2016’nın son günlerine sığan olaylar, nasıl bir 2017 sorusuna da yanıt veriyor. Rekabet, çatışma, gerginliğin daha da artacağı bir yıl… ...
2016’nın son günlerine sığan olaylar, nasıl bir 2017
sorusuna da yanıt veriyor. Rekabet, çatışma, gerginliğin daha da artacağı bir
yıl…
2016’nın son günlerinde Suriye’de askeri ve politik
gelişmeler oldukça hızlandı. Suriye yönetiminin Halep zaferinin ardından, bu
kez Türkiye ve Rusya’nın garantörleri olduğu ülke çapında bir ateşkes üzerinde
mutabakat sağlandığı duyuruldu.
Bu gelişmelerin üstünden çok zaman geçmemişti ki bu kez ABD
yönetimi, Demokrat Parti Ulusal Komitesinin bilgisayarlarını hack’leyip,
Hillary Clinton’ın maillerini yayımlatarak ABD seçimlerine müdahale ettiği
iddiasıyla Rusya’ya karşı yeni yaptırımlar uygulama kararı aldığını dünyaya
duyurdu.
2016’nın son günlerinin, 2016 yılına damgasını vuran
Suriye’deki gelişmelerle tamamlanmış olması bir tesadüf değil. Suriye savaşının
son bir yıl içinde kazandığı yön hem önemli politik sonuçlar, hem de önemli
jeopolitik kaymalar yaratmaya başladı.
Rusya, İran, Suriye ve Türkiye’nin bulunduğu ‘yeni’ Suriye
masasında ABD, İngiltere ve Fransa yok. Onlar uzaktan izliyorlar. Birkaç ay
öncesine gidip Suriye meselesinde en fazla konuşan unsurlara baktığımızda, şu
an karşımızda duran tablonun ne derece şaşırtıcı olduğunu görebiliriz.
Türkiye son anda gerçekleştirdiği keskin bir dönüşle masada
kendisine bir sandalye buldu. ABD’ye yıllardır Suriye’ye askeri müdahale
çağrıları yapan AKP sözcüsü bir gazeteci, sanki yıllardır bu çağrıyı kendisi
yapmıyormuş gibi hiçbir rahatsızlık duymadan şunları yazabiliyor:
“Türkiye ve Rusya, Suriye’de ateşkes konusunda anlaştılar.
Muhalifler ve rejimi pazarlığa oturtmaya çalışıyorlar. İran da işin içinde. Bu
ülkeler, Suriye savaşının kazananı olmayacağını, kaybedeninin bütün bölge
ülkeleri olacağını biliyorlar. ABD ve Atlantik çevrelerinin Suriye planının
kaosa yatırım olduğunu, bölgede daha uzun süre belirsizliğin devamına yatırım
yaptıklarını, üç ülkenin de aynı çevreler tarafından tehdit edildiğinin
farkında.” (Ateşkes: İş Suriye olmaktan çıktı, Türkiye saldırı altında!,
İbrahim Karagül, Yeni Şafak)
Bunlar böylesine alçak ve anında kalıp değiştirme ustaları…
“Suriye savaşının kazananı olmayacaksa”, ABD ve Atlantik çevrelerinin Suriye
planı kaos yaratmaksa, -ki bizce de plan başından beri budur- 6 sene boyunca bu
alçakça plana neden hizmet ettiniz? Neden ABD ve Atlantik çevrelerinin bu
oyununda başrolü elde etmek için canhıraş çalıştınız? Suriye’nin yıkımında
birinci derecede rol aldınız?
Ama böyle bir dünyada yaşıyoruz işte… Batı basınında son
günlerde geniş yer bulmaya başlayan bir kavrama post-truth (hakikat-sonrası)
uygun bir dünya bu…
Tanınmış milyarder Soros’un Project Syndicate’e bu yıl
yazdığı bir yazı işte böyle bir hakikat-sonrası dünyanın ürünüydü. (Putin is No
Ally Against ISIS) Soros Batılı yöneticileri uyarıyordu, IŞİD’le savaşta
Putin’den müttefik olmaz. Soros’a göre Rusya’nın Suriye’deki hava
operasyonlarının görünmeyen bir hedefi vardı: Sivillere saldırarak, onları
Türkiye’ye doğru sürmek ve buradan Avrupa’ya geçecekleri için, Avrupa’da bir
göçmen krizi yaratmak.
Ama bu göçmen krizi zaten, ABD, Avrupa devletleri, Türkiye,
İsrail, Suudi Arabistan ve Katar’ın silahlandırdıkları, fonladıkları Cihatçı
çeteler marifetiyle seneler önce gerçekleşmemiş miydi? Beş milyon insan
yerinden yurdundan olup, Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a sığınmak zorunda
kalmamış mıydı? Nasıl olsa hakikat-sonrası dönemdeyiz, kim soracak bunun
hakikati nedir?
2016 yılı gerçekten de olağanüstü politik gelişmelerin
yaşandığı bir yıldı. Pek çok yorumcunun vurguladığı gibi, İngiltere’nin Avrupa
Birliği’nden çıkıp çıkmaması konusunda yapılan oylamadan Brexit kararının
çıkması, ABD’de seçimi Trump’ın kazanması ve Batı’da aşırı-sağ parti ve
hareketlerin yükselişi bu gelişmelerin en önemlileri idi.
Sovyet Sosyalizmi’nin yıkılışı sonrası yazdığı “Tarihin
Sonu” adlı makalesiyle belki de 20. yüzyılın en fazla tanınan yazarlarından
biri olan Francis Fukuyama, Sovyet Sosyalizmi’nin yıkılışı ile birlikte
insanlığın ideolojik evriminin tamamlanmış olduğunu, serbest piyasa ekonomisi
ve Batılı parlamenter demokrasinin insanlığın ulaşabileceği en ileri nokta
olarak kabul edildiğini iddia etmişti.
Trump’ın seçimi kazanmasının ardından Financial Times’a
yazan Fukuyama, (US against the world? Trump’s America and the new global
order, Nov 11)
bu sonuçla birlikte sadece ABD’nin değil tüm dünya
politikasının bir popülist milliyetçilik çağına girmekte olduğunu, öfkeli ve
enerji dolu demokratik çoğunlukların liberal düzene saldırılar düzenlediğini
söylüyordu. Yani onun iddialı “Tarihin Sonu” da artık sona gelmişti…
Fukuyama, öfkeli ve rekabetçi milliyetçilikler dünyasına
doğru kayma tehlikesinin büyük olduğunu ve eğer böyle olursa, bunun en az
Berlin Duvarı’nın yıkılışı kadar önemli bir kavşak olacağını ifade ediyordu.
Obama’nın Rusya’ya yönelik yeni yaptırımlar kararı alması ve
34 Rus diplomatını sınır dışı edeceğini bildirmesinin ardından bir yazı kaleme
alan New York Times editoryası, “Başkan Obama Rusya’yı sonunda cezalandırdı”
diyor. (President Obama Punishes Russia, at Last, 29 Dec)
Editorya, Rusya’yı cezalandırmakta geç kalındığını, bu
cezanın da yeterince sert olmadığını ama hiç yoktan da iyi olduğunu düşünüyor.
Obama’nın bu cezalandırma eyleminin, 20 gün sonra göreve başlayacak Trump’ı
Rusya konusunda zor duruma düşüreceğini belirtiyor.
Editoryanın yazdıkları ana akım Batı basınının genel
duruşunu yansıtıyor. Son zamanlardaki yorumlara göre, Batının merkezlerinde
yükselen milliyetçi hareketlerin, onların deyimiyle “popülizmin” bile nedeni
Putin ve Rusya. Bu öyle bir dönem ki, hadi Putin’in ABD seçimlerine müdahale
ettiğini kabul edelim, Avrupa’da yaşananlarla Putin ve Rusya’nın ne alakası var
sorusu bile sorulmuyor. Ne de olsa hakikat-sonrası…
Oysa aynı editorya seçimden birkaç gün önce şöyle yazmıştı:
ABD “2016’da cahil ve pervasız bir tiranın ABD Başkanı
seçilmesine çok yaklaştı. Bu sürreel, sefil başkanlık kampanyası ülkenin
demokrasi altyapısındaki bozuklukları ve halktaki öfkeyi gözler önüne serdi.”
(Imagining America on Nov. 9, Nov 5)
“Eğer salı günü Trump seçilmezse küçük bir nefes molası
verilecek, ancak her durumda asıl iş yani zorlu kısım sonra başlayacak” diyen
editorya Trump’ı ortaya çıkaran koşullara odaklanılması gerektiğini
belirtiyordu.
Seçimden sonraki hafta Batı basını Trump’ın yükselişini açıklayan
sosyal, ekonomik ve kültürel analizlerle dolmuştu. “Beyaz” işçi sınıfının
kaybettiği konum nedeniyle duyduğu öfkeyi isyana dönüştürmesinden tutun da,
çeşit çeşit açıklamalar.
Sonra aniden Rusya’nın seçimlere müdahalesi gündeme oturdu
ve adeta bir Soğuk Savaş dönemi propaganda dalgasından göz gözü görmez oldu.
Artık ne “beyaz” işçi sınıfınının öfkesi vardı, ne de başka sosyal ve ekonomik
konular…
Rusya, ABD demokrasisini baltalamak için seçime Trump lehine
müdahale etmişti..
Oysa Rusya ve Putin karşıtı dalgadan önce yazan Fukuyama,
ABD politik sisteminin geleneksel işçi sınıfını temsil edemediğini,
Cumhuriyetçi Parti’nin küreselleşmeden çok kazançlı çıkan şirketler ve onların
müttefikleri tarafından domine edildiğini, Demokrat Parti’nin ise, ekonomik
konulara odaklanmayı terk edip, kadınların, Afrikalı-Amerikalıların,
Hispaniklerin, çevrecilerin ve LGBT topluluklarının bir koalisyonuna dönüşmeye
başladığını iddia ediyordu.
Amerika’da işçi sınıfını temsil etmede yaşanılan
başarısızlığın Avrupa’da da aynı olduğunu ifade eden Fukuyama’ya göre bunun
nedeni, yaklaşık 20 yıldır Avrupa Sosyal Demokrat partilerine hakim olan
globalleşmeyle barışma eğilimi, Almanya’da Gerhard Schröder’in mühendisliğini
yaptığı “Neo-liberal reformculuk” ve Blairite merkezciliği.
Fukuyama bile durumu bu şekilde ortaya koyma noktasına
gelmişti. Trump’ın yükselişini Rusya’nın seçimlere müdahalesi ile açıklama
uyanıklığı, tam da hakikat-sonrası çağda yaşamakta olduğumuzu gösteriyordu.
Thomas Piketty, Emmanuel Saez ve Gabriel Zucman’ın
yakınlarda sonuçlandırdıkları bir araştırmaya göre, ABD’de nüfusun en alttaki
yarısının ulusal gelirden aldıkları pay 1980’den günümüze yüzde 20’den yüzde
12’ye gerilemiş. Aynı dönemde en üstte yer alan nüfusun yüzde birinin
gelirleriyse yüzde 12’den yüzde 20’ye yükselmiş. Yani yoksullardan alınanlar en
zenginlere aktarılmış.
Herkesin üzerinde ortaklaştığı öfkenin kaynağı esas olarak
bu rakamlarda ifadesini bulan gerçekliktir. Bu kitlelerin öfkesini gerçek
sorumlulara değil, bu örnekte olduğu gibi, Putin ya da Rusya gibi hedeflere
yöneltmek ise tam da Fukuyama’nın ifade ettiği tehlikeye, savaş tehlikesine
uygun bir toplumsal atmosfer yaratmaktadır. Bu, egemen sınıf tarafından son
derece bilinçli bir biçimde yapılmaktadır, her türden gericilik halkın üzerine
boca edilmektedir.
2016 yılı savaşlar ve yükselen milliyetçiliğin yılıydı. ABD
egemen elitinin bir kanadı, Rusya karşıtı kampanyaya hız verip, son derece
tehlikeli bir atmosferin doğmasına neden oldu.
Diğer kanat ise, seçim sonucunun belli olmasından kısa bir
süre sonra Trump’ın provokatif açıklamaları ile Çin’i tehdit etmeye başladı.
Karşılıklı açıklamaların ardından Çin Donanması’na ait gemiler bir ABD su altı
drone’una el koydular ve sonra iade ettiler.
Karşılıklı yoklamalar şeklinde gelişen bu olayların ardından
Çin Savunma Bakanlığı birkaç gün önce yaptığı bir açıklamayla, Çin
Donanması’nın sahip olduğu tek uçak gemisinin beraberindeki 5 savaş gemisiyle
devriye görevi yapmak için Güney Çin Denizi’ne gittiğini duyurdu. Çin yeni ABD
yönetiminin tehditleri karşısında geri adım atmıyordu…
2016’nın son günlerine sığan tüm bu olaylar, nasıl bir 2017
sorusuna da yanıt veriyor. Rekabet, çatışma, gerginliğin daha da artacağı bir
yıl…
Rekabetçi birikimin temel oluşturduğu kapitalist düzenin
krizleri çok yönlü etkiler yaratıyor. Krizlerin toplumsal ve politik sonuçları
uzun zamana yayılıyor ve patlamalı bir biçimde ortaya çıkıyor.
2016’da yükselen milliyetçiliklerin temelinde bu gerçek
vardı, yaşadığımız günlerin 1930’lara
benzerliği ya da benzemezliği bu nedenle çokça konuşuldu.
Suriye yönetiminin Halep zaferinin ardından hızla kotarılan
ateşkes süreci son derece kırılgan ve çok önemli bir jeopolitik kaymaya işaret
ediyor.
Bu jeopolitik kaymaya ABD yönetiminin nasıl bir cevap
vereceği büyük önem taşıyor, ancak her durumda Suriye’de savaşın devam edeceği
gözüküyor. Suriye yönetimi elini son derece güçlendirmiş durumda, ama bütünsel
bir zafer için henüz erken.
2016 Türkiye’de katliamlar, baskılar yılıydı. Açık faşizme
doğru ilerleyişinde önemli dönemeç noktalarından geçen Tayyip Erdoğan, hedefine
ancak savaşı büyütmek yoluyla ulaşabileceğini biliyordu. Her sıkıştığında
savaşı biraz daha büyüttü. 2017’nin Türkiye’de çok daha ağır koşullara sahip
bir yıl olması muhtemel.
Tarihsel ömrünü çoktan doldurmuş olan Emperyalist-kapitalizm
tüm dünyayı milliyetçiliğin, savaşların, gericiliğin alanına çeviriyor, çünkü
ancak bunlar sayesinde ayakta kalabiliyor. Bu temel gerçek nedeniyle, 2017’nin
2016’dan çok farklı olması için ciddi bir neden bulunmuyor.
2017’de, bu karanlıktan tek çıkış yolunun, işçi sınıfının
enternasyonalist sosyalist mücadelesi olduğu hiç bıkmadan dile getirilmeli,
bunun politik ve örgütsel dayanak noktalarının inşası için çalışılmalıdır.
(CENK AĞCABAY – SENDİKA.ORG)