“Bir yere mi gidecektin”… “Evet”… "Ben de seninle geleceğim”… “Peki olur, gel”… “Her şey ne kadar değişmiş değil mi”… “Hem de nasıl Eda, hem de nasıl”… Arkamızda bir şarkı bıraktığımızı fark etmeden, mahalleyi üst caddeyle buluşturan taş merdivene doğru yürümeye başlıyoruz. Gökyüzü hala ve sadece bu şehrin mavisinden. Peki ya hayat ve ben? Hatta Eda… Bu şehir bir gün kafama sıkacak, bundan eminim.
Kaç Kişi Kaldı ki Şunun Şurasında, Bu "Sevda" Bitmez Diyen...
(AHMED ARİF VE FİKRET KIZILOK'A SAYGIYLA)
“Bu yokuş beni mahalleye kadar götürür” diye geçiriyorum içimden. Çok meşhur bir yokuştur, bütün bir semti şehrin merkezine taşır. Saatli kulenin oraya, denizin hemen kıyısına. İnişi iyidir de, çıkışı zordur. Belki de bu yüzden, Deve Çıkmaz koymuşlar adını. Hızlı çıkmamak gerekir, yoksa hemen tıkanır insan. Ben de öyle yapıyorum, nasıl olsa bir yere yetişmeyeceğim, ağırdan alıyorum. Sıcak yine bütün vahşiliğiyle çökmüş her yana. Mezun olduğum ortaokulun önünden geçerken, “kaç yıl oldu acaba buralardan geçmeyeli” sorusu geliyor aklıma. Kısa bir hesap yapıyorum hemen. Neredeyse otuzbeş yıl olmuş. Koskoca bir otuzbeş yıl. “Vay canına” diyorum kendi kendime, gayri ihtiyari. Bir süre sonra, parkın yanından geçen, beni mahalleye kadar götürecek yolun başına geliyorum. Hemen oracıkta, sol tarafımda olması gereken Cemal’in meyhanesinin yerinde sadece bir yıkıntı var. Hüzünleniyorum. Belediyede tahsildarlık yapan Yaşar abiyi az mı toplamıştık buralardan o inanılmaz renkli sarhoş halleriyle. Yokuş yola vuruyorum kendimi. İşte “Dede Bakkal”ın önündeyim. Hüseyin’le, küçük baklava dilimlerine benzeyen un kurabiyelerinden çalıp dururduk bu bakkaldan. Niye bilmiyorum ama, hep beşer tane çalardık. Ne dört, ne de altı. Sadece beşer tane.
Tanesi 5 kuruştan 25’er kuruşları kurtardığımızı düşünürdük her çaldığımızda. Sonradan öğrendiğimize göre, yaşlı adam üstelik de her defasında ne yaptığımızı
görür ama ses çıkarmaz, ailelerimize de söylemezmiş. Bir gün, Hüseyin’le bana; “paranız
yoksa, gelin isteyin, ben veririm” dediğinde, dehşetli utanarak vazgeçmiştik
kurabiye çalma işinden. Kadriye ablayı görüyorum kapısının önünde. Burnunun
dibine gelene kadar tanıyamıyor beni. Sesimden çıkarıyor kim olduğumu. Ağlamaya
başlıyor. Elini öpüyorum. Sarılıyoruz. Çok yaşlanmış. Yaşlanmış ne demek,
kocamış resmen. Mahalleye giriyorum. Doğup büyüdüğüm eve bakmak gelmiyor
içimden. Çöktü çökecek gibi duruyor. Ağlamak üzere miyim yoksa. Kapısından,
camından, taraçasından beni gören yanıma geliyor birer ikişer. Hüseyinlerin
evinin önündeki taşlığa oturuyoruz. İnsan doluyor ortalık. Sarılmalar yine ve
ağlaşmalar. Hüzün, şaşkınlık, hasret, sitem, hepsi her birimizde bir arada. Gökyüzü,
sadece bu şehrin mavisinden. Zaman nasıl geçiyor anlayamıyorum. Oysa daha
gideceğim yerler var. Kalkıyorum, “tekrar geleceğim” deyip. Onca insan, hepsi
birden kalkıyor. Sırtım bizim eski evin köşesine dönük. Son cümlelerimiz
savruluyor havaya. İşte tam o sırada, arkamdan gelen bir ses. Tam arkamdan. Peki
gelmese miydi. Hem her şey, hem de hiçbir şey. “Hala çok kabasın, biliyor musun”
diyen bir ses. Bana bu dünyada sadece kim “kabasın” diyebilir. Kalbim benim
olmaktan çıkmak üzere. Parça tesirli bomba. Sese dönmeye korkuyorum. Ama sesin
duracağı yok. “Deminden beri bağırıyorum, duymuyorsun” diye devam ediyor.
Dönüyorum. Ve Eda! Bana sarılırken ağlamaya başlıyor. Ben de. Otuzbeş yıl bu
dile kolay. Kopamıyoruz. Kulaklarım uğulduyor. Uğultular arasında bir cümle. “Çok
özlemişim” diyor yaprak gibi titreyen vücuduma sarılan kadın. “Ya ben Eda, ya
ben” Bizim dışımızdaki sesler giderek çoğalıyor. Kulaklarımdaki uğultu da. “Bir
yere mi gidecektin”… “Evet”… "Ben de seninle geleceğim”… “Peki olur, gel”… “Her
şey ne kadar değişmiş değil mi”… “Hem de nasıl Eda, hem de nasıl”… Arkamızda
bir şarkı bıraktığımızı fark etmeden, mahalleyi üst caddeyle buluşturan taş
merdivene doğru yürümeye başlıyoruz. Gökyüzü hala ve sadece bu şehrin
mavisinden. Peki ya hayat ve ben? Hatta Eda… Bir gün kafama sıkacak bu şehir, bundan
eminim.
(AHMED ARİF VE FİKRET KIZILOK'A SAYGIYLA)
“Bu yokuş beni mahalleye kadar götürür” diye geçiriyorum içimden. Çok meşhur bir yokuştur, bütün bir semti şehrin merkezine taşır. Saatli kulenin oraya, denizin hemen kıyısına. İnişi iyidir de, çıkışı zordur. Belki de bu yüzden, Deve Çıkmaz koymuşlar adını. Hızlı çıkmamak gerekir, yoksa hemen tıkanır insan. Ben de öyle yapıyorum, nasıl olsa bir yere yetişmeyeceğim, ağırdan alıyorum. Sıcak yine bütün vahşiliğiyle çökmüş her yana. Mezun olduğum ortaokulun önünden geçerken, “kaç yıl oldu acaba buralardan geçmeyeli” sorusu geliyor aklıma. Kısa bir hesap yapıyorum hemen. Neredeyse otuzbeş yıl olmuş. Koskoca bir otuzbeş yıl. “Vay canına” diyorum kendi kendime, gayri ihtiyari. Bir süre sonra, parkın yanından geçen, beni mahalleye kadar götürecek yolun başına geliyorum. Hemen oracıkta, sol tarafımda olması gereken Cemal’in meyhanesinin yerinde sadece bir yıkıntı var. Hüzünleniyorum. Belediyede tahsildarlık yapan Yaşar abiyi az mı toplamıştık buralardan o inanılmaz renkli sarhoş halleriyle. Yokuş yola vuruyorum kendimi. İşte “Dede Bakkal”ın önündeyim. Hüseyin’le, küçük baklava dilimlerine benzeyen un kurabiyelerinden çalıp dururduk bu bakkaldan. Niye bilmiyorum ama, hep beşer tane çalardık. Ne dört, ne de altı. Sadece beşer tane.
HAYRİ GÜNEL
("ŞARKILARI OLAN HİKAYELER: 2, HAYAT BİR KURGUDUR
ASLINDA")
Fotoğraf: ALP AKGÜN - İZMİR, EŞREFPAŞA 655. SOKAKTAN BİR GÖRÜNÜM
Fotoğraf: ALP AKGÜN - İZMİR, EŞREFPAŞA 655. SOKAKTAN BİR GÖRÜNÜM