“SB Döneminde halkın emeği, RF döneminde halkın emek birikimi yağmalandı” İkinci El Zaman Üzerine Gün Zileli ile Röportaj – Melih Dalbudak...
“SB Döneminde halkın emeği, RF döneminde halkın emek
birikimi yağmalandı” İkinci El Zaman Üzerine Gün Zileli ile Röportaj – Melih
Dalbudak
Çağdaş Ses’te yayınlanmıştır.
İkinci El Zaman Üzerine Gün Zileli ile Röportaj - Melih
Dalbudak
Svetlana Aleksiyeviç,
İkinci El Zaman (çev: Sabri Gürses, Kafka, 2016)
- Öncelikle
kitabı nasıl bulduğunu sorayım; seçilen kişiler, röportajcının araya girişleri,
öğrenmek istediklerini tam olarak alıp alamaması gibi açılardan nasıl buldun?
Sovyetler Birliği’ni ve bugünkü Rusya’yı sıradan insanların
gözünden değerlendiren ve kıyaslayan röportajlara dayanan böyle bir kitap
muazzam bir emek ürünü olmalı. Seçilen kişiler bakımından özellikle. Rus
toplumunun çeşitli katman ve eğilimleri yansıtılmış. Röportaj yapılanların
yaşları belirtilmiş ama röportajın hangi yıl yapıldığı belirtilmemiş. Bu bir
eksiklik bence ama yine de anlatılanlardan aşağı yukarı zamanı çıkarmak mümkün
olabiliyor. Netice olarak, çok güzel bir kitap. Heyecanla okudum sonuna kadar.
- Sosyalizm
gerçekten bitti mi? Güler yüzlü, insanî yüzü ön planda bir sosyalizm inşa
edilemez mi?
Bir şeyin bitmesi için önce başlaması gerekir. Sosyalizm hiç
olmadı ki bitsin. Sovyetler Birliği, Çin gibi devletçi sistemlere sosyalizm
adını takıyorsak o başka tabii. Üretim araçlarının devlet mülkiyetine
geçirilmesi sosyalizm olarak ilan edildi. Oysa sosyalizm, üretim araçlarının, o
üretim araçlarını yapan ve çalıştıran emekçi sınıfların elinde olmasıdır. Eh
devleti “işçi sınıfının temsilcileri” ele geçirdiğine göre… denebilir ama bu da
çok yanlıştır. Birincisi, nerden bellidir onların “işçi sınıfının temsilcisi”
olduğu, ikincisi, üretimdeki bir sınıf temsil edilebilir mi? “Temsilcilerin” o
sınıfı anında sattıkları binlerce tecrübeyle sabittir. Hem emekçilere en
yabancı aygıt olan silahlı külahlı devlet nasıl oluyor da işçi sınıfını temsil
ediyor. Sömürücü sınıfların devletleri olur ama üretimdeki işçilerin devleti
olmaz. İşçi sınıfının olduğu farz edilen devleti günde sekiz, on saat çalışan
işçiler nasıl olacaktır da yönetecektir? Bunun olamadığı da pratikte
ispatlanmıştır.
Soruyu, “devletçi sistemler gerçekten bitti mi?” diye sormak
daha doğru geliyor bana. Böyle sorulduğu zaman da cevabım, “gerçekten bitti,”
olacaktır. Böylesine baskıcı bir monolitik devlet sisteminin 70 yıl yaşaması
bile bir mucizedir. Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman kitabı da bize bunu
söylüyor zaten. “Güler yüzlü sosyalizm,” Prag Baharı’nın sloganıydı. Asık
yüzlü, gri bir devlet sistemine karşı ileri sürülmüştü. O zaman haklı ve doğru
olan bu sloganı bugün genelleştirmek bana doğru gelmiyor. Böyle bir sosyalizm
türü yok. Sadece gerçek sosyalizm var, o da bugüne kadar gerçekleşmediği gibi,
pratiğe hiçbir şekilde geçmedi. İnşa edilemez mi? “İnşa etmek” deyimi de bana
pek doğru gelmiyor. Kapitalizme alternatif böyle bir toplum elbette adım adım
gerçekleşebilir. Bunun tek koşulu da gerçekten toplumu oluşturan insanların
bunu istemeleridir. Dayatmayla hiçbir şey yapılamaz.
- Sovyetler
deneyimi, sosyalist bir kültür ve bellek oluşturmadı mı? Sosyalizm; NKVD,
toplama kampı ve Demir Perde’den mi ibaret yoksa?
Bugüne kadar “sosyalist” iddialı rejimler ne yazık ki
bunlardan ibaretti aşağı yukarı. Bu tür rejimlerde, aynı bizdeki ilk cumhuriyet
dönemi gibi bir kültür oluşturuldu elbette. Bunlar baskıcı ama aynı zamanda
ilerlemeci rejimlerdi. Dolayısıyla vatandaşlarına belli bir kültürü
aşılamışlardır. Kitapta da görülen, bazı Sovyet vatandaşlarının özlediği bu
kültürdür. Bu kültür bir yanıyla ileri bir kültürdür ama aynı zamanda otoriter
bir rejime razı olmaya da cevaz verir. Bizim cumhuriyet dönemi kültürü gibi.
- Özgürlük
öğretilebilir mi veya insanlar köleliği neden sever ve seçer? İnsanın en
yakınlarının birbirini ihbar etmesi nasıl mümkün olabilir?
İnsanların köleliği sevdiğini ya da seçtiğini sanmıyorum.
Olsa olsa köleliğe alıştıklarını ve giderek benimsediklerini söyleyebiliriz.
Totaliter bir rejimde insanların birbirlerini ihbar etmesinin nedeni polis
korkusudur. Örneğin Stalin döneminde “muhalif fıkra” anlatanları ihbar
etmeyenler bile içeri alınıp mahkûm edilmiş veya işinden olmuştur. Topluma
bilinçli olarak öyle bir korku empoze edilir ki, “ihbar etmediğim anlaşılırsa
hapı yutarım,” korkusuyla insanlar ihbara yönelir. Tabii bu bir ahlâki
yozlaşmadır aynı zamanda. Ama bunun verdiği ruhsal rahatsızlık da, “sosyalist
anavatana hizmet” propagandasıyla biraz olsun yatıştırılır. Vatandaşlarının
“kültürel geriliğinden” endişelenen bu tür rejimler aynı vatandaşların ahlâki
yozlaşmasını “sosyalizme bağlılık” olarak kutsamaktan geri kalmamışlardır.
- Stalin bir
kişi veya döneme ait bir ad mı, yoksa bir anlayış mı?
Kısaca belirtecek olursam, Stalinizm, bu tür total
diktatörlüklerin en özet ve beliğ ifadesidir.
- Rusya’da
Marksizm-Leninizm’in yerini Ortodoksluğun almasını nasıl değerlendiriyorsun?
Sovyetler Birliği’nde “Marksizm-Leninizm” devletin resmi
ideolojisi, yani bir anlamda dinidir. Bizde Kemalizm’in devletin resmi
ideolojisi olması gibi. Ortodoksluğun ağır ritüelleri ve manevi ağırlığının
yerini devlet dini almaya çalışmıştır. Zaten bu yüzden de halk,
“Marksizm-Leninizm”e Ortodoksluğa yaptığı muameleyi yapmıştır, yani
ritüellerine uyarmış gibi yapmış ama kendi gerçek hayatının dışında tutmuştur.
Nazilere karşı savaşta halkı savaşa sürmekte resmi devlet dininin yeterli
olmadığını gören Stalin, kadim Ortodoksluğu yardıma çağırmış, kiliseye eski
itibarını geri vermiştir. Kısaca
söyleyecek olursak, halkın pek fazla benimsiyormuş gibi sarıldığı veya sarılır
gibi yaptığı her din veya ideoloji o halkın toplumsal yabancılaşma ölçüsünü
ortaya koyar.
- Kitapta
kırk küsur yerde salam kelimesi geçiyor, bunu nasıl okumalıyız?
Rusların yiyecek kültüründe salamın çok büyük yeri var.
Sovyetler Birliği döneminde, elbette özel dükkânları olan nomenklaturanın
dışında kalan sıradan halk salamdan yoksun kaldı ya da kitapta sözü edilen
“köpek salamı”na mahkûm edildi. Bir halkı en sevdiği şeyden yoksun edersen onun
düşünü görmeye başlar ya da onu nerede bulacağını hayal ediyorsa oraya yönelir.
- Bu kadar
basit yani?
Evet, bu kadar basittir. Rusların, kısa sürede başka bir
hayal kırıklığına uğrayacakları kapitalizme yönelmelerinde salamın önemli bir
payı olduğu anlaşılıyor ya da belki salam sadece bir simge.
- Rusya
halklarının ölümle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Ruslar tutkulu bir halk. Bu yüzden de uçlarda oynamayı
seviyorlar. Bu bakımdan bize de benziyorlar biraz. Tutkulu insanlar yaşamı ne
kadar severlerse ölümle oynamayı da o kadar severler. Onu yüceltmeyi de.
Sanırım Rus ruleti bile bunun göstergesi!
- “Stalin tüm bunları yaptı ama faşizmi
yendi, büyük bir devlet kurdu,” argümanını nasıl karşılıyorsun?
Ooooo… Bu başlı başına büyük bir tartışma konusu. Hatta
temel tartışma da diyebiliriz. Bir kere yukarıdaki ifadeye itiraz etmek
istiyorum. Faşizmi yenen Stalin değil, Sovyet halklarıdır, Balkanlardaki ve
Avrupa’daki partizanlardır, tüm yeraltı direnişleridir, vb. Tarihi, kişiler
yapmaz, büyük toplumsal gelişmeler ve halklar yapar. İkincisi, kişiler açısından bakacak olursak, evet
Stalin’in bu “yurtseverlik savaşı”nda birleştirici bir rolü olmuştur. Özellikle
savaşlarda halklar böyle figürlere ihtiyaç duyar. Bu anlamda uzaktaki Çar’ın
rolünü oynamıştır. Fakat kişi olarak gerçek rolüne gelirsek, faşizme karşı
savaşa çok büyük zararları dokunmuştur. Hitler-Stalin Paktı’nı imzalayarak
anti-faşist cepheyi çökertmiş ve faşistlerin savaşı başlatmasını
hızlandırmıştır. Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırıncaya kadar Nazi’lerin
Avrupa’yı istila etmesine yardımcı olmuş ve faşizme karşı direnişleri
kırmıştır. Almanların Sovyetler Birliği’ni istilasına karşı hiçbir ciddi önlem
almamış ve büyük Kızıl Ordu tümenlerinin esir düşmesine yol açmıştır. İçeride
uyguladığı baskıcı rejim yüzünden Sovyetler Birliği içinde birçok yerde halk
başlangıçta Nazi’leri kurtarıcı gibi karşılamıştır. Neyse ki, faşistler tüm
zorbalıklarıyla halkın üzerine yüklenmiştir de, Nazi’lere karşı direnişin
zorunluluğu kısa sürede anlaşılmıştır.
“Büyük devlet kurdu,” argümanını ise gülünç buluyorum.
Devrimcilerin “büyük devlet” kurmak diye bir amacı olacağını sanmıyorum. Büyük
devlet demek, büyük hapishane demektir. Sovyet devleti de zaten büyük bir
halklar hapishanesiydi. Lenin’in kulakları çınlasın!
- Beni en
çok; evini mafyaya rızasıyla veren kadının hikâyesi etkiledi. Seni en çok
etkileyen anlatımlar hangileri?
O kadar çok var ki, hangisini söyleyeyim. Şimdi mesele şu:
Sovyetler Birliği döneminde devlet halkın emeğini yağmaladı. Rus federasyonu
döneminde ise halkın emeğinin birikimi olan devlet sermayesi yağmalandı.
Sonuçta her ikisinde de gerçek anlamda yağmalanan çalışan sıradan halk. Bu
durum Rusya halklarını neredeyse şizofren denebilecek bir konuma sokmuş. Beni
kitapta en çok etkileyen bu. Aynı insan; bir bakıyorsunuz Sovyetler Birliği
dönemine lanetler okuyor, biraz sonra da aynı Sovyet dönemine ağıtlar yakıyor.
Çünkü gelen gideni arattı neredeyse. Artık mafya sokaklarda kelle götürüyor.
Şöyle düşünüyor Sovyet insanı: Evet, Sovyet polisi beni bastırırdı ama can
güvenliğimi de sağlardı. Sesimi çıkartırsam canımı alır, boyun eğersem yaşamamı
sağlardı hiç değilse. Ya şimdi? Özgürlük geldi de ne oldu? Mafyanın önünde
boynumuz kıldan ince. Eskiden polisin yaptığını şimdi mafya yapıyor. Üstelik
eski polisten farklı olarak, sesimi çıkartmamak da fayda etmiyor ona. Kitaptaki
röportajlarda çok tipik şeyler var.
Sovyetler döneminde özgürlüğe susamış insanlar bile bir noktaya gelince
eski rejimi, örneğin Brejnev’in “durgunluk” dönemini bile özlemle anabiliyor.
Korkunç bir dilemma!
-
Gorbaçov-Yeltsin dönemlerini ve özellikle Gorbaçov’a yönelik darbe
girişimini nasıl değerlendiriyorsun? Gorbaçov, Rusya’ya kapitalizmi Yeltsin’in
getirdiğini iddia ediyor.
Gorbaçov ne yazık ki çıkışsızdı. 70 yıl sürmüş baskıcı bir
rejimi biraz gevşettiğiniz an insanlar kapılara hücum eder. Aynı şey Stalin’in
ölümünden sonra ve Kruşçev reformları döneminde de olmuştu. Stalin ölünce
rejimin gevşeyeceğini ve hatta hemen ertesi günü gevşemeye başladığını anlayan
Gulag mahkûmları anında ayaklanmalara giriştiler. Bunlar duyulmadı tabii.
Rejimin gevşetilmesi ihtiyacını ilk dile getiren, Kruşçev’den de önce
Beria’dır, bu da pek bilinmez. Çünkü Gulaglardaki feci durumu en iyi bilen
Beria’ydı. İşte bir dilemma daha. Sıkı rejimi gevşetmezseniz büyük patlamalar
olacaktır; gevşetirseniz yine büyük patlamalar olacak ve belki de rejim
yıkılacaktır. Kruşçev, Macar Devrimi’yle ve Doğu Avrupa ülkelerindeki işçi
ayaklanmalarıyla bu yüzden karşılaştı. Gorbaçov da öyle. Rejimi gevşetmek
zorundaydı, yoksa rejim büyük bir patlamayla yıkılacaktı. Ama gevşetince de yıkıldı.
İşte diktatörlük-özgürlük diyalektiği böyle bir şeydir.
Biz o zamanki devrimciler –ben de dahilim buna- Gorbaçov’un
değerini ve önemini yeterince anlayamayıp açıkçası ukalalık ettik. Hatta
üniversitelerde gençler Gorbaçov’u protesto gösterileri yapmayı devrimcilik
sandılar. O zaman Gorbaçov’un önemini anlayan bizim içimizde bir tek Halil
Berktay oldu. Sovyetler Birliği içindeki halk, salama koşacağına gerçek anlamda
özgürlüklerine koşsaydı belki de kapitalizmin restorasyonu bu kadar kolay
olmayabilirdi. Ama ah vah etmenin bir anlamı da yok. Toplumlar kendi bildikleri
yolda, oluşmuş birikimlerin gösterdiği yolda gidiyor.
- Ben de
Ankara’da 1989 veya 1990 yılında Kızılay’da Mc Donald’s kuyruğu görmüştüm. Aynı
şey Moskova’da da yaşanmış. İnsan nasıl olur da bir anda ihtiyacı olmayan
şeyler için böyle davranır?
Bizdeki, bir modaya merakın sonucu, yoksa bir yoksunluğun
değil. Ama Sovyetler Birliği’nde olan, tamamen insanların en basit ve doğal
ihtiyaçlarından yoksun bırakılmalarıyla ve rejim tarafından yapay bir “açlığa”
mahkûm edilmeleriyle ilgili. O meşhur atasözünü değiştirerek söyleyecek
olursak: “İnsanları yoksun bırakırsanız ya Mc Donald’s’a ya da Coca Cola’ya
koşarlar.” Örneğin İngiltere’de Mc Donald’s işçi sınıfının en alt kesimlerinin
gittiği bir yerdir, kimse dönüp yüzüne bile bakmaz.
- Putin’i
nasıl değerlendiriyorsun? “Putin gitse ne olacak, başka bir hırsız, despot
oturacak tahta. Doğu ülkesiyiz biz, feodalizm var. Entelektüeller yerine
papazlar var,” anlatımını Türkiye’ye de uyarlayabilir miyiz?
Özgürlük/diktatörlük karşıtlığı her yerde karşımıza çıkıyor,
özellikle bugün. Özgürlükten uzak tutulmuş, ataerkil kültüre yatkın toplumlar,
özgürlüğe değil de otoritarizme daha yatkın oluyorlar genellikle. Aslında bu da
onların konformizmi. Bir özgürlük ağacını büyütmek için emek sarf etmektense
kapitalizm cangılında otoritarizmin sopasına tabi olmak daha rahatlarına
geliyor. Bu tür halklara güzelleme yapmanın bir âlemi yok. Gidip bir diktatöre
seve seve oy veriyorsa ya da Putin gibi bir diktatöre rıza gösteriyorsa bir
anlamda sopayı da hak ediyor demektir. Özgürlük zor iştir, çaba gerektirir.
Baba dayağına alışmış insanlar bu dayağın karşılığında kendi hayat yollarını
izlemek için çaba gösterme zahmetinden kurtulurlar. Baba bize yol gösteriyor!
- Eski
sorgucusu ile cephede karşılaşıp silah arkadaşı olan ama onu öldürmeyi de
düşünüp bunu yapamayan adamın hikâyesi sana ne düşündürdü?
Bu oldukça yaygın bir ruh halidir. Savaşta subaylar erlere
asla sırtlarını dönmezler. Zulüm
altındaki her insan bu tür fanteziler kurar.
- Svetlana
Aleksiyeviç’in edebi tarzı hakkında ne düşünüyorsun ve çeviriyi nasıl buldun?
Çok ilginç bir tarz. Hem edebi, hem sosyolojik. O
anlatımlarda gerçek insanın ruhunu buluyorsun. Ben çok beğendim. Şu anda Kadın
Yok Savaşın Yüzünde (çev: Günay Çetao Kızılırmak, Kafka, 2016) adlı kitabını
okuyorum. O da röportajlara dayanıyor. (12 Kasım 2016)