Wallerstein acaba Erdoğan lehine bu kadar yanlışlarla dolu bir yazıyı, adının Zaman Gazetesi’nin köşelerini süslediği günlerin özrü olarak mı yazmıştır? Tabii ki hayır ama durum neredeyse o kadar vahim. Türkiye hakkındaki bilgilenme kaynaklarınız liberal entelektüeller olunca Wallerstein bile olsanız kaleminizden çıka çıka bir ucube çıkıyor


2000’lerin başında Zaman Gazetesi’nin sayfalarında dünyaca ünlü Batılı entelektüellerin yazılarının “Bilmem kim Zaman için yazdı!” anonslarıyla yayımlandığını görürdük. Prestije prestij katan, sayfanın yan tarafındaki saçmalıkları sanki ciddi bir şeymiş gibi okumanıza neden olan “iyi” bir taktik. Immanuel Wallerstein da Zaman’a prestij sağlayan bu yazarlardan biriydi, ancak kendisi daha çok “solda” bilinen bir isimdi.

Güncel uluslararası gelişmeleri her ayın 1’i ve 15’inde olmak üzere ayda iki kez yayımlanan yorum köşesinde değerlendiren, sınıf eksenli bir analiz sunmasa da, ciddi bir siyasi tarih birikimine dayanarak kendi içinde tutarlı bir çerçevede isabetli öngörülerde bulunan Wallerstein, sol açısından önemli bir kaynaktır. Bu nedenle Sendika.Org yayın hayatına başladığı 2001’den bu yana Wallerstein’in yazılarını da sık sık Türkçeleştirmektedir ve hacimli bir Wallerstein çevirileri arşivine erişmiştir.

“Wallerstein Zaman için yazdı!”

Binghamton Üniversitesi’nin sitesinden alarak çevirdiğimiz yazıların birkaç gün sonra Zaman’da yayımlandığını görünce anladık ki Zaman Gazetesi, gerçekte başka mecralar için yazan yabancı entelektüellerin yazılarını çevirip izin de almadan “Zaman için yazılmış” yazılar olarak sunuyor.

Wallerstein’ı naifçe yazılmış bir mail yoluyla uyardık: “Emek eksenli yayın yapan, ticari niteliği olmayan, sol bir siteyiz. Sizin yazılarınızı Türkçeye çevirip, orijinal adresi de belirterek yayımlıyoruz. Ancak İslamcı bir yayın organı olan Zaman, ‘Wallerstein Zaman için yazdı’ anonsuyla yayımlıyor. Bundan rahatsızız. Size iletmek istedik.”

Kendisinin ilk tepkisi yazılarının Türkiye’de solcular, Kürtler ve İslamcılar tarafından takip edildiği, bu nedenle de İslamcı bir yayın organında yayımlanmasının sorun olmadığı yönündeydi. “Peki Zaman için mi yazıyorsunuz?” dediğimizde, “Tamam, o ‘için’ sözcüğü sorunlu” dedi ve yazılarını Zaman arşivinden kaldırttı. Zaman ne niyetle hareket etti bilinmez, yine de bu aleni hırsızlığı belgeleyen bir numuneyi sayfasında bıraktı. (Bkz: Zamanın haberleri gibi yazarları da düzmece)

Gel zaman git zaman…

Wallerstein Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye karşı çok ilgisiz olmadı. Ortadoğu’ya ilişkin öngörüleri genellikle isabetliydi. Irak Savaşı’ndan sonraki gelişmelerin ABD emperyalizminin hakimiyet krizini derinleştireceğini, İran’ın bu süreçten güçlenerek çıkacağını, Esad’ın devrilmeyeceğini çok erken zamanlarda telaffuz etti ve haklı çıktı.

2007-2008 finans kriziyle birlikte kapitalizmin 500 yıllık bir evresinin kapandığı ve dünyayı 20-30 yıllık bir kaotik sürecin beklediği kehanetinde bulunmasının hemen ardından Türkiye’ye de geldi ve öngörülerini burada da paylaştı. Kürt hareketiyle yakından ilgiliydi, Türkiye siyasetini takip ediyordu. Sosyalist solu ise pek de ciddiye aldığı söylenemez. Bu durum Türkiye’ye ilişkin bilgilenme kanallarını da etkilemiş olsa gerek.

“Çok kötü bir çeviri”

15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından Wallerstein’in 1 Ağustos yazısı şaşırtıcı olmayan biçimde Türkiye üzerine oldu ve Sendika.Org çeviri ekibi hızla çeviriye girişti. Ancak makale o kadar yanlışlarla doluydu ki okur bu kadar bilgi hatasını ve sorunlu bir değerlendirmeyi Wallerstein’e yakıştırmayacak muhtemelen Sendika.Org’a ve çevirmene verip veriştirecekti.

O halde yazıdaki bilgi hatalarını ortaya koyup, bu hataların Wallerstein gibi bir isim tarafından bile yapılmasının muhtemel nedenleri üzerine yazmak daha anlamlı olacak diye düşündük.

Wallerstein Erdoğan için yazdı!

Wallerstein’in yazısının başlığı: “Türkiye ve Erdoğan: Yükseliş ve Düşüş.” Yani yazı baştan sorunlu. AKP ile geçen 14 yılı, Türkiye açısından da bir “yükseliş ve düşüş” öyküsü olarak değerlendirmek, apaçık gerçekleri yok sayarak ya da çarpıtarak Erdoğan’a ilişkin hayallerinden gerçek gibi söz eden, kimi zaman da kişisel çıkarları için Erdoğan’ın yalancı tanıklığını yapan liberal entelektüellerin marifeti.

“Ekonomi iyiye gidiyor, ülke demokratikleşiyor, Ortadoğu’da barış rüzgarları esiyordu. Sonra da ne olduysa birden durum tersine döndü.” Liberal entelektüellerin yazdığı bu öyküde ne Türkiye’nin emperyalizme (ABD-AB) ekonomik ve askeri bağımlılığı ne de kanlı bir savaş bilançosunu yansıtan sınıfsal tablosu var. Bol bol yalan ve demagoji var. Wallerstein niye benzer hataları paylaştı? Muhtemeldir ki, siyasi çelişkilerin temelindeki sınıfsal egemenlik ilişkilerine gerekli önemi vermeyen yöntemi, onu pespaye liberal entelektüellerin zırvalarına inanmaya açık hale getirmiş.

1946’dan sonrası: Bambaşka bir öykü

Wallerstein Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öyküsünü özetleyen bir girişin ardından çok partili hayata geçişi şöyle anlatıyor: “1946 yılına kadar, Türkiye tek bir parti, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından yönetilmiştir. CHP’nin kurucusu Atatürk 1938 yılında öldü. 1946 yılında, cumhurbaşkanı olarak yerine geçen ve CHP’nin lideri olan İsmet İnönü çok partili seçimlere izin verdi. Bundan sonra, Türkiye hükümeti (merkez-sol ya da sosyal demokrat olarak kabul edilen) CHP ve sağcı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) arasında değişti. Bu süre zarfında Müslüman veya İslamcı bir parti kurmak için tekrarlanan girişimler oldu. Böyle bir parti güçleniyor göründüğünde, silahlı kuvvetler İslamcı partilere karşı sekülerizmi savunmaya çalışarak bir darbe yaptı (ya da yapmakla tehdit etti).”

Epey yanlış var. Baştan başlayalım. 1946 çok partili hayata geçişe ilişkin bir milattır ancak 1950’ye kadar ülke yönetimi CHP’de kalmıştır. 1946’da kurulan parti, İslami argümanları da siyaset unsuru olarak kullanan, içinde İslamcı unsurlar da bulunan ancak “İslamcı Parti” diye anılamayacak “merkez sağ” bir parti olan Demokrat Parti’dir. MHP ise, 1958’de kurulan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin 1969’da adını değiştirmesiyle siyasi sahneye çıkmıştır. Türkiye hükümeti CHP ile MHP arasında değişilmemiştir. CHP’nin iktidarı devretmesi, Demokrat Parti’nin (DP) kazandığı 1950 seçimleriyle olmuştur. İlk askeri darbe de 27 Mayıs 1960’ta DP’ye karşı yapılmıştır. Bu, DP’nin laik cumhuriyete karşı İslamcı politikalarından dolayı değil, 1945 sonrasında ABD liderliğindeki emperyalist-kapitalist dünyanın bir parçası olmayı tercih eden ve özellikle DP döneminde ABD emperyalizmine ekonomik ve askeri açıdan bağımlılaşan Türkiye’nin çelişkilerini yönetemez hale gelmesinden dolayıdır.

Darbeler İslamcılara karşı yapıldı safsatası

Wallerstein ordunun İslamcı partilere karşı laikliği savunmak için darbelere giriştiğini söylüyor ki, bu tarife -o da görüntüde- uyan tek bir askeri müdahale var: 28 Şubat 1997 post-modern darbesi.

27 Mayıs 1960 askeri darbesini izleyen 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesi ise İslamcı bir partiye ya da harekete karşı yapılmadığı gibi, asıl olarak devrimci/sosyalist hareketleri ve işçi sınıfı hareketini ezmiş, solu ve işçi sınıfı hareketini bastırmak için de Türkiye’nin İslamcılaştırılmasının önünü açmıştır.

27 Mayıs 1960 darbesi ile iktidarına son verilen DP, her ne kadar Tayyip Erdoğan tarafından selef kabul edilse de, merkez-sağ bir partidir ve Siyasal İslam’ın bağımsız bir siyasi aktör olarak sahneye çıkması ise 1969’da bağımsız milletvekili olarak seçilen Necmettin Erbakan’ın 1970’te Milli Nizam Partisi’ni kurması ile, yani DP’nin kapatılmasından 10 yıl sonra mümkün olmuştur. İslamcı Erdoğan’ın selefi Erbakan’dır. Erdoğan MSP içinde siyasete atılmış, bu örgütte görev almış, Erbakan’ın tedrisatından geçmiş, Refah Partisi’nin adayı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştur.

12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri daha çok laik kesim içinden yükselen devrimci/sosyalist hareketleri ve işçi sınıfı hareketini hedef aldığından, İslam’ı ve İslamcılığı solu ve sınıf hareketini sınırlamak için teşvik etmiştir. Bu iki darbe, solu ezerken İslamcı hareketin gelişimine katkı sunmuştur. 1970-1980 arasında Erbakan tarafından kurulan iki İslamcı partinin kapatılması ise, sol başta olmak üzere diğer siyasi akımlara yönelik imhaya varan baskıların yanında görece önemsizdir. İslamcı “Milli Görüş Hareketi”nin lideri Necmettin Erbakan’ın 1970’te kurduğu ilk parti Milli Nizam Partisi, laikliğe aykırı olduğu gerekçesi ile Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış ancak 1972’de bu kez Milli Selamet Partisi (MSP) adıyla güçlenerek yoluna devam etmiş, MSP de 12 Eylül 1980’de askeri darbe tarafından diğer tüm partilerle birlikte kapatılmıştır. Ancak İslamcı kadrolar yeni partiler kurabilmiş ve devletin müdahaleleri her seferinde koşulları Siyasal İslam lehine dönüştürmüştür. Erbakan’ın 1987’de kurduğu Refah Partisi 1994 yerel seçimlerinde Ankara ve İstanbul dahil pek çok belediyeyi kazanmış, 1996 genel seçiminde de koalisyonun büyük ortağı olarak iktidara gelmiştir.

İslamcılar darbecilerden razı

Darbeciler, din adamı yetiştiren imam hatip okullarının sayısını çoğaltmış, Diyanet’in bütçesini artırmış, din dersini zorunlu kılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin lideri Kenan Evren kürsülere elinde Kuran’la çıkmış, Türk-İslam sentezini resmi ideoloji haline getirmiş; sol’un s’sinin bile yasak olduğu dönemlerde, İslamcı örgütlenme ve propagandaya büyük bir serbesti ve teşvik getirilmiştir.

Erbakan’ın Milli Görüş Hareketi ile rekabet içinde olan Fethullah Gülen Hareketi de yine aynı süreçte Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden başlayarak NATO-Kontrgerilla ilişkilerinin içinde, TSK tarafından kullanılan bir Siyasal İslamcı hareket olarak yükselişe geçmiş, 12 Eylül 1980 darbesini “Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz” sözleriyle karşılamış, darbe lideri Evren’i de cennetlik ilan etmiştir: “Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir.”

Bu öyküyü değiştiren şey 28 Şubat 1997 post-modern darbesidir. 1996 seçiminde birinci parti olarak seçilen Refah Partisi’nin büyük ortağı olduğu Refah-Yol (RP-DYP) koalisyon hükümeti, ABD emperyalizminin ve yerli büyük burjuvazinin (TÜSİAD) çıkarlarına aykırı bir yolda ilerlerken, laikliğe aykırı hareketleri gerekçe gösterilerek post-modern bir askeri müdahaleye maruz kalmıştır. TSK yönetime el koymamıştır ancak Erbakan’ı yönetimden çekilmek zorunda bırakmıştır. Ardından Tayyip Erdoğan’ın 4 ay hapis yatması ve bir süre sonra geçerliliğini yitirecek siyaset yasakları konması ile sonuçlanan davalar açılmıştır. 28 Şubat sürecinde Erdoğan’ın başına gelenler, daha sonra Erdoğan iktidarı döneminde muhalefetin maruz kaldığı baskıların yanında devede kulak bile değildir.

28 Şubat sürecinin ardından ABD’nin ve yerli büyük burjuvazinin beklentileri ile uyumlu bir İslamcı parti (AKP) açığa çıkana kadar, Erbakan liderliğindeki partiler kapatma davalarıyla yola getirilmeye çalışılmıştır. Erbakan liderliğindeki gelenekçi klik engellenmiş, Erdoğan’ın başını çektiği neoliberal-İslamcı kliğin önü açılmıştır. Nihayet, Erdoğan’ın grubu İslamcı hareketin önemli bir kütlesini Erbakan’dan kopartıp merkez-sağ ile birleştirerek 2001’de AKP’yi kurmuştur. İslamcıların askeri darbeler karşısındaki bütün mağduriyet öyküsü budur. Bu mağduriyet öyküsü, neoliberal-İslamcı bir parti olarak AKP’nin tek başına iktidara taşınması ile tamamlanmaktadır.

Ancak AKP, devleti yeniden yapılandırıp muhalefeti ezerken liberallerce uydurulan “İslamcıların, demokrasi sorununun merkezindeki TSK’ya karşı temel demokrasi gücü olduğu” masalından fazlasıyla faydalanmış, “laik darbeciler”-“demokratik İslamcılar” mücadelesiyle geçen bir Türkiye Cumhuriyeti tarihi uydurmuştur. Wallerstein’in yazısındaki yanlışlar, bu tuhaf kurgu ile örtüşmektedir.

Erdoğan’ın iktidara gelişi

Wallerstein devam ediyor ve AKP’nin iktidara gelişinden söz ediyor: “Erdoğan’ın yeni kurulan İslamcı AKP’sinin 2002 seçimlerini ezici bir üstünlükle kazanması silahlı kuvvetlere, CHP ve MHP’ye büyük bir şok oldu.”

AKP’nin iktidara gelişi, kendisi açısından büyük bir başarıydı. Şok olan ise CHP-MHP değildi. Wallerstein, siyasi arenanın bileşenlerini AKP, CHP, MHP, TSK olarak sununca gerçekler ortadan kalkmış. Bu seçimden önce iktidarda DSP-MHP-ANAP koalisyonu vardı. Bu koalisyonun bileşenleri, bir büyük ekonomik kriz ve bir de büyük depremin toplumda yarattığı tahribatın bedelini ağır ödedi. Eski iktidar partilerinin tamamı, 12 Eylül darbe düzenlemelerinin meclise girebilmek için şart koştuğu yüzde 10 barajının da etkisiyle meclis dışında kaldı. Bunlardan başka merkez sağ DYP de yüzde 9,5 oy alarak meclis dışında kaldı. Toplamda yüzde 45 oy alan ama hiçbiri tek başına yüzde 10’u geçemeyen partiler mecliste tek bir koltuk dahi alamadı. AKP yüzde 34’lük oy oranı ile meclisteki koltukların yüzde 65’ini aldı. CHP ise ikinci parti olarak meclise girip diğer koltukları aldı.

AKP, darbe mirası yüzde 10 barajının da etkisiyle temizlenen siyasi arenada tek başına iktidara geldiğinde, çökmüş ve ardından IMF programı doğrultusunda sorunlu da olsa büyüme yoluna sokulmuş bir ekonomi ve Fethullah Gülen Hareketi’nin yanı sıra ABD ve büyük burjuvaziden gelen güçlü bir destekle yola çıktı.

Başarı öyküsü uydurmak

Wallerstein, “2002 yılında, Türk ekonomisi, düşük GSYİH ve kişi başına GSYİH ve yüksek enflasyon oranı ile çok ürkütücü bir haldeydi” diyor. Evet ekonomi berbat haldeydi ancak ekonomiyi IMF politikaları doğrultusunda çökerten önceki iktidar (DSP-MHP-ANAP koalisyonu), yine IMF politikaları doğrultusunda sıkı bir neoliberal yeniden yapılanma süreci başlatmıştı. AKP bu politikaları değiştirmedi. Aynen devralıp sürdürdü.

Wallerstein “Erdoğan’ın liderliğinde AKP iktidarı[nın] ilk on yılında Türkiye’nin durumunu dönüştürmede oldukça başarılı olduğunu” iddia ediyor. Olaylara ABD emperyalizminin bakış açısıyla yaklaşan Edelman ve Abramowitz de, sermaye çevreleri de aynı periyodu övüyor. Sol’da yer alan Wallerstein keşke Türkiye halklarının bakış açısından yaklaşmayı deneseydi. Hadi ideolojik yaklaşımları boş verelim, bari somut verilerin üstünden atlamasaydı.

Wallerstein “[AKP] Türkiye ekonomisini yükselişe geçirdi ve Türkiye’nin IMF kredilerinden kurtulabilmesi mümkün oldu” diye yazmış. Türkiye ekonomisi, işçi haklarında olağanüstü bir gerilemenin, ağır sömürü koşullarının, kentlere ve doğaya yönelik sınırsız bir yağmanın sonucunda büyüdü. 14 yılda 17 bin işçinin iş kazalarında yaşamını yitirdiği, 400 binin altında olan taşeron işçi sayısının 2 milyonun üstüne çıktığı, grev hakkının fiilen yasak olduğu, işsizliğin yüzde 10’un üstünde seyrettiği, işçi sınıfının “refahını” sürekli artan tüketici kredileri ve kredi kartı borçlarına borçlu olduğu, inşaat gibi üretken olmayan sektörlere dayanan ve Reza Zarrab gibi uluslararası karapara aklayıcıları ile desteklenen, cari açığı ve dış borcu sürekli artan bir ekonomiyi tarif etmek için “yükselişe geçti” tabiri nasıl uygun görülebilir ki? Bu, sermaye çevreleri ve liberal entelektüellerce tekrarlanıp duran kötü ve propagandif bir ezberden başka bir şey değil.

Bir de şu meşhur IMF kredilerinden kurtulmak meselesi var. Evet 2002’den 2013’e AKP 26 milyar dolarlık IMF borcunu sıfırladı. Ancak bu arada 130 milyar dolarlık dış borç 326 milyar dolara çıktı. IMF, Türkiye’den alacağını tahsil ederken, AKP de Türkiye’yi borca batırmıştı.

AKP’nin bile “eğitim konusunda başarısız olduk” dediği, sağlığı ABD modelini (GSS) örnek alarak ticarileştirdiği, gelir dağılımında adaletsizliğin tavan yaptığı yerde “[AKP] Yeni kaynakları ülke içindeki ekonomik ve sosyal koşulları, özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerini, iyileştirmek için kullandı” cümlesini ise alıntılayıp geçelim.

1 Mart Tezkeresi’ni unutma

Wallerstein, AKP’nin iktidara geldiğinde uzun süre Ortadoğu’da barışçıl bir politika izlediğini savunuyor. Nedense AKP’nin iktidara gelir gelmez karşı karşıya olduğu ilk dış politika sınavında ABD’nin Irak’ı işgaline destek vermek için elinden geleni yaptığı hep unutuluyor. AKP, ABD ordusunun Saddam yönetimindeki Irak’ı işgal etmek için Türkiye topraklarını kullanma talebine meclisten onay çıkarmak için elinden geleni yaptı. AKP yönetimi bu çabada iken mecliste CHP’nin ve sokakta ise esas olarak sosyalistlerin yönlendirdiği savaş karşıtı muhalefetin itirazı vardı. Sonuç olarak da AKP içi çelişkiler de harekete geçti ve AKP liderliğinin tüm çabalarına rağmen 1 Mart 2003’teki oylamada ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girişine onay çıkartılamadı. Buna rağmen AKP, İskenderun limanını fiili geçişler için açtı ve 20 Mart’ta çıkardığı bir başka tezkere ile Türkiye hava sahası ve üslerini Irak savaşı için seferber etti. Bugün bütün Ortadoğu’yu saran yangın 2003’te Irak’ta başlamıştı. Ne barışçıl bir başlangıç!

Aniden mi?

Wallerstein “Böylelikle AKP, iktidardaki ‘örnek’ İslamcı hareket haline geldi” dedikten sonra keskin bir geçiş yapıyor: “Aniden her şey dağılır gibi oldu.” Sonra da ekonomi, Kürt sorunu, Suriye’deki kötü gidişten söz ediyor. Neden olmuş? Neden gösterilmiyor ama ANİDEN olmuş.

Ekonomi politikaları çok iyiyken, Kürt sorununda işler iyi giderken, dış politika iyi giderken, ülke demokratikleşirken ANİDEN her şey terse dönüyor. Bu öyküde bir saçmalık yok mu? Neden sonuç ilişkisi nerede? Belki de Wallerstein’in liberal entelektüellere ve AKP destekçilerine uyarak söz ettiği türden bir yükseliş, ekonomik başarı, demokratikleşme, dış politika başarısı vs yoktur. Neden “Bugünkü tabloya bakarak geri döndüğümüzde, AKP’nin ilk 10 yılının bir başarı öyküsü olarak değerlendirilemeyeceği açıktır, yanlış değerlendirdik” denilmiyor?

Neden 1 Mart 2003’te Irak tezkeresini engelleyen savaş karşıtı hareket, Haziran 2013 Gezi İsyanı, Ekim 2014 Kobanê İsyanı gibi iktidar blokunu çatlatan aşağıdan hareketler yok sayılarak her şeyin ANİDEN olduğu varsayılıyor?

Hiçbir şey aniden olmadı. Tayyip Erdoğan zaten yanlış bir yoldaydı ve kendisi iktidar yolculuğunda yükselirken Türkiye’yi uçuruma doğru sürüklüyordu. Başarı öyküsü, bu süreçten çıkar sağlayanların uydurduğu bir şeydi. Türkiye’de ezilenlerin çıkarlarını esas alan toplumsal muhalefet bu gidişat karşısında en karanlık günlerde bile sürekli mücadele içinde oldu. Gezi ve Kobanê direnişi gibi sarsıcı halk direnişleri nedeniyle iktidar blokunun çatlakları belirdi, AKP’nin bir yönetememe haline sürüklendiği iktidar aygıtı içindeki müttefiklerince de görüldü. Devlet aygıtının yeniden düzenlenmesi ihtiyacı açığa çıkınca da, eski dostlar düşman oldu.


Şimdi AKP’nin ülkeyi sadece son 4 yıldır değil tam 14 yıldır sürüklediği o uçurumun bir yerlerindeyiz. İster Immanuel Wallerstein olalım ister onun sıradan bir okuru, mevcut durumu anlamak için liberal safsatalardan uzak durmaya, sınıf eksenli daha sağlıklı değerlendirmelere ihtiyacımız var.(SENDİKA.ORG)
Daha yeni Daha eski