Darbeye karşı çıkmak, demokrat yurttaşın görevidir.

O çocukları linç eden sürü, demokrat yurttaş değildir…

‘Gezi’ yazı dizisine, zorunlu bir ara. Ama ara verirken ve asıl konuya geçerken, yine de değinmeden geçmemeli: Gezi, iktidar ve karşıtları tarafından anlaşılabilseydi, herhalde bu darbe girişimi olmazdı…


Böylesi karmaşa zamanlarında, her şey birbirine girmişken olup biteni layıkıyla kavramak mümkün değil. Türkiye’nin yaşadığı kabus gecesi, günü ve sonrası üzerine yıllarca yazılıp çizilecek. Zaman geçtikçe yeni bilgiler, belgeler çıkacak. Şimdilik sağlıklı bir değerlendirme yapabilecek verilere de, bizleri adam akıllı aydınlatacak özgür basına da sahip değiliz. Ancak şu aşamada da bir iki satır karalanabilir.

Umursadıkları demokratik hukuk devleti değil

‘Askeri vesayet bitti’ propagandasının zırva olduğunu defalarca yazdık. Askeri vesayetin yalnızca apoletliler ile ilgili olmadığını, siyaset üzerindeki belirleyiciliğin tarihsel birikimden kaynaklandığını, söz konusu etkinin sermaye hareketlerinden ve Türkiye’deki sınıf mücadelesinden bağımsız olmadığını anlatmaya çalıştık. Konu üzerine yıllardır yazıp çizen çok sayıda nitelikli, önemli yazar çizer, yazdı ve çizdi. Anlayan oldu, anlamayan oldu.

Entelektüel birikime, akla, fikre, tarihe önem vermeyen ve günü kurtarmaya çalışanlar, vesayetin sona erdiğini düşünmeyi, daha da vahimi buna inanmayı tercih etti. Daha geçen hafta, askere yargı muafiyeti tanınmasını eleştiren aklı başında insanlar, her zaman olduğu gibi yine nohut kafalılar tarafından ihanetle itham edildi. Çünkü umursadıkları demokratik hukuk devleti değil, kendi yanlarında olan bir silahlı gücün varlığıydı ve muafiyet, asıl olarak Kürt illerinde işlev görecekti…

Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıllarca hüküm süren bir imparatorluğun yıkıntısı üzerine kuruldu. İmparatorluğun temel niteliklerinden biri ‘askeri’ oluşuydu. Büyümesi, gelişmesi, ‘fetih/gaza’ üzerineydi ve ekonomik yapısı bu ilkelere dayanıyordu. 19. yüzyılda başlayan modernleşme ilk ve doğal olarak (aynen Rusya’daki gibi) askeri alanda yaşandı.

Bu nedenle ‘Harbiye’ ilk açılan batılı okullardan. 20. yüzyılda Cumhuriyet’i kuran kadronun iskeleti, askerdi. İktidarı da muhalefeti de. Savaş içinden gelmiş insanlardı. Burjuva devriminin kurumları hızla inşa edilmeye çalışıldı ve asker sivil bürokrasinin temsilcileri, Türkiye’de burjuvazi henüz gelişme aşamasındayken 27 Mayıs 1960’ta, 1950’de yitirdikleri iktidara el koydu.

Rezil idam kararları verildi vs. Sonrasında Türkiye ve dünyadaki gelişmelere paralel olarak önce 12 Mart, ardından bu kez tam bir büyük sermaye marifeti olan faşist 12 Eylül gerçekleşti. TSK, bürokrasi ile arasını 28 Şubat’ta düzeltir gibi oldu. Ancak sonunda yine büyük sermaye ve batı desteğiyle ‘Müslüman demokrat’ etiketli AKP, iktidara taşındı. Sonrası malum…

Darbeyi hiç bir zaman yalnızca TSK mensupları yapmadı

Cumhuriyet tarihi, aynı zamanda darbeler tarihi. Bu iş Abdülaziz’in indirilmesiyle başlamıştı ancak Cumhuriyet döneminin dinamikleri farklı tabii. Asker her zaman, memleketteki kargaşayı, kendi tanımladığı ‘kötüye gidişi’ bir süre seyretti ve sonrasında yönetime el koydu. Devlet organları, TSK ile uyumlu çalışma üzerine dizayn edildi. İdeolojik tercihler/söylem, toprağımıza son derece uygun, kullanışlıydı: Uluslararası sermaye ve tabii ki ABD ile uyumlu, milliyetçi ve sınırları çizilmiş bir alanda dini bütün ya da dine saygılı…

Bu ideoloji ile yetişen kuşaklar, okumuşu ya da okumamışı, zihin olarak her zaman TSK ile ‘beraber’ oldu, öyle hissetti. Öncelikle, herkes askerlik (zorunlu) yapıyordu. Evlerden ‘Mehmetçik’ uğurlanıyordu. Gerek hakim inanç sistemi (Peygamber ocağı, şehitlik vs.) gerekse siyasal/soysal kültürel ortam, söz konusu birliktelik için çok uygun. Bu nedenle Türkiye’de darbeyi hiç bir zaman ‘yalnızca’ TSK mensupları yapmadı.

Çok mu saçma geldi bu cümle? Canınız sağolsun, tekrar edeyim: Yalnızca TSK yapmadı! Türkiye’de darbeler, ortalama yurttaş zımnen ya da açıkça ‘talep ettiği için’ gerçekleşti! Öyle koşullar doğdu/yaratıldı ki, sıradan insanların çoğu bir kurtarıcı aradı.

‘Biri benim canımı kurtarsın’ demeye başladı. O kurtarıcının apoleti varmış ya da yokmuş, sıradan insan buna bakmaz. Bilinen sözdür: ‘Önemli olan kedinin fareyi yakalamasıdır, kedinin cinsi ya da rengi değil.’ Herkes değil tabii, ancak ‘çoğunluk’ böyle düşünür! Fırsatçıdır, çıkarcıdır. Eh, çoğunluğun istemesi yetiyor zaten. Bu nedenle 27 Mayısçılar da, 12 Martçılar da, 12 Eylülcüler de halk ‘çoğunluğu’ tarafından desteklendi.

Cenazesine gidilmeyen Kenan Evren, Türkiye tarihinin görüp görebileceği en yüksek oy oranı ile seçildi. 1982 yılında ‘milli iradenin’ % 92’si, Kenan Evren dedi…

Aman canım darbe yapacak asker mi kaldı

Demek ki darbe olgusu öyle üç beş yılda, höt zötle, kabadayılıkla savuşturulamayacak, bir yanıyla son derece karmaşık diğer yandan son derece basit bir tehdit. Gelişi her defasında görülüyor, sürpriz yok. Başarılı olduğu durumda, halk ortalaması tarafından destekleniyor. O ‘çoğunluk’ istemediğinde, büyük sermayeyi arkasına alamadığında ve dış desteği güçlü olmadığında ise çuvallıyor darbeciler.

Türkiye gibi demokrasisi ve ekonomisi kırılgan ülkelerde, hele ki NATO üyesi olduğu ve ABD izni olmadan (1945-46’dan bugüne) helanın yolunu dahi bulamayacağı düşünüldüğünde, darbe tehlikesi her zaman var.

Örneğin kimi ‘darbe isteklileri’ üç beş gün öncesine dek ‘aman canım darbe yapacak asker mi kaldı?’ serzenişinde bulunuyordu değil mi? Çünkü onlar da darbeyi Ahmet ile Mehmet’in yaptığını düşünüyor. Gerek bu aklı evveller, gerek iktidar sevdalıları, 27 Mayıs 1960 günü emrindeki askerlerce aşağılanıp yerin dibine batırılan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un hikayesini bilmiyor ya da hatırlamıyorlar. Yazık…

Darbeciler başarısız oldu. Olup biteni ‘tiyatro’ olarak adlandıranlara katılamıyorum. Çok saçma görünen işler olduğunun farkındayım tabii ama yine de bir kurgu için fazla cüretkar. Muhtemelen tek grup değil, bir ‘koalisyon’ tarafından örgütlendi. Eğer başarılı olsalardı, dün geceden itibaren manzara değişecek ve tarihsel birikimin tüm çıktısı, göz önüne serilecekti. Tekbir getiren şalvarlı ve sarıklı, demokrat olduğu iddia edilen tipler tankların önünde durmak bir yana, sokağa dahi çıkmayacaktı. Her birimiz gibi, evlerinde perdelerini çekip kıçlarını kırarak oturuyorlardı.

Basının tamamına yakını darbecileri öven yayınlar yapıyordu. Erdoğan’ın gazetecileri, onu yeren ve ‘oh be kurtulduk’ deyiveren manşetleri hazırlamakta birbiriyle yarışıyordu. Türkiye Türklerindir adındaki gazete, her zaman olduğu gibi devlete sadakatini ilan etmiş ve darbecilerin yanında hizalanmıştı. Partilerin, dernek ve sendikaların çoğu kapatılmıştı. Nefes alamıyorduk. Siyasi kadrolar göz altına alınıyordu. Adetten olduğu üzere ne kadar sosyalist ve Kürt düşünce insanı ve siyasetçi varsa, toplanmıştı!

Bunlar olurken, son iki gündür sokağa çıkıp kutlama yapanlar, evlerinde çekirdek çitleyerek olup biteni izleyecekti. Ben pek romantik biri değilim, kusura bakmazsınız herhalde! SBF’de, neredeyse tüm hocaları darbeciler tarafından ya cezaevine atılmış ya meslekten ihraç edilmiş bir Kürsü’de, berbat hatıralar dinleyerek yetiştim. Onlara eziyet edilirken, yurttaş ortalaması meyvesini yiyip balkonuna bayrak asıyor, kimi ‘duayen’  gazeteciler ise evinde faşist generaller için ‘parti’ veriyordu…

Eğer bu memleketi yönetenler, Gezi’deki yurttaş kızgınlığını anlayabilseydi, dünyanın ve Türkiye’nin nasıl dönüştüğünü kavrayabilseydi, 2000’li yıllarda 1970 model Milli Görüşçü ya da 1930 model Kemalist kafasıyla memleket yönetilemeyeceğine ikna olabilecek kadar öngörü sahibi olabilseydi, eli silahlılar TBMM bombalamayı akıllarına getirecek cesarete sahip olamazdı. Şu kadarını yapabilselerdi, iki gündür meydanlara çıkanlar yalnızca kendi taraftarları olmazdı.

Milyonlarca ‘muhalif’ yurttaş darbecilerin yanında durmadı

Kendimizi kandırmayalım, kutlama yapanlar yalnızca Erdoğan taraftarları. Oysa milyonlarca ‘muhalif’ yurttaş darbecilerin yanında durmadı. Buna mukabil sokağa çıkıp tekbir getiren kitlelerin, zavallı asker çocukları linç eden heriflerin yanında da durmadı. Kaygıyla, bundan sonra olacakları izliyorlar…

Aklı başında, demokrat, özgürlükçü her yurttaş, demokratik hukuk devletine yönelik hukuk dışı her müdahaleye karşı çıkmalı. Nitekim çıkıyor. Darbe, devlet içindeki bir gücün, diğer gücü hukuk dışı yollarla alaşağı etmesidir. Bu eylem, eli silahlı ve apoletli zorbalar tarafından da, takım elbiseliler tarafından da gerçekleştirilebilir. Darbe, hukuk dışı olduğu için, zorbalık/kaba güç içerdiği için, yurttaş iradesini hiçe saydığı için berbat bir iş, eğilim, kültür. Bu nedenle karşı çıkılmalı.

Laiklik, demokrasi, hukuk devleti bu gerekçeyle savunulmalı. Laik demokratik sistem ve duvarında ‘hakimiyet milletindir’ yazan TBMM, pamuklara sarılıp sarmalanmalı…

İki gündür yöneticilerin ifadeleri, siyasetçilerin tavrı, umuyorum yanılıyorumdur ancak felaketin niteliğinin tam olarak kavranmadığını gösteriyor.

Bir anda binlerce hakim savcı için gözaltı kararı çıktı. AYM’nin iki üyesi göz altına alındı. Kaldırmak için seksen yıl mücadele verilen ölüm cezası yeniden gündeme geliyor. Gösterilerde, tekbir getiren sarıklılar ön planda. Danıştay Başkanı, Diyanet İşleri Başkanını kutluyor!

Bazı muhalif haber siteleri engellenmeye başlandı bile. Muhalefet sus pus. Yurttaşın meydanlara, sokaklara çıkmasını her zaman savunanlardanım, ancak meydanlar yalnızca sarıklı iktidar yandaşlarına tahsis edildi artık, çok açık biçimde. Her Allah’ın günü on beş yirmi kez sela dinliyoruz. Sela ile darbe savuşturmaya çalışmak nedir?

Memleketin yarısını motive edeceğiz diye, kalan yarısına bu denli bıkkınlık vermek, tedirgin etmek nasıl bir politik zekanın ürünüdür? Sela dışında motivasyon biçimi yok mu akıl edebildikleri? Tüm bunlar, katlanılmaz duruma gelen gerilimi daha da artırıp yarılmayı derinleştirmekten başka ne işe yarar? Bu kadar mı tanımıyorlar kendilerinden olmayanı, bu kadar mı habersizler memleketin tarihinden ve halinden!

Darbe, bir memleketin başına gelecek en kötü işlerden. Tarih bilen ve aklını fikrini üç kuruşa feda etmemiş olan aklı başında insanlar, yıllardır ‘bu gidiş iyi değil’ diye çığlık atıyor. İç savaş olasılığına vurgu yapıyor. Türkiye’de işler, üç gün önce de kötü gidiyordu, yine kötü.

Çoğulcu, katılımcı, demokratik ve laik bir hukuk devleti yaratılamadıkça, kötüye gidiş devam edecek. Bizlere sövmeyi marifet sayan Allah’ın cezaları, bunun bir temenni değil, endişe, korku olduğunu kavramalı artık. Hepimiz aynı gemideyiz. Hepimiz, birlikte, birbirimize müdahale etmeden insan gibi, özgürce yaşayabiliriz.

Ben deli miyim AKP’li komşumdan nefret edeyim? O deli mi, bana kötü gözle baksın? Çok zor ama imkansız değil insanca yaşamın koşullarını yaratmak. Buna mukabil giderek imkansızlaşıyor, kör değiliz. Eğer başarılamazsa çok daha kötü geceler ve günler göreceğiz belli ki…

Linçciler, demokrasi mücadelesinde birlikte olunacak insanlar değil

Ben, ne elinde silah zorbalıkla iktidar olmak isteyenlerin ne de tekbirler ile demokrasiye sahip çıktıklarını iddia edenlerin yanındayım. Ayrıca, silahını bırakıp teslim olmuş yirmi yaşında gariban askerleri köprüde linç eden o faşist sürüsünün yanında durmamak da yurttaşlık görevimdir.

Linçciler, demokrasi mücadelesinde birlikte olunacak insanlar değil, benim düşmanlarımdır. Bombayla parçalanmış gencecik insanların cenazelerini yuhalayanlardır.

Beğenmedikleri heykele, benimsemedikleri insanlara saldıranlardır. Hukuka aykırılıklar ayyuka çıkmışken, anayasa çiğneniyorken gıklarını çıkarmayan çıkarcı arsızlardır. Ayrıca bu sürü, üç yıl öncesine dek Türkçe Olimpiyatları’nın adını duyduklarında, duygulanıp göz yaşı dökenlerdir…

Ve son olarak: Müneccim olmadığım, ayrıca henüz yargılama başlamadığı için, gözaltına alınanların tam olarak ne yaptıklarını, kimlerden olduklarını bilemem. Suçluluğu mahkeme kararıyla hükmen sabit olana dek herkes suçsuzdur. Bu kadar basit. Kişisel tahminlerim hukuku değil, beni ilgilendirir.

Ancak, iddia edildiği gibi eğer Cemaat ile bağları varsa da konuya (en azından şimdilik) girmeyeceğim. Çünkü bu satırların yazarı ve başkaca ‘hainler (!)’, darbe yargılamalarındaki anormallikleri, bürokrasi ve yargıda liyakat ilkesinin ırzına geçen kadrolaşmayı, 2010 anayasa değişikliği şaklabanlığının vahim sonuçlarını eleştirirken; ‘Yüce Allah verdikçe veriyordu,’ memleket ‘parsel parsel’ satılıyordu, ‘davaların savcılığı’ üstleniliyordu.

Hal böyleyken Cemaat analizlerini de, şimdilerde kan ter içinde o malum ‘şemsiyeyi’ yeniden açmaya çalışanların dalkavukları yapıversin!

Allah bu memlekete yardım etsin… (MURAT SEVİNÇ – DİKEN.ORG)
Daha yeni Daha eski