Devletin bir görünür yüzü vardır, bir de görünmeyen (gizli)
yönü. Bu durum her devlet için geçerlidir. Devlet makinesi dışarından
bakıldığında yekpare görünse de, içinde çeşitli grupları ve fraksiyonları
barındırır. Yasalara uymak kaydıyla bürokraside siyasi oluşumlar genelde hoş
görülmüş, hatta ‘sistemin cilvesi’ olarak sayılmıştır. Örneğin Amerikan devlet
anlayışında Başkanın değişimiyle birlikte bürokrasisinin üst yönetiminde hatırı
sayılır bir yenilenme gözlenir.
Köklü devletlerde bürokrasi değişen krallara, değişen
başbakanlara rağmen, büyük oranda değişmeden kalmayı başarabilir. Süreklilik,
bürokrasinin en önemli silahıdır. Milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar, hatta
krallar değişir, ama bürokrasi adeta aynı kalır. Bürokratlar birbirlerini hem
siyasilerden hem de halktan korumasını öğrenmişlerdir (Bürokratik dayanışma).
Kendilerini ‘devletin sahibi’ görme eğilimi bürokratlarda
çok kuvvetlidir. Onlara göre başbakanlar, bakanlar ve diğer siyasiler hata
yapmaya daha yatkındırlar. Bürokratlara göre, devleti yeterince tanımayan,
hatta belki de yeterince sevmeyen siyasiler hata yapmaktan bürokrasi tarafından
korunmalıdırlar.
Bürokrasi bu endişelerini genelde yasaların ve kurumların
içine yerleştirdikleri detay bazı kurallar ve uygulamalarla, yani meşru
yollardan gidermeye çalışırlar. Siyasileri yanıltarak kendi bildikleri yönde
devleti yönlendirirler. Ancak devlet yapısının daha zayıf olduğu, sivil
toplumun güçlenemediği, henüz yapılanmasını tamamlayamamış Türkiye gibi
devletlerde bürokrasi veya ‘kendisini devletin gerçek sahibi sayanlar’ gizli
örgütlenmelere gidebilirler. Türkiye bu durumun canlı bir örneğidir.
DEVLET İÇİNDE DEVLET
Her ne kadar tam anlamıyla ortaya çıkarılamamışsa da, Türk
devletinin içinde mevcut devleti aşkın bir ‘derin devlet’in olduğu su götürmez
bir gerçektir.
Derin devlet, 1990’ların ikinci yarısına kadar daha çok
Gladio olarak tanımlandı ve NATO ülkelerinde ‘komünizmle savaş’ gerekçesiyle
oluşturulmuş yarı sivil-yarı askeri bir yapılanmaya işaret edildi. Bu anlayışa
göre Gladio, devleti halk arasında oluşabilecek aşırı-sol terör ve
ayaklanmalardan koruyacak, aşırı sol yapıların Sovyetler Birliği namına devlet
içinde yuvalanmasına karşı gelecekti.
Görünürde NATO üyesi devletleri Sovyet sızmasına karşı
korumak üzere tasarlanan bu yapıların ‘sorun çıkaran’ başbakanları, bakanları
vs. de hedef aldığı iddia edildi. Bu iddialara göre sivil yöneticiler bazen
tamamen ortadan kaldırıldı, bazense korkutmak ve ‘hizaya getirmek’ için bazı
suikast ve saldırılar düzenlendi. Nitekim Türkiye’de suikast girişimi ile
karşılaşmamış başbakan yok gibidir. Bülent Ecevit, Süleyman Demirel ve Turgut
Özal bu isimlerin başında gelir.
Derin Devlet’in hedef aldığı bir kesim siyasilerse, diğer
önemli kesim ‘yargı’dır. Normal bir devlette kabul edilemez faaliyetler sayılan
işlerini yargı denetiminden kaçırmak isteyen ve bir anlamda dokunulmazlık
kazanmayı hedefleyen Derin Devlet unsurları, yargıyı korkutarak veya kendi
bünyesine katarak amacına ulaşır. Yapının içerisinde yargıdan ve kolluktan
çeşitli üyeler bulunmaktadır. Ancak bağımsız kalmayı tercih eden ve ‘meselenin
önemini anlayamayan’ ve sadece işini yapmak isteyen yargı mensuplarına önce
küçük çaplı, ardından daha kapsamlı saldırılar yapılabilir.
İlginçtir, Türkiye’de pek çok savcı ve hâkim irili ufaklı
silahlı saldırıya uğramış olmasına, hatta bunlardan bir kısmı hayatını
kaybetmiş olmasına rağmen savcı ve hâkimler için koruma sistemi hep zayıf
kalmıştır ve bu tür haberler basında hiçbir zaman büyütülmemiştir. Bu durum da
yargıyı bazı konularda sessiz kalmaya, olayların üzerine gitmemeye
yöneltmiştir.
Devleti milletten ve hatta devletin kendisinden dahi
koruduğunu düşünen bu ağın doğal üyeleri yukarıda özetlediğimiz üzere sivil ve
askeri bürokrasiden (özellikle polis, asker ve istihbarattan), yargıdan ve
siyasetten gelmektedir. Bu ağa bir de devlet-dışı aktör olarak mafya oluşumları
eklenmektedir. Mafya oluşumlarının bir kısmı kendisini yarı-istihbarat oluşumu,
yani devletin doğal uzantısı gibi görürken, diğer kısmı devlet ile iş yapan
klasik mafya üyeleridir.
SUSURLUK’TA ORTAYA SAÇILANLAR
Türk Derin Devlet yapılanmasını anlamaya en çok Susurluk
skandalından sonra yaklaşıldığı söylenebilir. 3 Kasım 1996'da saat 19.25
sularında Balıkesir-Bursa karayolunda Susurluk ilçesi Çatalceviz mevkiinde
meydana gelen trafik kazası sonucunda, devlet-polis-mafya ilişkilerinin ortaya
çıkması ile patlak veren skandal, devletin ve toplumun içinde dolaşan ‘hayalet’
konusunda karanlığı bir nebze olsun aydınlatmış ve toplumu harekete
geçirmiştir.
Kazanın ardından kamuoyu, "devlet, siyaset, mafya"
üçgeninde yasadışı ilişkilerin ortaya çıkartılmasını talep etmiş ve “Aydınlık
İçin Bir Dakika Karanlık” ismi verilen sivil toplum eylemleriyle ve medyanın
desteği ile üstü örtülen ilişkilerin ve faaliyetlerin açıklanması güçlü bir
şekilde istenmiştir. Ancak siyasiler, özellikle de Necmettin Erbakan
önderliğindeki Refah Partisi, Susurluk sonrası gelişmeleri kendilerine karşı
bir tertip gibi görmüş ve olayın üzerine gitmemiştir. Aynı şekilde Doğru Yol
Partisi Genel Başkanı Tansu Çiller de bu tür yapılarla mücadele etmek yerine
onları görmezden gelmeyi, belki de onlarla uzlaşmayı yeğlemiştir. İşin aslı
Bülent Ecevit de dâhil olmak üzere hiçbir siyasi Susurluk’un üzerine yeterince
gitmemiş, belki de karşılaştıkları yapılardan çekinmiştir.
Benzeri bir durumu Turgut Özal’a düzenlenen suikast
girişiminde de görürüz. Olay 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi'nin (ANAP)
olağan genel kongresi yapıldığı sırada gerçekleşmiş, Özal konuşma yapmak için
kürsüye çıktıktan kısa bir süre sonra saat 12:18'de Kartal Demirağ adlı bir
saldırgan tarafından iki kez ateş edilmiş ve kurşun Özal'ın önünde bulunan
mikrofonun ayağında sekip sağ el başparmağını yaralamıştır.
Özal saldırının üzerinden birkaç dakika geçmeden yaralı
halde kürsüye yeniden çıkmış ve şunları söylemiştir:
“Bilhassa belirtmek istiyorum; Allah'ın verdiği ömrü, O'nun
isteğinden başka alacak yoktur, biz de O'na teslim olmuşuzdur.”
Özal, bunları söyledi ancak saldırının Özal’ın korkuttuğu
çok açıktı. Saldırganın askeri bir eğitim aldığı ve eylemin bireysel bir iş
olmadığı da belliydi. Özal, saldırganı azmettirenleri az-çok tahmin ediyordu,
ancak olayın üzerine gitmedi ve adeta saldırıyı azmettirenlere “mesajınızı
aldım, uyarınızı dikkate alacağım” demiş oldu.
Saldırgan Kartal Demirağ ise Özal'a ateş ettikten sonra
kaçmaya çalışmış ancak başbakanın korumalarından birinin açtığı ateşle
yaralanmış ve yakalanmıştır. Önce idama mahkûm edilen Demirağ'ın cezası 27 Ocak
1989'da 20 yıl hapis cezasına çevrildi, 4 yıl hapis yatan Demirağ bizzat
Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından 1992 yılında affedilmiştir. Özal, böyle
davranarak belli ki bir uzlaşmaya gitmiş, olayı kapatmaya çalışmıştır. Bu
durumu kardeşi Korkut Özal da bir konuşmasında teyid etmiştir. Korkut Özal’a
göre olayı inceleten Turgut Özal, olayın nereye vardığını görünce “madem
öyleyse, kalsın” demiştir.
ANAP milletvekillerinden emekli askeri savcı Faik
Tarımcıoğlu ise suikast sırasında salonda makineli tüfekli bir kişinin daha
olduğunu ve o esnada yaşanan kargaşadan yararlanıp kaçmayı başardığını iddia
etmiştir. İddialara göre Demirağ bu suikastı başarabilseydi infaz edilecekti,
bu düzenek ona göre hazırlanmıştı, ancak işler ters gitmişti.
NASIL ÇALIŞIYOR?
Derin Devlet, Gladio veya kontgerilla gibi isimler takılan
yapılanma, bu konuda yayımlanan çeşitli kitap ve yazılara göre, sivil-askeri
bürokrasi, eski asker ve polisler, yargı ve mafya benzeri yapılarla içli
dışlıdır. Yapının 1960 ve 1970’li yıllarda çok güçlü olduğu, o yıllarda genelde
silahlı sol örgütlere karşı belli bölgelerde direniş yapılanması adı altında
kontrgerilla örgütlenmesine gidildiği, sivil veya asker-polis bazı seçilmiş
kişilere özel eğitim verildiği, bu kişilerin başına ise resmi olarak hiçbir
yetkisi olmayan, kısmen mafya, kısmen istihbarat-vari kişilerin atandığı iddia
edilmektedir.
Uzun yıllar boyunca televizyon ekranlarında en çok izlenen
dizilerden biri olan Kurtlar Vadisi dizisindeki Polat Alemdar karakteri bu tür
kontrgerilla-mafya yapılarının lider tanımlarına çok uymaktadır. Dizide Polat
Alemdar kirli işlere mümkün mertebe karışmayan, temiz bir tip olarak
canlandırılsa da gerçek hayatta durum tam olarak böyle değildir. Kaldı ki Polat
Alemdar denen kişi de dizide gücünü kanunlardan almamakta, kendine göre
oluşturduğu kutsallar adına yargıyı ve devletin diğer erklerini dahi yok
sayabilmektedir.
SOL VE SAĞ KANAT
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Derin Devlet’in
ideolojisi kendilerine göre tanımladıkları devleti korumaktır. Bunun dışında
bir ideolojisi yoktur. Tüm ideolojiler aynı noktaya hizmet edecektir.
Konuyu inceleyen bazı yazarlar örgütün iki temel kanadı
olduğunu bunlardan birinin SOL, diğerinin ise SAĞ kanat olduğunu söylerler.
Buna göre SAĞ kanadın ağırlıklı olarak ‘ülkücü’ veya ‘sağ milliyetçi’ bir
görüntü çizdiği, SOL kanadın ise ‘ulusalcı’ veya ‘sol milliyetçi’ bir çizgide
ilerlediği görülür. Dikkat edilirse biri sol, diğeri sağ görünse de ikisi de
güya milliyetçi/ulusçu bir ideolojiyi savunmaktadır.
Bu arada şunu belirtmemiz gerekir ki burada bahsettiğimiz
sol ve sağ milliyetçilik sokakta karşılığını bulduğumuz kitlesel ideolojilerden
daha farklıdır. İşin aslı ikisi de milliyetçi veya ulusçu olmaktan ziyade
devletçidir. Ülkücü ve Ulusalcı görünümlü sol ve sağ kanatlar temelde devleti
en kutsal varlık saymakta, kendilerini de o kutsal varlığın koruyucusu, günün
sonunda ise sahibi saymaktadırlar. Dolayısıyla ister ülkücü görünsün, isterse
ulusalcı Derin Devlet veya Ergenekon yapılanmasının ideolojisi devletçiliktir.
İşin sakat tarafı ise katı bir milliyetçilik görünümü
altında koyu bir devletçilik ideolojisi izlemesine rağmen Ergenekon, devleti
koruması gereken düşmanların başına diğer devletleri veya dış güçleri değil,
sözde iç düşmanı, yani yine kendi insanlarını yerleştirmektedir.
Soğuk Savaş’tan, belki de Osmanlı’dan kalan bu reflekse göre
devletin karşılaştığı yakın tehlike bizzat milletin kendisinden ve yine
devletin içinden gelmektedir. Bu yaklaşıma göre, halkın içinde sayıları
milyonlarla ölçülen hainler ve iç düşmanlar vardır. Bunlara göre, Osmanlı bu
şekilde yıkılmıştır. Bu nedenle Ergenekon yapılanması devlete içeriden
sızmaları engellemeyi kendisine bir numaralı hedef olarak belirlemiştir. Burada
en büyük tehlike ise demokrasi olarak görülmektedir. Çünkü demokrasi
vasıtasıyla seçilmiş siyasilerin içinde çok sayıda sözde hain ve düşman
olabilir. Kendisini devletin gerçek sahibi sayan bu oluşum, bu anlamda ‘gerçek
erk’i siyasilere terk etmemek için özel bir gayret sarf etmiştir.
Kimilerine göre 1970’li yıllarda zirve yapan sağ-sol
çatışması seçilmiş hükümetlerin stratejik alanlara girmesini engellemek için
bizzat bu yapı tarafından hazırlanmıştır. Nitekim o günlerde aynı silah ile
sabah sağcı, akşam ise solcu bir kişinin suikasta kurban gittiği birçok örnek
yaşanmıştır. Kimi yorumculara göre, derin mahfiller ülke içinde çeşitli
çatışmalar çıkartarak hem sivil otoriteyi meşgul etmişlerdir hem de hükümetleri
kendilerine daha çok mahkûm etmişlerdir. Bu bağlamda PKK terörünün bile yapay
yollarla başlatıldığı, ancak bir süre sonra kontrolden çıktığı iddia
edilmiştir.
Kimilerinin Ergenekon dediği, bazılarının ise Derin Devlet
demeyi tercih ettiği bu oluşumun iki kanadı iddialara göre ayrı ayrı
yapılanmıştır ve sadece tepe noktasında bu iki kanat temas halindedir. Daha
aşağıda ise sağ ve sol kanadın temas halinde olmadığı, hatta birbirlerine
yakınlık dahi duymayan çok sayıda kişiden oluştuğu görülmektedir.
Kimi yazarlara göre Susurluk Skandalı bu yapının daha ziyade
sağ kanadını ortaya çıkarmıştır.
Ergenekon ve benzeri davalara bakıldığında ise bu yapının
daha ziyade ‘sol milliyetçi’ (ulusalcı) ayağının ortaya çıktığı iddia
edilmektedir.
AK PARTİ UZLAŞTI MI?
AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiğinde bu tür yasadışı
yapılar ile mücadele edeceği izlenimini verdi. Sağ muhalif ve kısmen İslamcı
muhalif bir hareket olarak AK Parti, devlette sivilleşme ve şeffaflaşma
vaadinde bulundu. AK Parti’nin bu vaatlerini ilk dönemde tutmaya çalıştığını
görüyoruz. Ergenekon ve Balyoz davaları ise Erdoğan Hükümeti’nin derin yapılar
ile mücadele edeceği ümidini doğurdu.
Ergenekon ve Balyoz davaları başladıktan sonra Türkiye’de
faili/azmettiricisi meçhul suikast ve saldırıların birdenbire kesilmesi
manidardır. Ancak davalar, anladığım kadarıyla bilinçli olarak, yavaşlatıldı ve
kısmen de mecrasından saptırıldı. Davaları yavaşlatmadaki en önemli neden
davalar sayesinde hükümetin askeri ve diğer kurumları kendi kontrolü altına
almayı başarmasıdır.
Genelkurmay Başkanı’nın dahi hapsedilebildiği bir davanın
Erdoğan için ne kadar kullanışlı olduğu açıktır. Başka bir deyişle, Erdoğan,
Ergenekon davalarını bir süre sonra gerçek iktidarı ele geçirmek ve o iktidarın
ortaklarını sindirmeye çalışmak için kullanmış görünmektedir.
Ne var ki yukarıda bahsettiğimiz anlayış ve oluşum Ergenekon
ve benzeri davalarla sınırlı değildir. Bundan 6-7 yıl önce yazdığım birçok
yazıda da belirttiğim üzere davalar görülürken Ergenekon yapılanması da yeni
şartlara kendisini uydurmuş ve adeta Ergenekon 2.0 versiyonu devreye girmiştir.
Yeni versiyon hükümetle çatışma değil, uzlaşma üzerine
kuruludur. Erdoğan da devlet içinde önce kendi dar dairesini, ardından ise tek
adam olarak kendisini hâkim kılmayı başarınca yeni düşmanlarına karşı
(liberaller, Kürtçü akımlar, cemaatler ve diğerleri), yeni ittifaklar arama
yoluna gitmiştir. İşte ulusalcı sol ile kurulan ittifak burada ortaya
çıkmıştır. Erdoğan ve Perinçek gibi siyasi yelpazenin iki ucunda yer aldığını
iddia eden iki kişiyi yakınlaştıran bu anlayıştır. Kanaatimce devleti ele
geçirdiğini düşünen Erdoğan ile devletin kendisi olduğunu düşünen Perinçek
ortak değerlerini (yani kutsal devleti) savunmak için eylem birliğine
girmişlerdir.
Devlet Bahçeli’nin Haziran 2015’ten bu yana gizlenemez bir
hal almış olan ‘tuhaf ötesi davranışları’na baktığımızda yeni ittifakın ‘sağ
milliyetçi’, daha doğrusu ‘sağ devletçi’ kanadının da devreye sokulduğu
anlaşılmaktadır.
Gelinen noktada kendisini devleti ele geçirmiş, dolayısıyla
devlet olmuş lider olarak gören Erdoğan anlayışı ile kendilerini devletin tabii
sahibi sayan Perinçek ve Bahçeli anlayışı yeni koalisyonu oluşturmuştur. Burada
ilginç olan sol ve sağ devletçi anlayışın belki de ilk defa bu kadar belirgin
olarak aynı safta yer almasıdır. Bir diğer çarpıcı gelişme ise AK Parti gibi
merkez sağ kitleyi peşinden sürükleyen bir partinin belki de ilk defa olarak
lideri yoluyla bahsettiğimiz devletçilik ile ittifak kurmasıdır. AK Parti’nin
katılımı bahsettiğimiz devletçiliğe sandık desteğini de getirmiştir. Bu
bağlamda Erdoğan’ın tek başına ülkeyi idare etme hevesi gerek ulusalcı cenahta,
gerekse sağ devletçi cenahta en azından şimdilik ‘kullanışlı’ bulunmuştur.
NE OLMALI?
Kanaatime göre yukarıda bahsettiğimiz tablo Türkiye’nin
devleti ve milleti ile geri kalmışlığının temel sebebidir. Milleti potansiyel
düşman gören her anlayış bu ülke için zararlıdır.
Türkiye’nin yeniden yükselişi devleti değil, milleti esas
alan ve bu esas üzerine devletini inşa eden bir anlayışa bağlıdır. Osmanlı’dan,
tek parti döneminden ve Soğuk Savaş yıllarından kalmış, devletin içinde bir tür
kalıntı gibi duran ve kendisini devlet sanan sayıca az, ancak etki olarak çok
kuvvetli bu örgütlenmiş yapıların ve onlara bel bağlayan siyasi uzantıların
artık geride kalması gerekir.
Elbette her devlet kendisini korumak için bazı kısmi-gizli
yapılanmalara gider. ABD’de CIA, İngiltere’de MI-5 ve benzeri yapılanmalar
gibi. Ancak bunların tamamı yasal kurumlardır ve faaliyetleri yargının ve
yasamanın etkin denetimi altındadır. Türkiye’de de devleti ve demokrasiyi
koruyacak ister gizli, isterse açık yapıların yargı ve yasama denetimine
girmesi ve artık kendi insanlarını hain-düşman vs. olarak görmekten vazgeçmesi
gerekir.
KAYNAK: HABERDAR / SEDAT LAÇİNER