Gün Zileli, yeni romanı “Çanlar”da okuru dünya tarihinin önemli bir dönemeci olan 1917 Şubat devrimi ve sonrasına götürüyor. Rusya’dan göç etmek zorunda kalan Stara isimli küçük kızın zorluklarla dolu büyüme hikâyesini anlatırken, bir yandan da 2017’nin Türkiye’sine geçişler yapıyor. Okur, Stara ile günümüzün kahramanlarının yolu nasıl kesişecek diye merak ederken, bir yandan da bu kesişmenin iki farklı çağın kesişmesi gibi de okunabileceğini düşünüyor ister istemez. Gün Zileli, büyük tarihsel dönemeçlerde değişen, dönüşen, altüst olan insanın dünyasını anlatıyor. Fakat bunu yaparken politik bir bakış da getiriyor. Siyaset ile birey arasındaki ilişkide heba olan hayatların bir yazgı mı olduğu sorusu kalıyor okuyanın zihninde. Zileli buna yanıt veren bir yazar değil. O daha çok kahramanlarının peşine takılan ve onların hikâyesi arasında kendi yanıtlarını arayan bir yazar. Stara’nın yaşamı heba olmuş bir hayat mıdır, tartışılır. 2017’de metruk bir binanın içine hapsolan gençler için tarih (ya da Zileli’nin deyimiyle hatalar) tekerrür edecek mi bilinmez. Yine de romanın bir umutla bittiğini de söyleyelim.

Gün Zileli’nin romanda en başarılı bölümlerin Stara’nın hikâyesinin aktığı yerler olduğunu düşünüyorum. Küçük bir kızdan, sevdalı bir kadına dönüşen Stara’nın içsesi okurun da içinde yankılanıyor. Bu yönüyle erkek yazar kadın kahramanları ne ölçüde anlatabilir gibi tartışmalar için iyi bir örnek sayılmalı. Yanı sıra 2017’de polis saldırısından kaçarken sığındıkları bir evde genç devrimcilerin karşılaştığı dünya da Zileli’nin gerçekçi anlatımını gerçeküstü öğelerle kuvvetlendirdiği bölümler olarak dikkat çekici. Bu bölümler gerçek ve gerçekdışı üzerine düşünmek için olanaklar sunuyor.

“1917 ile 2017 arasında geçen olayları paralel kurguyla veren bir roman ‘Çanlar’. 1917’de dünyada yaşananlar ile 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de yaşananlar arasında nasıl bir paralellik kuruyorsunuz? Tarih tekerrür mü ediyor?”

“Hayır. Tarih asla tekerrür etmez. Tarih, daha doğrusu tarihi gören, anlayan insanlık ondan dersler çıkararak ilerler. Elbette bu kısmen böyledir. Geçmişte yapılanların bir kısmı ders çıkarılıp tekrar edilmezken bir kısmı da yeterince değerlendirilmediğinden bambaşka koşullarda tekrar da edilebilir ama bu bile tam anlamıyla tekerrür olarak görülemez. Tarih tekerrür etmez ama hatalar tekerrür eder.

“Roman, dediğiniz gibi, paralel bir anlatıma dayanıyor ama olaylar paralel değil. 2017’de, devrilen iktidarın yerine, 1917 Şubat devriminden sonra kurulan Geçici Devrimci Hükümet’e benzer bir hükümet kurulduğu anlaşılıyor, fakat bunların arasında, isimleri dışında pek bir benzerlik yok. 1917 Ekim’indeki gibi iktidarı almaya hazırlanan bir Bolşevik Partisi de yok. Zaten olamaz da. Heraklit’in sözünü buraya uygulayarak söyleyecek olursak, ‘insanlık aynı kan banyosunda iki kere yıkanamaz.’”

“Roman karakterlerinizin yaşadıklarına baktığımızda, orada devrimler, iktidarlar ve insana dair neler görüyoruz?”

“Stara’nın ve Boris’in hayatını izlediğimizde, insanın devrimler ve ne yazık ki, devrimin vaatlerinin tam tersine, ardından gelen diktatörlükler çağında hazan yaprakları gibi savrulduğunu, kovalandığını, kaçtığını, gizlenmek zorunda kaldığını, göç yollarında perişan olduğunu, örselendiğini, öldürüldüğünü görüyoruz. 2017 anlatımında da bunların çoğunu metruk bir apartman katındaki insanların ya da gölgelerin geçmişlerini, konuşmalarını, davranışlarını, korkularını izleyerek görmek mümkün. Yine de romanın, acıların geçici de olsa son bulduğu iyimser bir finale açıldığını düşünüyorum. İnsan o kadar çok eziliyor ve kovalanıyor ki iktidarlarca, onun da biraz olsun nefes almaya ihtiyacı var.”

“Romanın sonunu açık etmek istemiyorum ama bir döngü hissi uyandırdığını da söylemeliyim. Bir yanıyla umutla biten ama bir yanıyla da insana ‘dur bakalım’ dedirten bir tarafı var. Bize bunu söyleten nedir?”

“Çünkü görüldüğü gibi, isyan edenler belli ki yeni bir iktidar kuracaklar. Dolayısıyla bu sefer, geçmişteki kovalananlar kovalayan olacak. İşte döngü bu. Bourgas Baba bu döngüye meydan okuyor romanın sonundaki davranışıyla.”

“1917’ye ait bölümlerde bir kadın karakterin yaşadıklarını sekiz yaşından başlayarak, onun dilinden, onun zihninden aktarıyorsunuz. Burada dokunaklı da bir aşk hikâyesine tanık oluyoruz. Genellikle pek kullanılmayan bir tabirdir ama ‘erkek yazar’ olarak aşka ve siyasete kadının cephesinden bakmak özeleştirel bir açı kazandırdı mı size? Neler gördünüz?”

“Benim kendiliğindenci bir yazım tarzım vardır. Hiçbir şeyi önceden planlayarak yazmam. Örneğin, Pilgrim apartmanının dördüncü katından o yaşlı kadın, apartmana sığınan göstericilere ‘buraya gelin’ diye seslendiğinde, ‘bu da kim?’ diye soran Kuzey’le birlikte aynı soruyu ben de sordum. O kadını ben de tanımıyordum. Romanın diğer kahramanları gibi ben de sonradan öğrendim ismini ve onu süreç içinde tanımaya çalıştım. Dolayısıyla, eğer bütün bu yaşananlar ve yazılanlar bana özeleştirel bir açı kazandıracaksa ben de okuyucuyla birlikte romanı kavradıkça olacak bu. Yazarken hiçbir şeyi düşünmem ve değerlendirmem. Sadece romanın kendi mantığının, kendi kurgusunun ve roman kahramanlarının bana dikte ettiklerini yazarım.”

“İktidar cephesinde olsun, devrimci muhalif hareketlerde olsun kadınlar erkeklerin kurduğu bir dünyaya dahil olmaya çalışıyorlar. Ama Stara hep biraz dışarıda kalıyor. Sevgilisi devrimci bile olsa politikanın kıyısında durmayı tercih ediyor. Neden sizce?”

“Bana kalırsa bunda Stara’nın aristokrat bir ailenin kızı olmasının ve devrimin hayatını altüst etmesinin önemli bir rolü var. Fakat şu işe bakın ki, ne kadar kıyıda kalmaya, sıradan bir hayat yaşamaya gayret ederse etsin, dönemin dalgası onu her seferinde içine alıyor ve önüne katıp sürüklüyor. Diğer yandan, vicdanlı ve ilkeli bir insan olduğunu görüyoruz, nitekim Stara devrime karşı olsa da, yaşadıklarının sebebi olarak devrimi görse de, Boris’in Batılı kapitalistlerle işbirliği yapmış olabileceği ihtimali aklını başından alıyor. Öyle ki gerçek açıklığa kavuşana kadar Boris’e dokunamıyor bile. Pilgrim apartmanında ise önceki, genç Stara’dan tamamen farklı bir Stara ile karşılaşıyoruz. Yaşlı Stara hiç de ‘politikanın kıyısında’ymış gibi görünmüyor. Dev-Yol mahalle sorumlusuyla bile samimi ilişkileri var. Elbette oldukça anakronik sahnelerle karşılaşıyoruz burada, o başka. Aslında Stara hiçbir şeyi tercih etmiyor. Zorluklar içindeki, üstelik yabancı bir ülkeye sığınan her insan gibi yaşamaya ve en önemlisi de aşkını yaşamaya çabalıyor. Onun yüreğini harekete geçiren tek şey aşkı, onun peşinden her yere, her yere gidebiliyor. Çok insani, son derece insani.”

“Siz anakronik dediniz, ben de bir parça gerçekdışı diye düşünmüştüm. Gerçekdışılık ya da gerçek­üstü anlatım, gerçeği anlama, keşfetme konusunda gerçekçi anlatımlara kıyasla daha büyük olanaklar sunar mı sizce?”

“Tabii ki sunar. Fakat ben o apartmandaki insanların, birer ruh olarak gerçeküstü veya gerçekdışı olduğunu düşünmüyorum. Öylesine gerçektirler ki, bu hayatı çoktan terk etmiş olması gereken Meziyet Teyze’nin hipertansiyonu bile vardır. Keza Stara, ‘hiç mermi yarası gördünüz mü?’ dedikten sonra, açıp, ensesindeki, ölümüne yol açan merminin izini göstermektedir. Bu ruhlar, o anki hayatın gerçeklerine göre hareket etmektedirler. Bu da ‘ruh’ ya da ‘hayalet’in hiç de havalarda uçan, duvarları aşıp geçen bir şey olmadığını, onların da katı gerçeğe ayak uydurmak zorunda olduğunu ileri süren fazlasıyla gerçekçi bir bakış açısı olarak görülmelidir bence.”

“2017 bölümlerinde ise günümüz Türkiye’sine hatta Gezi direnişini andıran sahnelere tanık oluyoruz. Güncel olanın romana bu denli dahil olması sizce edebiyatın kalıcılığı açısından bir handikap yaratır mı?”

“Tersine, bence bir yönüyle günceli de içine almayan veya onunla bağlantı kurmayan bir roman edebiyatın kalıcılığı açısından daha handikaplıdır. Bununla, elbette romanın güncele gömülmesi gerektiğini söylemiyorum. Zaten ‘Çanlar’da doğrudan doğruya güncel olan sadece ‘Toplantı’ bölümüdür. Güncel olarak görülebilecek diğer olaylar sadece uzak sesler olarak yansımaktadır romana. Tabii bir de Taksim’deki son sahne var. Ama o sahne de güncele değil, geleceğe ilişkindir.”

“1917’de tek bir karakterin bakışı var. 2017 ise dışarıdan bir anlatıcı tarafından aktarılıyor okura. Bugünün anlatıcısı neden yine tek bir karakter değil? 1917 daha çok bireyin ruhuna odaklanmışken 2017’de daha çok olayları izliyoruz. Bu iki anlatım biçimi arasındaki farkların nedeni nedir sizin için?”

“Geçmiş, bir değerlendirmedir aynı zamanda, bu da ister istemez bireyin bakış açısından verilebilir. 2017’deki olayların ise çok azı gerçekten 2017’ye aittir. Orada bulunanlar geçmişlerini de taşımışlardır yanlarında. O karanlık, metruk evde bir araya gelen bu ruhların bugünü ya da 2017’yi temsil ettiklerini söylemek zordur. Her biri yakın geçmişin bir parçasını getirmiştir yanında. Bu çok parçalılık çoklu bir anlatımı zorunlu kıldı. Yaşanan an, kaotiktir. Geçmişe gidildikçe yaşanan andaki kaotiklik yerini uyuma bırakır. Belki de geçmişi anlatan Yelena (Stara)’nın o korkunç olayları anlatışındaki olgunluk ve soğukkanlılık ile, ‘bugünü yaşayan’ yaşlı Stara’nın bir yönüyle ele avuca gelmez hayat doluluğu ve ‘hafifliği’ arasındaki tuhaf uyumsuzluk da buradan kaynaklanmaktadır.”

 “1917 bölümlerinin başında Rus şair Anna Ahmatova’dan alıntılarla karşılaşıyoruz. Ahmatova’nın, Stara karakterine ilham verdiğini söyleyebilir miyiz?”

“Anna Ahmatova da Stara gibi, devrim sonrası iktidarlardan acı çekmiş, kocasını ve oğlunu rejime kurban vermiş bir kadındır. Aynı zamanda, o da Stara gibi aşkının peşinden sürüklenen, bu uğurda tereddütsüz ölüme gidebilecek bir insan. Ne var ki, ben yıllar önce okuduğum onun şiir kitabını, Stara karakteri ete kemiğe büründükten sonra yeniden açıp okudum ve o epigrafları aldım. Demek ki, Anna Ahmatova’nın Stara karakterine ilham vermesinden çok, Stara karakteri’nin bana, ‘Git, Anna Ahmatova’yı bir kere daha oku’ demesi söz konusu.”

“Aynı zamanda Sartre’dan epigraflarla açılan pek çok bölüm var. Bunlar da hep 2017’ye ait bölümlerde yer alıyor. Çağın devrimcilerinden söz ettiğiniz bu bölümlerde alıntı yaptığınız Sartre ve hemen her alıntının varlık, hiçlik ve özgürlük meseleleriyle ilişkili olduğunu görüyoruz. Öte yandan sizin de dahil olduğunuz 68 kuşağının Sartre’a ve varoluşçuluğa esasen mesafeli, dahası ikircikli bir yaklaşımı olmuştur. Sizin bu konudaki fikriniz ne ve Sartre epigrafları bu bağlamda bir yere oturuyor mu?”

“Bir kere daha belirteyim ki, Pilgrim apartmanında, oraya sığınan insanlar arasında yaklaşık bir gün içinde geçen olaylar, konuşmalar, 2017 yılında olmuş gibi görünmesine rağmen bu kısmen böyledir. Demin de belirttiğim gibi, orada bulunanlar aslında geçmişin çeşitli parçalarıdır ve ruhları oradaysa da bedenlerinin orada olduğu bir hayli kuşkuludur. Dolayısıyla Pilgrim aparmanındaki olaylar 2017’yi kısmen temsil eder. Sartre’dan yapılan alıntıların varlık ve hiçlikle ilgili olması da bununla ilgilidir. Çünkü Pilgrim apartmanı da, onun içindekiler de varlık ile hiçlik arasında gidip gelmektedir.

“Öte yandan, 68 kuşağını tek bir bütün olarak almamak gerekir. Bir erken 68’liler vardır, bir de geç 68’liler. Erken 68’liler (ki ben de onlardanım) sanıldığının tersine, hem Marksist hem de egsistansiyalisttiler. Dolayısıyla Sartre ve Camus (tabii Kafka da) bizim esas okuduğumuz ve hayran olduğumuz yazarlardı. 1968’le birlikte bu durum tersine döndü ve 68 rüzgârı, solun bu entelektüel damarını kesip Stalinizmi başımıza geçirdi, ne yazık ki.”

“68 demişken, buradaki hikâye içinde doğrudan 68 kuşağıyla ilgili bir şey yok. Öte yandan eski 68’li olup, bugün sistemin belli köşe başlarını tutmuş kişiler var. Ya da o kuşaktan olup hâlâ devrimci kalan, ama toplumca ‘meczup’ gibi görünen karakterler… Yazdığınız hemen her metne bir şekilde sızan bir öğe 68 devrimciliği. Bunun nedeni kendi yaşamınızda kendi kuşağınızla hesabınızı kapatamamış olmanız mıdır, yoksa kapatabilmiş olmanız mı?”

“Hiçbir hesap kapanmaz, bunu illâ ‘hesap’ olarak göreceksek. Kapanmaz, çünkü bir kere romanda geçen, 68’li olup bugün iktidara yamanmış insanlar son derece aktif bir sosyal ve siyasi hayat içindedirler. İktidar odaklarıyla yakın temas halindedirler. ‘Devletin zirvesinde’ verilen ziyafetlerin en baş köşesinde yer almakta, iktidar sahiplerine akıl vermektedirler. Dolayısıyla, ‘zirve’lere çıkan Halis Serol’lar var ise, onların karşısında, ‘meczup’ olarak görülen ama aslında hem 68’in hem de gerçek toplumsal devrimin aklını ve vicdanını temsil eden Salahattin’ler, Bourgas Baba’lar da var olacaktır.

“Kaldı ki, zaman geçse, bu insanlar ölüp gitse ve her şey tarihe gömülse de hesap kapanmaz. Çünkü yaşayan insanlık bütün bu olup bitenleri değerlendirerek ilerlemek zorundadır. ‘Yahu, Stalin vb. öleli ne kadar zaman oldu, bu insanların kemikleri bile kalmadı, zaten o dönem yaşananlar o döneme aitti’ diyenlere de aynı cevabı veririm her zaman.”

“Anı kitaplarınızın ardından doğrudan politik konularda makale ve kitaplar yayınladınız. Ama yakın zamanda ‘Mevsimler’ ve şimdi ‘Çanlar’ çıktı. Tabii daha öncesinde yayınlanmış başka romanlarınız ve öyküleriniz de var. Ama son yıllarda edebiyatın çağrısına daha çok kulak veriyor gibisiniz. Günlük siyasetten umudu kestiğiniz için mi, böyle bu? Edebiyatın size nasıl bir olanak sunduğunu düşünüyorsunuz?”

“‘Mevsimler’le ilgili yapılan söyleşilerde de aynı şeyi söylemiştim. Ben esasen edebiyatçıyım. İlk kez 1966 yılında Hüseyin Cöntürk’ün çıkardığı ‘Yordam’ dergisinde yayınlanmıştır öykülerim. 1968’den sonra arada uzun bir siyasi mücadele dönemi var. 1990’a kadar. Fakat bu 20 yıllık dönemde de edebiyatla bağımı hiç koparmadım. William Faulkner’dan, Franz Kafka’dan, Tolstoy’dan, John Steinbeck’ten, Attilâ İlhan’ın ilk dönem romanlarından, Ferit Edgü’den, Demir Özlü’den, Bilge Karasu’dan hiç kopmadım.

“Son dönemde iki romanımın, ‘Mevsimler’ ve ‘Çanlar’ın (1990’larda yayınlanan ‘Deniz Orada’ ile ‘Bahar ve Tipi’ ve 2000’lerde yayınlanan ‘Komün’ün yapılarından nispeten farklı bir yapıyla) çıkması, benim edebiyata daha fazla ağırlık vermemle değil, hem siyasi, hem de sanatsal birikimimin birleşerek bu ürünleri ortaya koyacak bir noktaya gelmesiyle ilgilidir. Haklı olarak, ‘biraz geç olmadı mı?’ diyeceksiniz ama hiçbir şey ne erkendir ne de geç. Bir meyve ancak olgunlaştığında yenebilir. Unutmayalım ki, Jean Rhys, en güzel romanlarını 70 yaşından sonra yazmıştır ve o yaşta kendisine ödül verenlere, ‘kusura bakmayın ben de çok geciktim’ demek yerine, ‘çok gecikmediniz mi?’ demiştir.”

“Öykü yazmaya başladığınız gençlik yıllarınıza dönüp baktığınızda o yolda devam etmediğiniz için pişmanlık duyuyor musunuz? Bu anlamda yaşadığınız hayat deneyiminin bugün yazdığınız romanlara katkısı ne oldu?”


“Tam zamanında sordunuz. Ben de tam bunu diyecektim. Pişmanlık duymak saçmadır. Bir şey yaşanmışsa yaşanması gerekiyordur. Kaldı ki, o yirmi yıllık yoğun siyasi mücadele dönemini yaşamasaydım, ne otobiyografilerimi yazabilirdim ne diğer üç romanımı, ne de ‘Mevsimler’i ve ‘Çanlar’ı. ‘Çanlar’ı okuyanlar, orada, yalnız yaşadığım toplumsal mücadelenin birikimini değil, 1980’lerden sonra Stalinist bir partide verdiğim ideolojik mücadelenin beni sevk ettiği otuz yılı aşan, geçmişteki sosyalizm deneylerinin araştırılmasından ve o dönemlere ilişkin otobiyografi ya da biyografi çevirilerinden, anarşizm tarihinden, İspanya İç Savaşı okumalarından ve çevirilerinden süzülmüş bilgilerin edebi anlatımını bulacaklardır.” 

 Söyleşi: Didem Çağlayan, Fotoğraf: Reyyan Kızılkaya - REMZİ KİTABEVİ, KİTAP GAZETESİ.COM
Daha yeni Daha eski