıkımlarıyla birlikte Tanrıdan ayırmak, onu bu işlerden uzak tutmak daha akıllıca değil midir? Mani inancında da bizlere göre Tanrı hiçbir şekilde kirletilmeyecek ve lekelenmeyecek bir saflıktan ibarettir.”

Hallac bu sohbetten sonra şunları düşündü: Kimsenin sorumlu olmadığı bir talihsizliğin açıklaması var mıydı, varsa neydi? Tanrısal adalet ve iyilikle nasıl bağdaştırılabilirdi? Rasyonalist mutazileler bile bu meseleyi bu güne kadar açıklığa kavuşturmamışlardı. Uygur, dünyayı Tanrıyla ilgisi olmayan bir cehennem dönüştürüp kendince meseleyi çözmüştü. Bu düşünce şiddetle ret edilmeliydi.”

Hallac, Türkistan’da Maniheist ve Müslümanlar arasında aylarca kaldı. Farklı diller konuşan ve farklı geleneklere sahip olan bu insanlardan bilgi dağarcığına büyük katkılar sağladı.

Hallac bu süre içinde Turfan Bölgesi’nde dolaşırken Sarı Lokman çetesinden haydutlarla karşılaşır. Onu soymak isteyen haydut, bütün parasını ister. Hallac ”Hiç param yok” der. Haydut onu öldüreceğini söyler. Hallac “Hiçbir şeyim yok. Çünkü ben Tanrı dostlarından biriyim, sahip olduğum tek şey ruhum ve vücudumdur. Fakat bunlar bile bana değil, her şeyin yaratıcısı Tanrı’ya ait. Beni öldür, böylece büyük sevaba girersin, çünkü emaneti sahibine iade edebilirim” der. Haydut, onun kutsal bir adam olduğunu anlar. Pişmanlık belirtisiyle kaderinin onu böyle haydut yaptığını anlatır. Hallac “Kuran bize emanet edilen yaşamı kendi ellerimize almamızı ve Tanrısal yasalara göre idame ettirmemizi emreder. Tanrı hiçbir halkın kaderini değiştirmez, eğer ki o halk kendi kaderini değiştirmezse !” Haydut büyük pişmanlık ve üzüntü görüntüsüyle onu hemen bırakır. Hallac Türkistan’da aylarca kaldı. Uygur yazısını öğrendi. Tuğrul ve arkadaşlarına Arap harflerini öğretti Bağdat’taki Şıbli ile mektuplaştı. Hallac artık şu fikri iyice benimsemişti: Bilgelik yolunda adım atmayan bir mümin ’e zerre kadar değer verilmemesi gerekirdi. Hallac ayrıca :“İslam’ın Tanrıya yakaran ve ruhlarını arındırmaya çalışan diğer insanların inançlarından çok farklı olup olmadığına kendi kendine sormaya başlamıştı. Hindistan’da rastlandığı bu dinsel çeşitlilik ile şimdi de Türklerin karış karış gezdiği topraklarında da karşılaşıyor, bu çeşitliliğin kaynağını ise takdir-i ilahi de değil, insan ruhunun zenginliği ve derinliğinde görüyordu. Uygurlu Tuğrul’dan Türkistan metinlerini, Babil Peygamberlerinin düşünceleri ve Mani düşüncesini öğreniyordu. Merv , Semerkand, Horasan ve Nişabur’a hayran kalmış bir şekilde iki yıl sonra yurduna döndü. Bağdat’a döner dönmez şehrin pazarlarını gezmek, o coşkuyu izlemek için Kati Çarşısına gitti. Bunu sık sık yaparak orada bulunan tacirlere ve insanlara “Savulun, Allah’ın budalası geliyor” ya da “Öldürün beni, ilahi sevgiliye kavuşmak istiyorum”diye bağırıyordu. İnsanlar, onun delirdiğini düşünse de Ondan çekiniyorlardı. Hallac günlerden bir gün, Cuma namazından sonra Kati çarşısına dolaşmaya çıktı. Çarşı yarı kapalı ya da seyrek seyrek dükkanlar açıktı ancak fakirlere dağıtılan yemekten almak için çarşıya gelmiş halktan kimseler vardı. Hallac elinde zinciriyle kara bir köpekle insanların içine daldı. Yemek sırasına girerek sırasını beklemeyen başladı. Sıra kendine gelince aşçı ona sordu; “Az mı çok mu yemek istersin?” Hallac “Bana istediğin kadar çorba verebilirsin.” “Çorba bana et ise yanımdakine” diye köpeği gösterdi. Aşçı “Senin bir köpeğin var ve şu leziz eti ona vermek istiyorsun, öyle mi? Neden eti kendin yemiyorsun. Bilmiyor musun köpeklerin temiz olmadığını bire mecnun “ diye seslendi. Hallac “Tam da bu yüzden yapıyorum işte Yanımdaki köpeğin ismi Nefs’tir. Ve benim temiz olmayan yanımı temsil eder, eti ona ver” dedi. Adam anlamaya çalışan gözlerle bakıyor, halk ise olayı merakla izliyordu. Hallac sözlerine devam etti; “Tanrıya ulaşmak için manevi olarak bu dünyadan ayrıldığında, olacak aşırılıklardan kaçınmam ve idrak yolundan yürümem gerekir. Benim kara köpeğim Nefs bana nefsimin her fırsat bulduğunda beni etkisi altına almaya çalıştığını anlatır. Bunu engellemek de dua ve namazdan ziyade biz Sufilerin yaptığı gibi, irademizi aşırılıklardan arındırma ile etkili olabilir. Normalde nefsim beni itaat altına almaya çalışır. Oysa şimdi ben onu itaatim altına aldım. İnsanın nefsiyle yaptığı mücadele bile belli sınırlara sahiptir. Yanımda dolaştırdığım kara köpek işte bana bunu hatırlatır. O köpek, benim kötü tarafımdır, benim kötü benliğimdir.” İnsanlar onu sessizce dinlemiş ve biraz korkarak biraz mecnunluğuna acıyarak ona bakmışlardı. Aşçı irkilerek “Ne demek istediğini anladım” dedi. Eti köpeğin iki bacağının arasına attı. Köpek bir lokmada eti yuttu. Hallac tekrar halka dönüp “Eti nasıl silip süpürdüğünü gördünüz mü? İtaat altına almayı başaramadığınız takdirde, sizin nefsiniz de böyle davranacaktır” dedi.


Hallac Abbasi devletinin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik bunalımı çok iyi biliyordu. Kati çarşısında gezinirken sadece dini konularda sohbet etmiyordu. Devletin her gün daha fazla vergi alması, politik süreç ve fakirler ile zenginler arasında giderek derinleşen uçurumun sosyal gerilimin artmasına, kanlı ayaklanmalara sebebiyet vereceğini söylüyor artan tarikatlara her gün daha da güçlenen Hz. Ali taraftarlarını ve diğer gurupları biliyor. Özellikle Caferi Sadık’ın büyük oğlu İsmail’i yedinci İmam ilan eden Şiilerin neler istediğini biliyordu. Çarşıdaki tacirlerle sohbetinde şunları söylüyordu; “Yönetim adil olmak zorundadır. Dini hukuk okulları arasındaki huzursuzluk ancak fakirlik ve sefalet içinde bulunanların da dikkate alınması ve dinlenmesi durumunda sona erebilir. Fakat tüm dünyadan gelen malları büyük karlar karşılığında satan siz tacirler bunu anlamakta güçlük çekebilirsiniz.” Halac’ın bu sohbetlerine sarayın baş mabeyincisi Nasr El Kaşuri adlı bir soylu da katılıyordu. Nasr dini ve felsefi meselelere ilgi duyuyordu. Fakirlere sık sık kendi özel kasasından para yardımında bulunuyor yada Halife El Muktedirin annesi Valide Sultan Şaghab’ı saray hazinesinden sadaka dağıtmak için yardım etmeye ikna ediyordu.

Yine bir gün Kati Çarşısında sokakta raks ederek geçen Halac’ı görenler, kara köpeğini sordular. Hallac “Bugün onu başkasına verdim. Artık ona ihtiyacım kalmadı. İlahi aşkın sırrı bana malum oldu. Ey çarşı sakinleri! Sevgilim benim içimde oturuyor. Sevgilim olan O benim. Ve sevilen olan ben, O’yum” diye seslendi.

Hallac’ın ünü her geçen gün artıyordu. Granada, Kurtuba, Marakeş gibi İslam Ülkelerinden onun derslerini dinlemeye gelenler oluyordu. Halk arasında O’nun bu “aşırıcılara” benzeyen görüşlerinin duyulması, Türkistan’dan garip mektuplar aldığı söylentisi, siyasilerin dikkatini çekiyordu. Halife El Muktedir’in annesi Valide Sultan Şaghab ülkede çıkan huzursuzluklar, ülkenin geleceği ve oğlunun iktidarının geleceğinden duyduğu kaygıları yüzünden sıkıntıdaydı. Bütün ilaç tedavileri boşa çıkmıştı. Huzur arayışı içindeyken, saraydan Baş mabeyinci Nasr El Kaşuri ‘nin tavsiyesi ile Hallac saraya çağrıldı. Valide Sultan onun huzur veren sohbetleriyle kısa sürede iyileşti. Ama saray içinde kendisine tepkiler daha da artmıştı. Hallacı sevmeyen ve onun siyasi nüfuz sağlayacağını düşünen din adamları onun devlet içinde çıkan huzursuzlukları kaynağı olan İsmaililerle bağlantısı olduğunu, Türkistan’dan garip mektuplar aldığını bahane göstererek tutuklanmasını istediler. Suçlamalar “büyücülük” ve “Hak yolundan ayrılma” olarak gösteriliyordu. Hallac bu haberi Nasr El Kaşuri’den almış ama suçlamalara cevap vermemişti. Ama onu suçlamalar değil en yakın arkadaşlarının ona sırt çevirmesi üzüyordu. Şibli’yi bile kendi tarafına çekmek için ikna etmek zorunda kalmıştı. Sessizce Bağdat’ı terk etti, baba yurdu Huristan Bölgesine döndü. Hallac henüz ölmeyi düşünmüyor, fikirlerini yaymaya devam etmek istiyordu ki, Hallac yakalandı ve zindana atıldı. Din adamlarının muhalefetine rağmen Şaghab’ın desteği ile kendisine yazması için malzeme sağlandı. Uzun süreden sonra Hallac bütün düşüncelerini şiirlerine aktarmak için uğraşıyordu. En büyük eseri “Tavasin”i burada yazdı.

Bütünümle bütün sevgini sardım.
Sanki içimdesin, Ey Mukaddesim
Yönelir de kalbim bazen gayrına
Korkuyla titrerim, tutulur sesim
Ürpererek yine dönerim sana
Anlarım! Sen yoksan, kimsesiz kaldım!
Şimdi ben uzakta yapayalnızım.
Hayat mahpesinde bitmiyor sızım
Yüce Mevla, şudur senden niyazım
Bu hapiste çağır beni yanına

(Hallac-ı Mansur ve Eseri, Yaşar Nuri Öztürk
Yeni Boyut, İstanbul 1997. 4 Baskı Sayfa :383-384)

Aklım sana hasret duymadan
Güneş ne doğar ne de batar
Her bir sözümün anlamı sen olmadan
İnsanlarla konuşmayı aklımdan geçiremem.
Suretini camın içinde bulmadan
Bir bardak su ile susuzluğumu dindiremem
Sana dair düşüncemle birleşmeden
Üzgün veya neşeli, soluk bile alamam
“Aşk için yanarken
Edindiğim kanatlarla
Uçup gideceğim ışığa doğru
Hiçbir gözün bakamadığı”
Gustav Mahler, II. Senfoni.

Sonunda Hallac Miladi takvime göre 922 yılının 26. Mart günü, Hicri Takvime göre Zilhicce Ayı’nın 24. günü Bağdat’ta uzun işkencelerle çarmıha gerilerek öldürüldü. Ölmeden son sözleri, kendi düşüncelerini toplanan halka aktarmak için sarf ettiği sözlerdi. Ağzından en son şu sözler döküldü;

“Sevgilim, yüce gerçeğe ulaşmaya gidiyorum.”

Cesedi tanınmayacak halde uzun süre idam sehpasının üzerinde kaldı. Söylentiye göre; kızının Hallac’ın küllerini Dicle Nehri’ne savurduğu söylenir. Ayrıca Ezidiler bunu bir kızın içtiğini ve kendi peygamberlerinin böyle doğduğunu iddia ederler.

Mehmet Özgür Ersan - http://blog.radikal.com.tr/felsefe/hallac-i-mansur-38907

Kaynaklar:

1) Bağdat’ta Ölüm Hallac-I Mansur, Wolfgang Günter Lerch, Yurt Yayınları, Çeviri: Atilla Dirim
2) Hallacı Mansur, Tavasin “Enel Hak” Çev. Yaşar Günenç, Yaba Yayınları, 2. Basım, Ocak 2001
3)Hallacı Mansur, Louis Massignon, Anadolu Aleviliğinin Felsefi Kökleri, Derleyen: Prof. Dr. Niyazi Öktem, Ant Yayınları
4)Türklerin Kültür Kökenleri, Ergun Candan, Sınır Ötesi Yayınları, 3. Baskı, Kasım 2002, İstanbul

5) Hallac-ı Mansur ve Eseri, Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut, İstanbul, 1997, 4 Baskı, Sayfa 383-384
Daha yeni Daha eski