"Kaypakkaya hâlâ yalnızdır. Onun eserinde olduğu gibi, içinden geldiği dünyadan fikren ve fiilen kopan bir başka örneğin ortaya çıkmadığını söylemeye cüret ediyoruz. Kürdistan Özgürlük Hareketinin büyük tarihsel ve politik eserinin bu teorik kapsama sahip olamadığını söylemek zorundayız"
İbrahim Kaypakkaya’nın 18 Mayıs 1973’te şehit düştüğü kabul
edilir. 43 yıla ulaşan uzun bir süre...
O zamandan bugüne binlerce yiğit devrimci toprağa düştü.
Kürdistan kentleri ve dağları her gün devrimci kanıyla sulanıyor. Kaypakkaya
elbette yiğit devrimciler katında yer alan bir devrimcidir. Ama bu kadarla
bırakmak, ona yapılacak ağır bir haksızlıktır.
Kaypakkaya, her 18 Mayıs’ta yaşadığımız ülkelerde aynı
günlerde toprağa düşmüş değerli devrimcilerle, halklarımızın yiğit evlatlarıyla
birlikte anılacak ve özelliği bu kez geçen zaman tarafından giderek silinecek
bir devrimciye, devrimciler arasında bir devrimciye dönüşmeye bırakılmamalıdır.
*
Kaypakkaya öldüğünde, içinde bulunduğu dünyadan kategorik
bir kopuş gerçekleştirmişti. Nicelikselci düşünmeye alışmış solcu kültür
ortamımız için bunu “Çok çok önemli bir şey!” olarak ifade edebiliriz.
Neredeyse yarım yüzyıl sonra, bu kopuşun hâlâ tarihe havale olmadığını, hâlâ
geride bırakılmadığını, hâlâ sürdüğünü ileri sürmek durumundayız. Kaypakkaya,
biricikliğini hâlâ korumaktadır. Ama bu arada, biricikliğinin neredeyse zorunlu
bileşeni olan yalnızlığını da…
Bir kopuş gerçekleştirmek için yalnız olmak gerekirdi. Ama
yalnızlık Kaypakkaya’nın eserine raptolunmuş bir özellik olmamalıdır.
Yalnızlık yalıtılmışlıktır. Marksizmi, burjuva devrimciliği
argümanı bağlamından kopararak kuracak tarihi görevi yerine getirebilecek
özgürlüğe sahip olmak için yalnız olmak gerekiyordu. Yani, talih ve –Turhan
Ilgaz’ın anlatımıyla, “erillikte içerilmiş oldukları kabul edilen erdemlerin
eyleme dönüşmesi olarak” – virtu yardımıyla, radikal bir şekilde kopartılmış,
kök diye anlatılan bütün kökleri kesilmiş ve yeni köklere aşılanmış, var olan
Türkiye’deki ideolojik ve politik biçimlerin dünyasından geri dönüşsüz bir
şekilde kopartılmış olmak gerekirdi. Çünkü ortamdaki ideolojik ve politik
biçimlerin tümü eskiydi, burjuva dünyası ve uygarlığının şu ya da bu kanadının
izlerini taşımaktaydı; ve Marksizmin devrimci teorik ve politik bir yapı olarak
kuruluşu için onlardan hiçbir şey beklenemezdi. Kaypakkaya, ancak bu
yalnızlıkla, yani yeni-Marksizmi kurmasına imkan verecek o özgürlükle
donatılmışsa, eskilerden biri değil, yeni olabilirdi.
Kaypakkaya, döneminin sol akımları için skandal
niteliğindeki görüşleriyle yalıtıktı. Muhtemelen kişisel olarak da yalnızdı.
Eserini ne kadar edindiği kuşkulu yoldaşlar bıraktı ardında. Eserini
ilerletmek, izinden gitmek isteyen nice çabaya karşın, Kaypakkaya hâlâ yalnız.
*
Kaypakkaya’nın, onu ayırt etmeyi sağlayan nitelikleri
koruyacaksak yalnız olmasına katlanmak gerekiyor. Onu ısrarla görmezden
gelenleri bir yanı bırakırsak, sol hareketin yaygın kesimleri özellikle son
yıllarda, onu yalnızlıktan kurtarmak istedi, ama bu Kaypakkaya’ya iyilikseverce
yaklaşmaktan başka bir şey değildi. Kaypakkaya Kaypakkaya olarak kalamayacaksa
kalabalığa karışmasının ne hayrı olabilir!
Marksizm sanılan bütün o geçmişten, onun kurumlarından,
örflerinden ve düşüncelerinden kopartılmış olmak gerekirdi; çünkü paradoksal
bir şekilde, açık söylemiyle çağdaşlarının bilinçlerine seslenir gibi görünen
Kaypakkaya, bireyin bilinç kazanmasıyla ve dolayısıyla kendinde içkin veya
beliren bir bilinçle yapmadığını bilmekteydi bunu. Ona göre, falan bireyin yeni
Marksizmin, Marksist devrimciliğin temelini atmak için eski Marksizmden ve onu
yaşatan koşullardan kopartılmış bulunmasını sağlayan şey bilinç değil, ama şans
ve virtu’nun buluşmasıydı. Eserini ortaya koyması için, yani, yeni bir Marksizm
temellendirmenin özgürlüğüne sahip olması ve sözü edilen “denizciler gibi,
bilinmeyen sularda serüvene atılmak için eski dünyada hüküm sürmekte olan
besbelliliklerden kopartılmış, onun ideolojisinden ayrılmış” olması
gerekiyordu. Kaypakkaya bunu müthiş bir asabiyeyle yaptı.
O günlerin egemen ideolojisi Kemalizmle ve ardındaki
Aydınlanmacılıkla –onları ilerleterek, aşarak falan– bağıyla tanımlanan veya bu
bağı reddederek burjuvazinin öteki evrensel kanadına bağlanan Marksizm
anlayışlarıyla bağlarını koparttı. Egemenlerin iki gerici kanadıyla bağları
fiilen ve/ama fikren kesip atmadan komünist devrimci olmak mümkün değildi.
Kendini burjuva uygarlığına bağlayan bir Marksizm içinde,
ondan kopmayı hedefleyen bir Marksizm oluşturmak olanaksızdı. Eski Marksizm
içinde yeni bir Marksizm, eskiliği içinde mahsur kalacağı için ondan hiçbir şey
çıkartamayacaktı. Nitekim, eski kurum içinde yeni Marksizmler inşa etmeye
çalışanlar olmuştu. Ama hayır; devlet aygıtının parçalanması gerektiği
meselesinde olduğu gibi, eski kurumdan da eski anlayıştan da çıkmak
gerekiyordu. Hiçten yola çıkmak, var olan Marksizm anlayışlarına boyun
eğmeksizin hareket etmek ve bu hareketin zorunlu vadisine girmek gerekiyordu.
Buna dayanmak zordu ve –yıllar içinde çeşitli kollara
ayrılan– ardılları, esas olarak bu dayanıklılığı gösteremediler. Kaypakkaya’nın
yalnızlığı, başlatıcısı olduğu Marksizmin, taşıyıcıları nezdinde her seferinde
eski Marksizme benzediği koşullarda, eski Marksizmden onu burjuvaziye bağlayan
kalın opak ya da incecik saydam bağlardan kurtulmuş olmasının nedeni ve
sonucuydu.
Ama o, uzamda “serbestçe süzülen” bir entellektüel değildi.
Başka bağlar kurmak gerekiyordu. Kaypakkaya, Marksizmin evrensel devrimci diyalektiğiyle
bağı, Türkiye’deki soyzincirini izleyerek ve kendini buna ekleyerek kurmadı.
Tersine, bu soyzincirini kırdı ve Marksizmin devrimci diyalektiğine bir buluşma
ve yeniden ele alma tarzında bağlandı. Bu, bir özgüllük ve katkıydı:
Kaypakkaya, Marksizmin devrimci diyalektiğini Türkiye’de özgülleştirdi, ve
Marksizmin evrensel teorik ve konjonktürel devrimci diyalektiğini Türkiye’ye
taşıdı.
Onun izinden gidenlerin samimi devrimci çabalarını reddetmek
insafa sığmaz. Ama ardıllarının ondaki kopuşu bütünsel olarak anladığını
söylemek de Kaypakkaya’ya insafsızlık etmek olacaktır.
Kaypakkaya hâlâ yalnızdır. Onun eserinde olduğu gibi,
içinden geldiği dünyadan fikren ve fiilen kopan bir başka örneğin ortaya
çıkmadığını söylemeye cüret ediyoruz. Kürdistan Özgürlük Hareketinin büyük
tarihsel ve politik eserinin bu teorik kapsama sahip olamadığını söylemek
zorundayız.
Sol hareket, geçen yıllar boyunca, Kaypakkaya’yı geride
bırakacak birçok yönü ortaya koydu, fakat çekilen lastiğin bırakıldığında eski
yerine gitmesi gibi, bunu süreçsel ve yapısal bir katkı haline getiremedi. Acil
baskı kalktığında eski şekline dönüşüveren bir özellik arz etti hep.
Aydınlanmacılık da buna dahil. Bugün bu akımdan uzak olduğunu iddia eden
kesimler olsa olsa ılımlı Aydınlanmacılar olabiliyor.
Kaypakkaya’nın biricikliğini bitirmektir görev. Onun
yalnızlığına ancak bu şekilde son verebiliriz. Son yıllarda yaygınlaşan ve onu
törpüleyerek, sertliklerini yumuşatarak sol topluluğa alma çabası tarzıyla
değil. Çünkü ortada bir Kaypakkaya kalmıyor bu durumda. Yapıntı ve kabulle
değil, “reddedişleri ve konumuyla ona yakın bir başka” düşünsel fiili yapının
ortaya çıkmasıdır Kaypakkaya’nın biricikliğine son verecek olan işlem.
*
Kaypakkaya’nın “düşüncesi idealleştirilmiştir ama onun
düşüncesiyle düşünülmemiştir”. Kaypakkaya düşüncesinden Kaypakkayacı düşünmeye…
Bugün Kaypakkayacılık, dar-Kaypakkayacılık değildir. Bugün
Kaypakkayacılık, revizyonist-Kaypakkayacılık değildir. Bugün Kaypakkayacılık
neo-ortodoks Kaypakkayacılıktır.
Kaypakkaya kadar sert ve bağlı, Kaypakkaya kadar atılgan ve
kopuşçu olmak gerek…
Kaypakkaya’nın yalnızlığına son vermeye…
Adından başlayarak bu çalışma, Althusser’in “Makyavel’in
Yalnızlığı”nın derin ilhamı ve çok yakından izlenmesiyle kaleme alınmıştır.
(Makyavel’in Yalnızlığı ve Başka Metinler, Çev. Turhan Ilgaz, Alaeddin Şenel,
Seda Çarmık, Epos Yayınları, Ankara 2006)
METİN KAYAOĞLU - TEORİ VE POLİTİKA