“Bütün bu sürecin örgütlenebilmesi için, Ada’nın
emperyalistlerin oyuncağı yapılması için onların öldürülmesi gerekiyordu,
öldürüldüler... Katilleri, şimdilerde New York’ta görüşme masalarında oturup
pazarlık üstüne pazarlık yapıyor... Katillerin utanmaz arlanmaz destekçileri
ise gitgide cılızlaşan sesleriyle sokaklarda haykırıyorlar: Dayan Denktaş!
Yanındayız! Fotoğraf ise ortada duruyor... Bir ibret belgesi gibi... Görmek
isteyenlere...”
AKEL ve PEO içerisinde 1940’lı yılların ortalarından itibaren inanmış bir sendikacı, sosyalist ve entellektüel bir Kıbrıslıtürk olarak çalışmaya başlayan Derviş Ali Kavazoğlu, 1958 yılından sonra da artık partinin bu politikalarından oldukça rahatsızdır. Vanezos’un (Derviş Ali Kavazoğlu) kitabını okuyanlar bunu okurken sezeceklerdir. Buna rağmen partinin üst ileri gelenleri onu ulusal amaçları için oldukça suistimal ederler ve Kavazoğlu rahatsızlıklarını bazen tepkisel bir biçimde ifade etmeye çalışır. Vanezos’un kitabında Kavazoğlu’nun toplumu için fedakarlığı hiç ihmal etmediği ama AKEL içindeki ulusculuktan rahatsız olduğunu gösteren birçok örnek vardır. Örneğin 1963-64 yılındaki olaylardan sonra tamamıyle Türk bölgelerinden kopan Kavazoğlu, artık AKEL’in kendisine tahsis ettiği parti lojmanlarında veya kendisi gibi sosyalist Kıbrıslırum arkadaşlarının evlerinde kalmaktadır. 1963-64 olaylarında eğitimsiz kalan bazı bölgelerdeki (Dali ve Bodamya Köyleri) Kıbrıslıtürk çocuklara öğretmen bulup onların bu ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışır. Hatta Luricina (Akıncılar) adlı bir köyden bazı kişilerle de irtibat halindedir. Bu konuda oldukça saftır. Ama karşısındaki Kıbrıslıtürk fanatikler onu pusuya düşürüp öldürme amacındadır. Ölüm emri çoktan Yeraltı örgütü tarafından yürürlüğe konmuş ve kendisini katletmek için fırsat aranmaktadır. Birkaç defa güya eğitim sorunu için yanına yaklaşan sözügeçen köyden bazı kişilerle de buluşup bu konuları konuşur (Esasında bu kişilerin onu öldürenler arasında oldukları daha sonra anlaşılacaktır). Vanezos, Kavazoğlu’nun kendisine kitabında, Kavazoğlu’na koruma olarak verilen bir Kıbrıslırum gencinin (Akis Kusulidis) Çekoslovakya’ya kazandığı bir bursla eğitime gitme yerine bu sırada (Ağustos 1964) Dillirga’daki (Erenköy) Kıbrıslırum Ordusuna yazılıp oraya gitmesi ve Türk uçaklarının bombalama eylemi sırasında öldürülmesinin sonrasında bu kişi için yapılan cenaze töreninde bir AKEL yöneticisinin “Mansura çatışmalarında Kıbrıslı Rumların kanının Yunan kardeşlerimizin kanıyla karıştığından” bahsederek, şunları anlattığını kitabında nakleder: “Kavazoğlu’nun başını ellerinin arasına alarak, “İyi de, ben ne için mücadele veriyorum?” diye sorduğunu da kitabında yazar (sf.23-24). Yine Vanezos, Kavazoğlu’nun sitemkar bir şekilde: “Eğer bu söylenenler doğruysa bir sosyalist olarak benim burada bulunmam niye veya ben bu mücadeleyi niye verdim?” şeklinde şikayet etmesini de kitabında yazmaktadır. Pek tabi ki biz okuyucuların kafasında bile Vanezos’a göre oldukça bilinçli diye AKEL saflarında yer alan bu olaylarda öldürülen Kıbrıslırum genci için de bir tepki oluşmaktadır ki şöyle: Eğer bu Kıbrıslırum genci bilinçli bir AKEL üyesi ve de sosyalistseydi, Çekoslovakya yerine niye Kıbrıslırum ulusal Ordusuna yazılarak, oraya çıkarma yapan beş yüz Kıbrıslıtürk üniversite öğrencisine karşı savaşmaya gitmişti? Vanezos, bu gencin Kavazoğlu’na koruma olarak verilirken çok iyi bir sosyalist olduğunundan dolayı bu göreve seçildiğini söylemektedir ki bana yine bu olay, çelişkilerle dolu AKEL yapısı hakkında da bir örnektir diye geliyor.
KOMÜNİST, SENDİKACI KAVAZOĞLU’NUN KATLEDİLMESİ
Kavazoğlu’nun katledilmesi de bu olaylardan sonra pek
gecikmez.O günlerde katledilmesi üzerine yayımlanan bir broşürde (Kıbrıs’ta
Tedhiş ve İşbirliği İçin Mücadelede Şehit Düştüler,Printko ltd, basıldığı yıl
belirtilmiyor) şunlar yazmaktadır:“...Arkadaşlarından biri Sendikalist Kosta
Mişauli ile beraber, otomobille Lefkoşa’dan Larnaka’ya gidiyordu. Tarih 11
Nisan 1965, günlerden Pazar günü, saat ö.e. 10.30. Yolda pusuya düşürüldü.Emperyalizmin
organları Kavazoğlu ve Mişauli’yi otomatik silahlarla kısa mesafeden adeta
taradılar. Vak’a mahallinden 2-3 saat sonra geçen Barış Gücü kuvvetleri, iki
arkadaşın cesedlerini otomobil içinde kucaklaşmış buldular…” (sf.25).Vanezos,
Kavazoğlu’nun korunması üzerinde partinin pek fazla titizlik göstermediğini ve
de olaya şüpheyle yaklaşılması gerektiğini de imalı bir şekilde kitabında
yansıtmaktadır. Gerek yukarıdaki broşürde gerekse Vanezos’un kitabındaki
resimlerde Kavazoğlu ve Mişauli’nin tabutlarının bir ayrımcılık öğesi olan
ulusal bayraklara sarılması da bende bir o kadar daha tepki yaratmıştır.
Nitekim eski Kıbrıslırum Cumhurbaşkanı, eski AKEL sekreteri Hristofyas da
geçmiş senelerde, Dali köyü’nde Kavazoğlu için yapılan bir toplantıda, bizzat
benim de hazır bulunduğum bir sırada, bu ayrımcılığa bazı AKEL üyelerinin de
karşı çıktıklarını söylemişti. Eğer sosyalist mücadelede ulus ve ulusçuluk
öğeleri öne çıkarılmaması gerekiyorsa, buradaki Türk ve Yunan ulusal bayrakları
niye yer almıştı? Bir de bu iki sosyalist nefer niye ayrı ayrı mezarlıklara
gömülmüşlerdi? Eşitliğin bir simgesi sayılması gereken ölüm olayında bile bu
iki sosyalist neferin ayrı ayrı yerlere gömülmeleri (Mişaulis Lefkoşa
Kıbrıslırum Mezarlığına-Kavazoğlu da Dali Mezarlığına gömüldü,u.ı) de bana göre
büyük bir hata olmuş ve de o günlerde etkili olan ulusçuluk öğesinin ne kadar
AKEL saflarına yerleştiğini de göstermiştir.Kavazoğlu’nun dramı, birinci kuşak
Kıbrıslıtürk Solu’nun da dramıdır aslında. Bu dramdan hem ideolojik hem de tarihsel
olarak dersler çıkarılmalıdır. Kıbrıs’taki olaylar diğer ülkelerdeki sol
mücadeleye de örnek olacak deneyimler taşımaktadır. Özellikle ulusculuğun
sosyalist mücadeleyi böldüğü görüşü gerçekliğinde…
Kaynakça:
(*) Kıbrıs’ta Tedhiş ve İşbirliği İçin Mücadelede Şehit
Düştüler, Printko ltd.
(*) Vanezos (2009).Derviş Ali Kavazoğlu, Galeri Kültür
Yayınları, Lefkoşa.
(SESONLINE.NET – Ulus IRKAD – 18.1.2016)Kaynak: “Derviş Ali
Kavazoğlu’nun dramı…” - Sevgül Uludağ
DERVİŞ ALİ KAVAZOĞLU KİMDİR
Derviş Ali Kavazoğlu (4 Nisan 1924, Mağusa, Alaniçi - 11
Nisan 1965), AKEL üyesi Kıbrıslı Türk siyasetçi.
1924 yılında Mağusa kazasına bağlı Alaniçi köyünde dünyaya
gelir. İlkokula köyünde başlar. 5.sınıftayken babasını kaybettiği için Büyük
Kaymaklı'daki akrabalarının yanına gider. Yoksul olduğu için okumaya devam
edemez. Kıbrıs Rumu bir marangozun yanında çalışmaya başlar. Çalışma hayatında
zaman geçirdikçe sendikalarla ilgilenir, Marksist edebiyat okumaya başlar.
Mesleğinde ilerleyince kendi marangoz dükkanını açar. Türk-Rum tarafları
arasında çıkan olaylar sırasında dükkanı yanacaktır. 1954 yılında yeni bir
dükkan açacak ancak çıkan olaylar sonucunda 1958 yılında Lefkoşa'nın güneyine
gitmek zorunda kalır.
Bu dönemde Rauf Denktaş'ın aksine Kıbrıs'ın bağımsızlığının
ardından Türk-Rum toplumlarının ayrılmamasını savunuyordu. Siyasi çalışmaları
sonucunda AKEL üyesi olur ve Merkez Komitede görevlendirilir. Ayrıca iki halk
arasında dostluk sağlanması yönündeki çalışmalarından dolayı çeşitli ödüllerle
onurlandırılır. Rum kesimi tarafından onurlandırıldığı için bazı Kıbrıslı Türk
çevreler tarafından vatan haini olarak eleştirilir.
Kıbrıs genelinde Türkler ve Rumlar arasında çatışmalar
sürerken Kavazoğlu ile Kostas Mişaulis barış içinde bir arada yaşamayı
savunuyorlardı. İki siyasetçi de AKEL üyesiydi, Mişaulis ayrıca PEO
sendikasında görevliydi. İkili Yunan-Türk kardeşliğinin dile getirildiği anma
törenlerinde her yıl anılırlar. (WIKIPEDIA.ORG)
Orada gördüğünüz iki insan, Derviş Ali Kavazoğlu ve Kostas
Michaulis’tir...
Bugünlerde, Kıbrıs görüşmelerinin bıktırıcı turlarından
bilmemkaçıncısı gerçekleşirken, kimileri elde bayrak “Dayan Denktaş” diye
sokağa dökülür, kimileriyse Türkiye’de bir türlü beceremedikleri AB
operasyonunu adadan başlatmak derdine düşmüşken, bu iki isim pek bir anlam
ifade etmeyebilir.
Derviş Ali Kavazoğlu, Kıbrıs Sosyalist Partisi AKEL’in
merkez komitesinin Türk üyesi bir sendikacıdır.
Kostas Michaulis ise onun sendikacı arkadaşıdır.
Bu iki insan, 11 Nisan 1965 tarihinde, Lefkoşe’deki bir
toplantıdan Larnaka’ya giderlerken Denktaş’ın kurucuları arasında yer aldığı
Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) tarafından otomatik silahlarla kısa mesafeden
vurularak öldürüldüler. İkisi de sosyalistti, ikisi de adanın emperyalist
çıkarlar doğrultusunda bölünmesine karşı çıkıyor ve iki halkın kardeşliğini
savunuyorlardı. Ve fotoğrafta görüldüğü gibi, el ele öldüler.
Yalnızca onlar da değil... 29 Mayıs 1959’da öldürülen
İnkılapçı gazetesinin editörü Fazıl Önder ve 5 Haziran 1958’de öldürülen Kıbrıslı
Türk Atletizm ve Kültür Merkezi yöneticilerinden Ahmet Yahya da TMT’nin ve
Denktaş’ın kirli savaşının kurbanlarıdır. 2 Temmuz 1958’de Rum/Türk Kıbrıs Emek
Federasyonu yöneticisi Ahmet Sadi’ye ve Arif Barudi’ye suikast girişimleri
oldu. Ve sonra, 1962’de, Kıbrıslı Rum ve Türkler arasında daha yakın işbirliği
taraftarı gazeteciler olan Hikmet ve Ahmet Gurkhan TMT tarafından öldürüldüler.
En son örnek ise 1996’da da yine Rum ve Türkler arasında
işbirliği öneren gazeteci Kıbrıslı Türk gazeteci Kutlu Adalı’nın
öldürülmesidir.
Ama şüphesiz bunlar içersinde en trajik ve sembolik olanı
Kavazoğlu ve Mişaulis cinayetidir. Böylece TMT’nin vermek istediği ders, Rum ve
Türk işçilerin birliğini sağlamak isteyenlerin sonunun ölüm olacağıdır.
Adanın emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri
tarafından bölünmesine karşı duran, Türk-Rum dostluğu ve işbirliği için gerek
siyasal, gerekse sendikal alanda çalışmalarını yürüten Kavazoğlu, sık sık
yayımladığı bildiriler ve diğer yayın faaliyetleriyle, Kıbrıs Türk liderliğinin
adayı bölme politikasını eleştirmektedir. Bu yüzden yakın dostlarıyla birlikte
faşist yeraltı örgütünün hedefi haline gelmiştir.
Biraz Geriye Gidersek...
Ama hepsi bu kadar değil... Kavazoğlu ve Michaulis’in
şahsında bitirilmek istenen şey, Kıbrıs işçi sınıfının hiç küçümsenemeyecek
ortak mücadele tarihidir.
Bugün kafaları Annan, De Soto, Papadopulos, vb. gibi
doldurulmuş birçok sosyalistin bile bilmediği gerçek, Kıbrıs adasının aslında
belli bir sınıf mücadelesi tarihine sahip olduğudur.
Bu tarihin ilk halkaları, İngiliz egemenliği günlerine kadar
gider. Kıbrıs’ın kontrolünü 1878’de devraldıktan sonra 1914’e kadar Osmanlı
adına vergi toplayan İngiltere, Birinci Paylaşım Savaşı’nın başlaması üzerine
adaya tümüyle el koyduğunda ilk kıpırdanmalar başlar.
İlk ayaklanma 1931’de İngiliz Vali Sir Ronald Storrs gümrük
vergisini artırdığında patlar. Daha sonraları, 1930 ve 40’lar boyunca Kıbrıslı
Türk ve Rum kökenli işçiler Taşımacılık ve Liman İşçileri Sendikası’nda ortak
mücadele yürütürler. 6 Mart 1939’da Limasol Hamal Sendikası’nın kuruluş
toplantısına 40 Kıbrıslı Türk katılır. Magosa Hamal Sendikası komitesinde ise
eşit sayıda Türk ve Rum vardır. 1938-48 döneminde Türk ve Rum işçiler sekiz
saatlik çalışma günü, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma yasaları,
sosyal güvenlik, ücret artışı vs. için ortak bir mücadele yürütürler. Peş peşe
gelen grevlerde Kıbrıslı Türk ve Rumlar patronlara ve İngiliz sömürgeciliğine
karşı omuz omuza mücadele ederler. 1948’de iki bin Türk ve Rum işçisinin, Amerikan
Madencilik Şirketi’ne karşı başlattığı grev, 3 Ocak’tan 16 Mayıs’a kadar dört
ay sürer. Polis 3 ve 8 Mart’ta ateş açarak çok sayıda işçiyi yaralar ve 76 işçi
eşleriyle birlikte iki yıla varan hapis cezaları alırlar. Ceza alan 76 işçinin
17’si Türktür.
Ermeni, Rum ve Türklerden oluşan demiryolu çalışanları ise
1941 yılında greve çıkarlar. Grevi durdurmayı reddeden grev komitesi (ki
onların da üçü Türktür) İngiliz sömürge yönetimi tarafından tutuklanarak hapse
atılır. Ermeni, Rum ve Türk işçilerin yaygın protestoları sonucu mahkumlar
serbest bırakılır. Grev ise bütün taleplerini kazanır. Kıbrıslı Türk ve Rum
işçiler arasındaki işbirliği, 1944’de ayrı Türk sendikaları kurulmasına rağmen
devam eder. Kıbrıslı Türk işçilerin yarıdan fazlası ortak sendikalarda kalmayı
tercih ederler.
Şovenizmin Canlandırılması
Ama bu arada, “tehlike” artık farkedilmiştir. İki tarafta da
faşist unsurlar örgütlenmekte, kin tohumları ekilerek sınıfın birliği bozulmaya
çalışılmaktadır.
Madalyonun bir yanında İngilizlere karşı silahlı mücadele
başlatan faşist Grivas’ın EOKA örgütü vardır. Yunanistan İç Savaşı sırasında
yüzlerce komünistin işkenceye uğraması ve öldürülmesinden sorumlu olan Grivas
bir yandan İngilizlere karşı savaşırken diğer yandan da şovenist duyguları
körüklemekte ve bune karşı olan Rumları ve Türkleri katletmektedir.
İngiliz sömürge yönetiminin karakollar, vb. gibi bütün
riskli alanlarda Kıbrıslı Türkleri kullanması da bir yandan onların EOKA hedefi
olmasını getirmekte, diğer yandan da şovenizmi güçlendirmektedir. Yine de bu
süreçte EOKA’nın öldürdüğü solcu Rumların sayısı Türklerden daha fazladır. EOKA
1940’lı 1950’li yıllarda toplam olarak 265 infaz gerçekleştirmiştir. Bunların
143’ü İngiliz ve Türk iken 131’i Komünist Partisi AKEL ve hem Türk hem Rum
üyeleri olan PEO (Kıbrıs Emek Federasyonu) sendikası üyeleri olan Rumlardır.
Bu arada Türk kontra örgütlenmesi boş durmamakta, bir yandan
Ankara’da organize edilen TMT, Denktaş ve Dr. Fazıl Küçük’ün liderliğinde
cinayetlerine başlarken, diğer yandan da eski bir sömürge polisi olan Necati
Taşkın’ı Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu başkanlığına komployla
getirerek işçi sınıfını bölmeye ve şovenizmi yaygınlaştırmaya çalışmaktadır.
Kavazoğlu’nun deyimiyle Necati Taşkın, “1958’e kadar İngiliz sömürgecilere
yardımcı polis olarak çavuş rütbesiyle hizmet etmektedir” ve daha sonra “Türk
köylülere adeta kan kusturan Celal Hordan’ın faşist örgütünün önde
gelenlerinden biri olmuş ve Kıbrıs Türk İşçi Birlikleri Federasyonu’nun
liderliğini dağıtan Denktaş tarafından bu federasyonun genel sekreterliğine
tayin edilmiştir!”
Böylece 1963 yılına gelinmiş, Rum polisler ve Kıbrıslı
Türkler arasında çıkan bir olaydan sonra başlayan çatışmalarda 191 Türk ve 133
Rum ölmüştür. Ağustos 1964’de Türk jetleri Rum köylerini bombaladığında ise artık
her şey çığırından çıkmıştır. Kanlı bir süreç böylece başlamış, Ada’nın
bölünmesi için son adımlar da atılmıştı. 1960’lar bitip 1974’e doğru
gelindiğinde TC işgali başlayacak, daha sonra da KKTC isimli “devlet”in
kuruluşuyla birlikte bugüne dek süren bitmez tükenmez “Kıbrıs Sorunu” gündeme
gelecektir. 1960’larda her kentte Rumlar ve Türkler bir arada yaşarken ve 392
Rum ve 123 Türk köyüne karşın 114 köy de karma bir nüfusa sahipken 2000’lerde
gelinen nokta, tam ve kesin bir bölünmedir. Sendikalar ayrılmış, sınırlar
çizilmiş, Kavazoğlu ve Michaulis’in halkların kardeşliği düşü kan içersinde
boğulmuştur.
Kuzey Kıbrıs artık kocaman bir gazinodur; uyuşturucu dahil
her türlü kaçakçılık ve kontra-çete işleri Ada üzerinden yapılmaktadır.
Ve tabii bu arada Ada’da değişmeyen tek şey, İngiltere’nin
Dhekelia ve Akrortiri adalarındaki iki askeri üssü idi. Üstelik, İsrail ve
Lübnan’a 10 dakikalık mesafedeki konumuyla her Ortadoğu krizinde önemli bir rol
oynayan bu üsler, İngiliz toprağı sayıldığı için Kıbrıs yasalarına bile tabi
değillerdir.
Bu Fotoğrafa İyi Bakın!
Şimdi, bu kısacık özetten sonra, yeniden dönüp aynı
fotoğrafa, kurşunlanarak üst üste yığılmış bu iki solcu sendikacının cansız
yüzlerine bir kez daha bakın!
Kavazoğlu ve Michaulis...
Bütün bu sürecin örgütlenebilmesi için, Ada’nın
emperyalistlerin oyuncağı yapılması için onların öldürülmesi gerekiyordu,
öldürüldüler...
Katilleri, şimdilerde New York’ta görüşme masalarında oturup
pazarlık üstüne pazarlık yapıyor...
Katillerin utanmaz arlanmaz destekçileri ise gitgide
cılızlaşan sesleriyle sokaklarda haykırıyorlar: Dayan Denktaş! Yanındayız!
Fotoğraf ise ortada duruyor...
Bir ibret belgesi gibi...
Görmek isteyenlere...
Ada’da Bir Susurluk: TMT
Kıbrıs’ta bir dizi cinayet ve provokasyona imza atan Türk
Mukavemet Teşkilatı, Ankara’da Özel Harp Dairesi tarafından kuruldu. TMT’nin
Genel Başkan Yardımcılığı’nı üstlenecek olan Özel Harpçi İsmail Tansu, 1958’de
Türkiye’den Kıbrıs’a silah aktardıklarını ve özellikle Alparslan Türkeş’ten
yoğun destek gördüklerini hiç gizlemedi. (Bu konuda geniş bilgi için bkz.
Sosyalist Barikat, sayı: 10) Sanıldığının aksine TMT’nin başlıca hedefleri
Rumlar değildi; tam tersine bu kontra örgüt esas olarak solcu Türkleri
öldürüyordu ve bu anlamda Rum faşistlerinin örgütü EOKA’nın ikiz kardeşi
gibiydi.
Yine yıllardır yapılan propagandaların tam tersine, Ada’daki
ilk kan da Rumlar tarafından değil TMT tarafından akıtıldı. 1958’de Türkiye
Konsolosluğu Enformasyon Bürosu bombalama olayı üzerine İngiliz güvenlik
güçleri, 12 Haziran 1958’de Kondemenos köyünden sekiz Kıbrıslı Rum’u gözaltına
aldı ve en yakın Rum köyüne yaklaşık 10 km ötede Kıbrıslı Türklerin yaşadığı
Güneyli köyüne yakın bir yere götürerek serbest bıraktı. Bu Kıbrıslı Rumlar
TMT’nin emri üzerine Kıbrıslı Türkler tarafından katledildi. Bu olay iki toplum
arasında akan ilk kandır. Bu katliam ve provokasyonun ardında Denktaş’ın “bazı
arkadaşlarımız” dedikleri kişiler vardı. Denktaş, daha sonra İngiliz
televizyonundaki bir söyleşide, bu bombalama olayını da TMT’nin yaptığını
itiraf edecekti.
Daha sonraları TMT, bölünme politikalarına karşı çıkan
demokratlara, Rum işçileriyle birlikte PEO sendikasında örgütlenen ve mücadele
eden Türk işçilere karşı muazzam bir terör politikası izledi. İşçiler tam
anlamıyla silah zoruyla PEO’dan ayrılıp milliyetçi Türk sendikalara üye olmaya
zorlandı. TMT iki toplum arasındaki çatışmaları tırmandırmak için cami
kundaklama dahil her türlü provokasyonlardan da kaçınmıyordu.
TMT, 1958’den başlayarak Kıbrıslı Türkleri, köylerini terk
ederek kuzeye taşınmaya zorladı. 1963’de EOKA dağıldı ama eski EOKA unsurları
polisin içinde mevzilenmişti. TMT ise faaliyetlerini sürdürüyordu.
Denktaş: Sömürge Savcılığından Cinayet Şebekesi Kuruculuğuna
İşe 1949-57 yılları arasında İngiliz sömürgeci yönetiminin
mahkemelerinde başlayan bu “mümtaz devlet adamı”, genç EOKA savaşçılarını
yargılayıp idama mahkum eden bu mahkemelerde İngilizlerin savcılığını
yapıyordu. 1958’de TMT’nin kuruluşu Denktaş’ın savcılıktan istifası sonrasına
rastlıyor. KKTC Meclisi’nin resmi sitesi Denktaş’ı TMT’nin kurucuları arasında
tanıtıyor. (http://www. m.gov.nc.tr/cm/mb/ Rauf.htm)
Dönem boyunca bir dizi cinayete imza atan TMT’nin perde arkasındaki
isim olan Denktaş, daha sonraları Dr. Fazıl Küçük’ün ölümüyle birlikte suyun
başına geçti ve Kıbrıs’ın ikiye bölünmesi için bugüne dek yürütülen
provokasyonların resmi yöneticisi haline geldi. İngiliz sömürgeciliğinin
savcısı ve faşist TMT’nin kurucusu Denktaş o günden bu yana Kıbrıslı Türkler
için kurulan açık hava hapishanesinin müdürlüğünü yürütmektedir. (BARİKAT)
Derviş Ali Kavazoğlu’yla birlikte, kucak kucağa öldürülen
Kostas Mişaulis’in kızı Stella Mişaulis Dimitriu, geçmişi hatırlıyor...
“O gün, babamla birlikte gitmek istemiştim...”
*** Kostas
Mişaulis’in kızı Stella, 11 Nisan 1965’te 10 yaşındaydı... “Günlerden
Pazar’dı... O sabah, babamla birlikte gitmek istemiştim... Tatil günlerinde işi
çıktığında, beni de yanına alırdı. ‘Bugün olmaz’ dedi bana... ‘Önemli bir
işimiz var, Kıbrıslıtürklerle buluşup bu adada birlikte yaşamamız gerektiğini
konuşacağız... Ama söz, dönünce seni köyüme götüreceğim...’ Stella’nın babası
bir daha geri dönmedi çünkü kurulan bir pusuda Kavazoğlu’yla birlikte aynı
araçta öldürüldü...
*** Stella uzun yıllar aynı rüyayı gördüğünü anlatıyor:
“Babam gizlice geliyor, fısıltıyla konuşuyordu bana... ‘Olduğum yerde iyiyim,
iyi yaşıyorum ama beni unutma çünkü geri döneceğim’ diyordu. Her zaman da
‘Dikkatli ol ve anneni sev’ diyordu. ‘Onu kızdırma’ diyordu...”
Onlar “milliyetçiliğin” öksüz ya da dul bıraktıkları...
Babalarını ya da eşlerini öldürenler
milliyetçiliğin ölüm mangaları, tetikçileri oldu..
Ne tür fırtınalar yaşadılar? “Milliyetçiliğin kurbanları”
olarak nasıl bir hayatları oldu? Neler hissettiler? Şimdi yaşadıklarına dönüp baktıklarında, ne
tür bir Kıbrıs’ın düşünü kuruyorlar? Bazıları ilk kez konuştu ve
yaşadıklarını anlattı...
İki toplumun “karanlık dönemleri”ne ışık tutmaya çalışan bu
röportajlardan ilki Stella Mişaulis Dimitriu’yla...
Stella’yla ilk kez 1980’li yıllarda Atina’da bir konferansta
tanışmıştık... Stella bir çocuk doktoruydu ve şimdilerde, AKEL’den
milletvekilliğinin yanısıra hekimliğini de kliniğinde sürdürüyor.
Stella, Mişaulis’in kızıydı – Derviş Ali Kavazoğlu’yla aynı
araçta, deyim yerindeyse “kucak kucağa” öldürülen Kostas Mişaulis’in kızı...
Kavazoğlu ile Mişaulis, Kıbrıs’taki sol harekette bir simgeydi... Ancak
Mişaulis’le ilgili Kıbrıslıtürkler pek fazla bir şey bilmiyorlardı...
Stella’nın babası Kostas Mişaulis, Derviş Ali Kavazoğlu’yla birlikte,
Kıbrıslıtürk ölüm mangaları ya da “tetikçiler” tarafından 1965 yılında,
Mişaulis’e ait Fiat marka bir aracın içinde, Lefkoşa- Larnaka yolunda pusuya
düşürülerek öldürülmüştü. Stella’nın kendi gibi hekim olan eşi Andreas
Dimitriu’nun babası ise, Grivas’ın ölüm mangaları ya da “tetikçileri”
tarafından öldürülmüştü... Birinin babası Kıbrıslıtürk faşistler, ötekinin
babası Kıbrıslırum faşistler tarafından öldürülen, bu travmayı yaşamış bir çift
yürek oluşturmuşlardı... Birlikteydiler... Üç çocukları vardı...
Hem Stella, hem de Andreas’la, her ikisiyle de konuşmak
istedim – Kıbrıs’ta yaşananların özü gibiydi yaşamları ve toplumlarımızdaki
karanlık ve kanlı dönemlerinden nasibini fazlasıyla almış bir çifttiler... Stella Mişaulis Dimitriu, Lefkoşa’nın
güneyinde bulunan “Mişaulis-Kavazoğlu Sokağı”ndaki evinde sorularımızı
yanıtladı...
Onunla röportajımız şöyle:
Soru: Stella, ne zaman doğdun?
Mişaulis: 1954’te Ekim ayında Lefkoşa’da doğdum, şimdi
evimizin bulunduğu Akropolis bölgesinde...
Soru: Çocukluğundan neler hatırlıyorsun? Mutlu bir çocukluk
geçirdin mi? 50’li yıllar Kıbrıs’ta gergin yıllardı... Bunu hiç hissettin mi
çocukken? Nasıldı o dönem?
Mişaulis: Yeterince iyi bir çocukluk geçirdim... İyi diyorum
çünkü evimizde her zaman mutluluk vardı, komşularımızla aile gibiydik...
Soru: O dönem komşularımız ailemiz gibiydi...
Mişaulis: Evet, çoğumuz için komşularımıza ailemiz kadar
yakındık... Bir de kızkardeşim var, benden 2 yaş büyük, adı Elektra... Annemin
adı Andriana, babamın adı Kostas.
Soru: Baban nereliydi?
Mişaulis: Babam Ayios Epifanios köyünde doğmuştu, belki
Palehori’yi biliyorsunuz, oralarda. Lefkoşa bölgesindedir...
Soru: Ne iş yapıyordu baban?
Mişaulis: Ayakkabıcıydı... Bir de tarlası vardı, toprakla
uğraşmayı severdi, tavuk yetiştirmek de istemiş, bir tavuk çiftliği kurmuştu
ancak bu iyi gitmemiş, orayı kapatmıştı. Çalışmayı çok severdi, pek çok şey
gelirdi elinden... Ancak mesleği ayakkabıcılıktı...
Soru: Herhalde sendikadaydı da...
Mişaulis: Her zaman AKEL’de ve PEO’daydı... Sürekli okumayı,
yazmayı severdi. Eskiden radyodan skeçler yayımlanırdı... Böyle skeçler yazardı
radyo için ve bunlar yayımlanırdı. Hayatla ilgili radyoya yönelik tiyatro
oyunlarıydı bunlar. Bu skeçlerde ana mesaj barış içinde yaşamaktı, çalışmanın
insanı geliştirdiğiydi, hayata dair sağduyulu düşüncelerdi... Müziği de çok
severdi, Bizans müziğini incelemişti.
Soru: Bir müzik aleti çalıyor muydu?
Mişaulis: Evet... Gençken keman çalardı, kardeşi de lavta
çalardı, birlikte düğünlerde çalarlardı... Böyle bir düğünde keman çalarken
tanışmıştı annemle! Çalışmayı, öğrenmeyi çok severdi. Barışçıl bir insandı ve
başka insanlara yardım etmeyi severdi. 40 yaşındayken AKEL aracılığıyla burs
alarak Almanya’ya gitti, burada ziraat okudu. EKA diye tarımsal alanda örgütlü
bir sendika vardı, orada iyi bir yer edinmek istiyordu...
Soru: Onunla nasıl zaman geçirirdiniz?
Mişaulis: Bu dönemi çok iyi hatırlamıyorum, Doğu Almanya’da
eğitimi bir yıl sürmüştü ve bir yıl bizden uzaktaydı. Sonra geri geldi...
Döndüğünde Laiko Kafekoptiyo’da (Laiko Kahve Fabrikası’nda) çalışmaya
başlamıştı, aracıyla dağıtım yapıyordu... Laiko’nun ürettiği kahve ve diğer
ürünleri aracıyla köylere dağıtıyordu.
Soru: Hatırladığım Laiko, AKEL’e ait bir kooperatifti o
dönem...
Mişaulis: Bilmiyorum, olabilir... Birlikte olduğumuz
zamanlarda bizimle yalnızca oturup konuşmadığını, birlikte oyunlar oynamayı
sevdiğini hatırlıyorum. Hareketi severdi, ilginç oyunlar oynamayı, gülmeyi,
bizi kovalamayı, bizleri köyüne götürerek ailesini ziyaret etmeyi severdi.
Ayios Epifanyos köyüne... Çok meşgul bir adamdı, bütün gün işte olurdu. Sabah
saat 6’da başlardı işe ve Lefkoşa’dan yola çıkarak Kıbrıs’ı dolaşırdı, her yere
gider, kahve ve diğer ürünleri dağıtırdı. Gece dönerdi eve... Ancak her Pazar
bizimle olmayı severdi.
Soru: Kıbrıslıtürk arkadaşı olup olmadığını hatırlıyor
musun?
Mişaulis: Bilmiyorum, bizim tek bildiğimiz arkadaşı
Kavazoğlu’ydu ancak o dönem onun Kıbrıslırum olduğunu sanıyorduk. Çünkü adı
“Alekos”tu.
Soru: Çünkü “yeraltı”nda yaşıyordu...
Mişaulis: Evet... “Yeraltında”ydı ve bize kim olduğunu
söyleyemezlerdi çünkü çocuktuk, her hangi birisi bize bir şey sorabilirdi ve
biz de yanıt verebilirdik. Çünkü bize yalan söylemenin kötü bir şey olduğu
öğretilmişti! O nedenle çocuklar doğruyu söyler her zaman! Biz de
söyleyebilirdik diye, bize onun Kıbrıslıtürk olduğu söylenmemişti.
Soru: Kavazoğlu’ndan neler hatırlıyorsun? Evinize gelir
miydi?
Mişaulis: Evimize gelirdi zaman zaman. Daha çok geceleri
komşuların verdiği partilerden hatırlıyorum onu. Daha önce söylediğim gibi,
komşularımızla büyük bir aile gibiydik. Genellikle o dönem insanların eğlencesi
buydu: Birinin evinde toplanılıp yenilir içilirdi. Şimdiki gibi lokantalara ya
da müzikli tavernalara gitmezdi insanlar. Hem bu tür yerler tek tüktü, hem de
insanların bu tür yerlere harcayacak parası yoktu. Haftasonunda her defasında
bir evde yeme-içme düzenlenirdi mahallede. Onu bu gecelerden hatırlıyorum.
Yerler, içerler, şarkı söylerlerdi. Kavazoğlu, bütün geceyi çocuklarla
geçirirdi, çocukları çok severdi. O zaman ben çok hareketli bir çocuktum, dans
etmeyi severdim, sürekli gülümseyen bir çocuktum. Karakterim Kavazoğlu’na
çekici gelirdi... Beni kucağına alıp hoplattığını, birlikte şarkı söylediğimizi
hatırlıyorum. Benimle dans edişini, “tango” oynadığımızı çok iyi
hatırlıyorum... Kendimi çok önemli hissederdim o zaman çünkü bir yetişkin
benimle zamanını paylaşırdı! Çok güzeldi o geceler...
Soru: Baban ve Kavazoğlu öldürüldüğünde kaç yaşındaydın?
Mişaulis: 10 yaşındaydım...
Soru: O zaman olanları iyi hatırlıyorsun...
Mişaulis: Evet, o günü hatırlıyorum. Pazar günüydü... 11
Nisan 1965’ti tarih...
Soru: Nasıl öğrendiydin?
Mişaulis: O sabah kalktığımızda babamdan beni de götürmesini
istemiştim... Pazar günleri ya da tatil günleri işi olduğunda, bizi de birlikte
götürmeyi severdi... O gün de onunla birlikte gidebileceğimi düşünmüştüm. Bazı
insanlar şimdi beni görür ve tanırlar ve şöyle derler: “Ah! Evet! Seni
hatırlıyoruz çünkü babanla birlikte gelirdin!”
O sabah da “Seninle birlikte gelmek istiyorum” dedim babama.
Bana “Bu imkansız” diye yanıt verdi, “Çünkü yapacak ciddi bir işimiz var...”
Ona bu işin ne olduğunu sordum, o da bana izah etti: “Kıbrıslıtürklerle bir
toplantımız var, onlara barıştan söz edeceğiz, birlikte yaşamamız gerektiğini
anlatacağız, burasının küçük bir ada olduğunu, birbirimizle savaşmamızın
gereksiz olduğunu anlatacağız...” dedi. Ben de evde kalmayı kabul etmiştim
çünkü geri döndüğü zaman beni köyüne götürmeye söz vermişti. Ben de “Tamam,
madem ki işten sonra köyüne gideceğiz, o zaman evde kalırım” demiştim.
Bu oturduğumuz yerde eski evimiz vardı...
Mişaulis: O zaman bir kahveydi burası...
Soru: Evet, POGO’nun organizasyonuyla 1991’de buraya gelip
kadınlar ve barış konusunda bir konuşma yapmıştım...
Mişaulis: Evet... O eski evi annemle babam kendileri
yaptırmışlardı, akrabalar, dostlar da inşasına yardım etmişlerdi. O evdeydik.
Annem bir komşudaydı, ben evdeydim. Bir polis geldi eve, annemi sordu. “Burada
değil, komşudadır” deyip anneme çağırdık. Eve gelirken polis annemin yüzünü
görmüştü, annem gülüyordu, neşeliydi, normal bir gündü... Annem polisi görünce
“Evet, nasıl yardımcı olabilirim? Kahve içmek ister misiniz?” demişti,
bilirsin, tipik Kıbrıs tarzı bir davranıştı bu... Polisler şoke olmuştu... O
zaman ona hiçbir şey söylemediler, söyleyemediler... Annem o zaman onlara “Bana
söyleyecek bir şeyiniz mi var?” diye sormuştu. Ona babamın nerede olduğunu
bilip bilmediğini sordular, annem de “Ondan ne istiyorsunuz?” diye sordu.
“Larnaka’ya mı gitti?” diye sordular. Annem de “Evet” dedi... Polis, “Onu
Larnaka yolunda durdurduk, ehliyetini sorduk, üstünde yoktu, sizden onun
ehliyetini istemeye geldik” dedi. Annem de, “Bu doğru olamaz, başka bir şey
olmuş olmalı, size inanmıyorum” dedi onlara. Çünkü babam bir gün önce
ehliyetini yenilemişti ve annem onun ehliyetinin üstünde olduğunu biliyordu! O
zaman polis ona babamın yalnız mı yoksa başka birisiyle birlikte mi olduğunu
sordu. “Neden soruyorsun?” dedi annem, “Alekos’la (Kavazoğlu’yla) birliktedir”
dedi. Kavazoğlu’yla birlikte gittiğini herkes biliyordu, annem de biliyordu...
“Alekos” diyordu annem Kavazoğlu’na çünkü o dönem Kavazoğlu “yeraltı”ndaydı,
herkes bizim polisimizden de, TMT’den de korkuyordu, bu yüzden “Alekos” diyordu
annem... “Evet, kocam Alekos’la birlikte gitti” dedi annem polise. Bu yanıtı
alınca polisler gitmişti. Bunun arkasından babamın kardeşi yani amcam Petros
Mişaulis gelmişti bize. Anneme “Kostas’a bir şey mi oldu?” diye sormuştu. Annem
de, “Hayır, ciddi bir şey olsaydı, polis bana söylerdi. Yalnızca ehliyetini
sordular, sonra da gittiler. Bir şey yok sanırım” demişti. Amcamdan sonra bu
kez de Evgenulla Katsuridu geldi, Nikos Katsuridis’in annesi yani... O dönem,
Evgeniya POGO’nun Genel Sekreteri’ydi... Geldiği zaman anneme babamın
öldürüldüğünü söyledi. Birkaç dakika sonra, neredeyse aynı anda, polisler
yeniden gelip anneme babamın öldürüldüğünü söylediler...
Soru: Sen de orada mıydın Stella?
Mişaulis: Evdeydik, birilerinin sürekli gelip gittiğini
görüyorduk. Birşeyler olduğunu hissetmiştik, Evgenulla anneme söylediğinde
annem ağlamaya başlamıştı. Anneme gidip “N’oldu? Niçin ağlıyorsun?” diye
sorduğumuzda, “Birisi babanızı öldürdü” demişti. Ama o anda bir şey
hissetmiyorsun...
Soru: Çünkü şok geçiriyorsun...
Mişaulis: Evet... 10-11 yaşındasın ve böyle bir şey olduğuna
inanmıyorsun, inanamıyorsun... Odalarımıza gittik, birden insanlar gelmeye
başladı, ev dolup taşıyordu... Komşular geliyordu, PEO’dan, AKEL’den, her
yerden insanlar geliyordu evimize. İnsanlar gelip bizimle oturdular... O anda
ağlamamıştım, üzgündüm, içimde bir boşluk hissediyordum, öfkeliydim, neden
böyle bir şey olmuştu? Ama ağlayamıyordum... Uzun yıllar sonra, aynı günlerde,
aynı gecelerde, ölüm yıldönümüne yakın gecelerde aynı rüyayı görmemin nedeni
belki de buydu...
Soru: Nasıl bir rüya görüyordun?
Mişaulis: Hep aynı rüyayı görüyordum. Rüyamda babam gizlice
geri geliyor ve bana “Olduğum yerde iyiyim, iyi yaşıyorum ama beni unutma çünkü
geri döneceğim” diyordu. Her zaman da “Dikkatli ol ve anneni sev” diyordu. “Onu
kızdırma” diyordu. Kimi zaman onu başka kadınlarla, başka çocuklarla görüyordum
rüyamda ama rüya değişmiyordu, şu anda sana anlatırken de net biçimde
görebiliyorum. Gizlice geliyordu, fısıltıyla konuşuyordu ki kimse duymasın ve
bana hep aynı şeyi söylüyordu: “İyiyim, geri döneceğim” diyordu.
Soru: Onu ne zaman gömdünüz? Lefkoşa’ya mı gömdünüz? Yoksa
Ayios Epifanyos’a mı?
Mişaulis: Lefkoşa’da Ayio-Konstantinu Eleni Mezarlığı’nda
gömüldü. Önce babamla Kavazoğlu’nu PEO’da katafalka koyduklarını hatırlıyorum,
iki gün boyunca yan yana yatmışlardı PEO’da ve insanlar gidip katafalkları
ziyaret etmişlerdi, ben de oraya gittiğimi hatırlıyorum. Tabutta her birinin
kendi bayrağı vardı, Türk bayrağı ve Yunan bayrağı... İnsanlar gidip onları ziyaret
ettiler, son bir saygı gösterisinde bulundular.
Soru: Cenaze törenini hatırlıyor musun?
Mişaulis: Babamın cenaze töreni, bu mahalledeki Ayios
Dimitrius Kilisesi’nde yapılmıştı ancak bizim törenin başından sonuna kadar
kalmamıza izin vermediler, bunun bizim için zor olacağını, çok üzüleceğimizi
düşündüler, çocuklar için cenaze töreninde bulunmak iyi bir şey değil diye
düşündüler. Bizi kiliseye götürdüler ama tören biter bitmez oradan götürdüler.
Annem de üzgündü, ne törene, ne de mezarlığa gitmemizi istememişlerdi.
Soru: O gün Kavazoğlu’yla Mişaulis’e neler olduğunu
öğrenebildiniz mi? Nereye gitmişlerdi? Neden gitmişlerdi? Tam olarak ne
olmuştu?
Mişaulis: Öğrendiklerim insanların bana anlattıklarıdır,
benim tek başıma bulup çıkardığım şeyler değil. Bize bunun TMT olduğunu
söylediler. Yolda Luricina’dan bir Kıbrıslıtürkü daha alacaklardı ve daha
önceden kararlaştırdıkları yerde durdular onu almak üzere. Ancak yolun
yakınında eski bir ev vardı, onları öldürenlerin saklanabileceği bir yerdi bu.
Arayacakları Kıbrıslıtürkü almak için durduklarında, daha o Kıbrıslıtürk
gelmeden, evde saklananlar dışarı çıkıyor, onları öldürüyor ve koşarak
Luricina’ya gidiyorlar.
Soru: Burası neresiydi tam olarak?
Mişaulis: Burası Lefkoşa-Larnaka yoluydu, Athienu’dan az ötede
bir yerdi. Şimdi, öldürüldükleri yerde bir anıt var. AKEL yaptırdı bu anıtı,
anıtın üzerinde babamın ve Kavazoğlu’nun büstleri var...
Soru: Kavazoğlu da Dali’ye gömülmüştü...
Mişaulis: Evet. Her yıl siyasi bir anma töreni düzenliyoruz,
önce Lefkoşa’da Ayiu-Konstantinu Eleni Mezarlığı’nda, ardından da Dali’ye
gidiyoruz ve burada büyük bir anma töreni düzenleniyor her ikisi için de. Bu da
insanların aklını karıştırıyor, bizim Dalili olduğumuzu sanıyorlar. Bana her
zaman “Sen Dalili misin?” diye soruyorlar. Kavazoğlu da Dalili değildir,
Kaymaklılı’dır... Ve yakın geçmişte ailesiyle tanıştık. Kızkardeşinin kızıyla
tanıştık, adı Fatma... Tanıştık, bir temasımız oldu... Belki 3-5 yaş daha
küçüktür benden, sanırım mahkemelerde yargıçtır. Evi Lidra Palas yakınındadır.
Kavazoğlu’nun ailesi şimdi Kaymaklı’da yaşıyor, kızkardeşi çok yaşlıdır ve
kalbinden rahatsızdır... Annemle birlikte onu ziyaret etmemizi istedi...
Soru: Kavazoğlu neden Dali’ye gömülmüştü?
Mişaulis: O dönem, yani 1965’te, Kıbrıslırumların da cenaze
törenine gidebileceği karma bir köy olduğu için Dali’ye gömülmüştü.
Soru: Ondan sonra yaşamın nasıl oldu? İnsanların tepkisi
neydi? Nasıl geçirdin o günleri?
Mişaulis: Çok büyük zorluklar ya da başkalarıyla
farklılıklar yaşamadığımı hatırlıyorum çünkü annem bizim için hem anne, hem de
baba olmuştu. Sade bir aileydik, istediğimiz her şeyi bize vermeye
çalışıyordu... Okulda ise beni ötekilerden farklı gördüklerini hissediyordum,
babam öldürülmüş olduğu için değil, babam AKEL’de, solda olmuş olduğu için farklı
görüyorlardı. O dönem sağ-sol çatışması vardı ve solda olan hemen herkes
“yeraltı”ndaydı...
Soru: Öğretmenler nasıl davranıyordu?
Mişaulis: Öğretmenlerin davranışı politik görüşlerine
bağlıydı...
Soru: Sağcı öğretmenler nasıl davranıyordu?
Mişaulis: Çoğunluğu sağcıydı öğretmenlerin... Öyle dramatik
şeyler yapmıyorlardı bana karşı ama ben bunu hissediyordum. Belki sınıfta
benimle ilgilenmiyorlardı, korumuyorlardı. Çocukken öğretmeninden sempati
görmek istersin, bunu hissetmiyordum. Solcu öğretmenler çok azdı. Çok çok
azdılar... Onların gülümseyişini hissederdim, beden dilini hissederdim, o zaman
kendimi güçlü hissederdim. Farklı bir pozisyon hissettiğinde sessizleşirsin,
odadakilerle aynı olmadığını hissedersin. Baskıdır bu... Kızkardeşimin karakterinin
benden daha sessiz olduğunu hatırlıyorum. Ben daha hareketliydim, aktiftim... O
dönem kızkardeşim bu baskıyı hissettiğinden okulda bir yılını kaybetmişti,
sınıfı geçememişti... Çünkü bize olan öfkelerini hissediyorduk, babamız solcu
birisiydi, bir Kıbrıslıtürkle birlikte öldürülmüştü... Ancak Bayan Kokkinu’nun
müdire olduğu cimnasiyoya gittiğim için mutlu oldum... Bayan Kokkinu’yu
hatırlıyor musun? Bayan Kokkinu, Makarios’a yakın biriydi... Şimdi vefat etti.
Faneromeni Cimnasiyosu’nun müdiresiydi, beni severdi, bana ilgi gösterirdi
çünkü insandı... O dönem Makarios’u öldürmek için pek çok saldırı
düzenleniyordu... Kokkinu da Makarios’a yakındı. Makarios öldükten sonra da,
“Sevgi Yürüyüşü”nü düzenleyen Kokkinu olmuştu. Makarios’un bütün parası da yoksul
öğrencilere burs olarak verilmişti, okumaları için. Beni mutlu eden bir diğer
öğretmen de Ligio Cimnasiyosu’ndan Bay Neokleus’tu. O da demokrat birisiydi.
Ligio Cimnasiyosu’nun müdürüydü. Babamı da iyi tanıyordu. Babam köyünde
yalnızca ilkokula gitmiş, ilkokulu bitirdikten sonra Lefkoşa’ya gelmişti.
Babasında “Cimnasiyoya gitmek istiyorum” dediğinde, babası “Olmaz!” demişti,
“Cimnasiyoya verecek param yok! Çalışmalı, para kazanmalı ve bana para
getirmelisin!” Ancak babam eğitimine devam etmek istiyordu... Bir yandan
çalışıp para kazanıyor, öbür yandan da gece okuluna giderek cimnasiyoyu bitirip
diploma almaya çalışıyordu. Neokleus da babama gece okulunda ders verdiği için
hoca olarak, buradan tanıyordu babamı. Neokleus orada olduğu için cimnasiyoda ben
de, kızkardeşim de kendimizi daha iyi hissediyorduk...
Soru: Babana gerçekten ne olduğunu ilk ne zaman kavramıştın?
Bunu ne zaman hissetmiştin?
Mişaulis: Babamın yokluğunu gerçekten hissetiğim dönem – ki
bu benim için çok önemlidir – Rusya’ya üniversiteye gideceğim zamandı. Babamın
ölümünden 8 yıl sonra, 10 yıl sonra belki... Kaç yıl geçmiş olduğu önemsiz,
babamızın olmadığını biliyorduk, annemle birlikte yaşıyorduk ama hayatımız okul
hayatından ibaretti, pek çok arkadaşımız vardı, AKEL de her zaman bizi
destekliyor, dayanışmasını gösteriyor, zaman zaman ailemizin hayatta
kalabilmesi için para yardımı da yapıyordu. Ancak yurtdışında eğitime gitme
zamanım geldiğinde öncelikle bunun babamın yapmamı çok isteyeceği bir şey
olduğunu hissetmiştim, eğitim görmemizi isterdi. Onun düşünü
gerçekleştirebilirdim... İkinci şey ise, annemi Kıbrıs’ta yalnız bırakıyor
oluşumuzdu. O güne dek hep annemle birlikteydik ancak kızkardeşim benden bir
yıl önce Almanya’ya gitmişti üniversite için, hemşirelik eğitimi görüyordu Dresden’de.
Ben ise Rostof-on-don’da tıp eğitimi gördüm, çocuk hekimliği dalında da
uzmanlığımı yaptım, 11 yıl yaşadım Rostof’ta...
Soru: Yani Rusça konuşuyorsun...
Mişaulis: Evet, İngilizce’den çok daha iyi konuşuyorum,
ikinci dilim Rusça... Babamın düşünü gerçekleştirecektim ancak annemi yalnız
bıraktığımız için kendimi kötü hissediyordum... Ekonomik durumumuz da iyi
değildi, yurtdışına gidiyordum, yurtdışında hayatta kalacak kadar param olup
olmayacağını bilmiyordum. Benim için önemli olan bir diğer şey, Rostof’tayken
Kıbrıslı öğrenciler grubumuz vardı. Çeşitli etkinlikler düzenliyorduk,
sorunumuzu duyurmak için, Kıbrıs sorunu hakkında, 74 hakkında... Bir defasında
Kıbrıs’la ilgili bir fotoğraf sergisi düzenlemiştik, pek çok fotoğraf vardı
Kıbrıs’tan... Bunlardan bir tanesi de, babamla Kavazoğlu’nun arabada öldürülmüş
olduğu fotoğraftı. O zaman gazeteleri bizden saklamışlardı, bu yüzden bu
fotoğrafı hiç görmemiştim, 20 yaşına kadar görmemiştim bu fotoğrafı,
Rostof-on-don’daki sergiye kadar... Annem kilit altında tutuyordu bu
fotoğrafları, görmeyelim diye... Komşularımız da gizliyordu bu fotoğrafları,
gazeteleri, görüp üzülmeyelim diye.
Soru: O fotoğrafı gördüğünde neler hissetmiştin, hatırlıyor
musun?
Mişaulis: Fotoğrafın önünde öylece durup kalmıştım,
fotoğrafa bakıp onları bu şekilde öldürmüş olduklarına inanamıyordum. O zaman
gerçekten ne olduğunu anlamıştım. Çünkü işte duyuyorsun, vurdular onları
diyorlar.
Soru: Zaten mezarlığa gitmene de izin verilmemişti...
Yalnızca PEO’daki katafalklarını görmüştün...
Mişaulis: Evet, hepsi buydu... Yalnızca çevremdeki
insanların konuştuklarını duyuyordum... Fotoğrafı gördüğümde “Demek böyle
öldürdüler onları” diye düşünmüştüm, “Demek birbirlerinin kollarında
öldüler...” Başlarından kan akıyordu, arabamızdaydılar... Herşeyi o anda
görmüştüm, şok gibiydi, ikinci bir şoktu...
Soru: Araba neydi?
Mişaulis: Babamın Fiat marka arabasıydı. Eski Fiat’ları
hatırlar mısın? Hani kapıları ters yönde açılanları? Böyle bir Fiat’tı, küçük bir arabaydı...
Soru: Neden o Kıbrıslıtürkle buluşmak istediklerini
öğrenebildin mi?
Mişaulis: Evet...
Soru: Çünkü bu konuda pek çok söylenti, pek çok öykü var...
Mişaulis: Evet... O Kıbrıslıtürk de konuşma yapacak
olanlardan biriydi, babam ve Kavazoğlu gibi. Bana söylenen, toplantı Larnaka’da
olacaktı, hem Kavazoğlu, hem de o Kıbrıslıtürk konuşacaktı, toplantıda hem
Kıbrıslıtürk, hem de Kıbrıslırum solcular olacaktı... AKEL organize etmişti bu
toplantıyı, barıştan söz edeceklerdi...
Soru: Bir de sürekli olarak duyduğumuz şöyle bir söylenti
var: Buna göre AKEL, Kavazoğlu’na “Lefkoşa’dan ayrılma, bir yere gitme çünkü
aranıyorsun, yeraltındasın” demiş ancak Kavazoğlu, Mişaulis’i de alıp
Lefkoşa’dan çıkmış... Larnaka’ya gitmek Kavazoğlu’nun kendi başına planladığı
bir şeymiş diye de iddia ediliyor... Yani bu doğru değil mi?
Mişaulis: Hayır...
Soru: Çünkü AKEL mi organize etmişti toplantıyı?
Mişaulis: Evet. Yalnız başına gidip bir konuşma yapamazdı,
kime konuşacaktı? İnsanları kim davet edecekti? Kim organize edecekti
toplantıyı? Başka birisi onunla
gidecekti ancak sabah işi çıktığı için Mişaulis onunla gitti de dendi... Emin
değilim... Ancak Kavazoğlu’nun tek başına böyle bir organizasyon yapıp
gittiğine inanmıyorum. AKEL organize etmişti...
Soru: Ve buluşmaları gereken o Kıbrıslıtürk... Onun kim
olduğunu öğrenebildiniz mi? Çünkü anlatılanlara göre, onlara ihanet eden biri
olarak görünüyor...
Mişaulis: Evet... Kim olduğunu bilmiyorum... Belki
Kavazoğlu’nun tanıdığı birisiydi, onun tamam olduğuna inanmıştı, belki...
Soru: Çocuk hekimliği her zaman düşünü kurduğun bir meslek
miydi yoksa tesadüfen mi seçtin doktorluğu?
Mişaulis: Tesadüftü! AKEL’den yüksek öğrenimim için bir burs
almıştım, her zaman bir dansçı veya bir öğretmen ya da cimnastikçi olmayı
düşlüyordum. Çünkü çok hareketli birisiydim. AKEL’den burs almıştım, bu Kiev
Cimnastik Akademisi için bir burstu. 10 kişi kadardık burs alan öğrenciler ve
hep birlikte Moskova’ya gitmiştik. Moskova’da durmuştuk. Orada kimin nereye
gideceğine karar verilecek, oradan üniversitelerimize gidecektik. Adım Stella,
başka bir aileden bir Stella daha vardı grubumuzda ve kağıtlarımızı
karıştırdılar Moskova’da! Beni tıp okumaya, öteki Stella’yı da Kiev’e Cimnastik
Akademisi’ne gönderdiler! Öğrenime başlayınca “Ama bana Kıbrıs’ta Kiev’e
gideceğim söylenmişti” demiştim, “Ne oldu?” demiştim ancak başka bir girişimde
de bulunmadım, Rostof-on-don’da bulunan diğerleriyle tanışmıştık, dostlar
edinmeye başlamıştım, güzeldi orası... Aradan 3-4 ay geçtikten sonra bana
“Evet, bir hata yapmışız, eğer Kiev’e gitmek istiyorsan, bölümünü değiştirip
oraya gidebilirsin” dediler. Ben de “Hayır, teşekkürler, burada iyiyim!”
demiştim. Doktor olmak istediğimden değil, orayı ve çevremde bulunan isanları
çok sevmiştim, bundan ötürü yani...
Soru: Öteki Stella’ya ne oldu?
Mişaulis: Onu bir kere gördüm, o da yerini değiştirmek
istememiş! Ancak o yaşlarda zaten öğrencilerin pek azının ne okumak
istediğinden gerçekten emin olduğuna inanıyorum... O dönem Kıbrıs’ta üniversite
yoktu ve yüksek öğrenimli insanlara ihtiyacımız vardı. Üniversiteye başlayınca
hoşuma gitti dersler ve devam ettim.
Soru: Kıbrıs’a ne zaman döndün Stella?
Mişaulis: 1984’te döndüm, özel sektörde işe başladım,
Akropolis bölgesinde kendi kliniğimi açtım 1984 sonunda...
Soru: Yani 20 yıldır kendi kliniğinde çalışıyorsun...
Mişaulis: Evet...
Soru: Ne zaman evlendin?
Mişaulis: Üniversiteye devam ederken, 1979 yılında...
Andreas Dimitriu’yla tanışmıştım Rostof-on-don’da üniversiteye giderken... Onu
Kıbrıs’ta değil, orada tanımıştım. Görüşmeye başladık, birbirimizi sevdik...
1974 yılında da kesinlikle birlikte olmaya karar verdik. Ailelerimiz bizi
nişanlamıştı, öğrenimimize devam ettik, Londra’ya gittik, orada evliliğimizi
kaydettik çünkü eğer bir evlenme belgesi götürürsek, Rostof-on-don’da birlikte
kalabileceğimiz bir oda alabilirdik. Londra’dan böyle bir evlilik belgesi almak
basitti diye orayı seçtik. Düğünümüzü ise bundan beş yıl sonra yaptık
Kıbrıs’ta, ilk kızımı doğurmuştum o zaman... Düğünden sonra geri dönüp
üniversiteyi tamamladık ve uzmanlık eğitimimize başladık...
Soru: Yani uzmanlığını yaparken bir kızın vardı... Adı
nedir?
Mişaulis: Adı İliya’dır. Adını Andreas’ın babasının adından
alıyor, Andreas’ın babasının adı İliyas’tır. İkinci kızımın adı da babamın
adından geliyor, babamın adı Kostas, kızımın adı ise Kostiya... Üçüncü kızımın
adı ise Pariyana – annelerimizin adını karıştırıp böyle bir isim ortaya
çıkardım! Kayınvalidemin adı Paraskevu, annemin adı Andriana, ben de Pariyana
dedim bu kızıma...
Soru: Andreas’ın babası EOKA tarafından öldürülmüştü...
Mişaulis: Evet, 1959’da...
Soru: Yani eşin Andreas’ın babası Kıbrıslırum faşistlerin
ölüm mangaları tarafından, senin baban ise Kıbrıslıtürk faşistlerin ölüm
mangaları tarafından öldürüldü... Bu sizi yakınlaştıran bir şey miydi, diğer
şeylerin yanında?
Mişaulis: Birlikte olmamızın nedeni kesinlikle budur
demiyorum, ama bir tesadüf...Benzer yaşam öykülerimiz var, hayatlarımız
birbirine benziyor. O dönem Kıbrıslı Öğrenciler Komitesi başkanı olan bir genç
arkadaşımızın bir gazeteye bir makale yazarak, “İki kahramanın çocukları bir
araya geliyorlar, hayatlarını birleştiriyorlar” demişti... Bu makale çok
etkileyiciydi... Güzel bir makaleydi... Orada öğrenciydik, tümümüz AKEL’dendik,
soldandık... Ancak insanların karakterine baktığınızda, örneğin Andreas’ın
karakteri bana benzemiyor fakat beni gerçekten anlayabilen ve beni destekleyen
bir karakteri var. Bu, benim için önemliydi. Her ikimiz de yoksul ailelerden
geliyorduk, her ikimizin anneleri de çok uzun yıllardır yalnız yaşıyordu – onun
da bir kızkardeşi var, benim de... Aktif insanlardık, düşlerimiz ve
düşüncelerimiz yurdumuzun iyiliği içindi, komünizme, sosyalizme gerçekten
inanan kişilerdik her ikimiz de... Savaşıp ülkemizde bir şeyleri
değiştireceğimize inanıyorduk.
Soru: Babası 1959’da öldürülmüştü...
Mişaulis: Evet, köyündeki kahvehanede vurularak
öldürülmüştü. Koma Yalu (Kumyalı) köyüydü bu. Maskeli adamlar gelmişti, bunlar
Grivas’ın adamlarıydı, onu öldürmüşlerdi. Onu AKEL’ci olduğu için vurmuşlardı.
EOKA’ydı bu... Ancak Andreas zaten sana bunları anlatacak...
Soru: Baban bir Kıbrıslıtürk’le birlikte öldürüldü. Bu da,
her iki taraftaki sol için bir tür “sembol” haline geldi... Kuzeydeki solda
bazı kişiler için Kavazoğlu ve Mişaulis’i anma töreni düzenlemek çok zor olsa
da, son yıllarda Yeni Kıbrıs Partisi Gençlik, her yıl Kavazoğlu-Mişaulis için
anma törenleri düzenlemeye başladı, onların hayatlarını anlatmaya başladı –
onları anmak hala bir tür “tabu” olduğu halde... Ancak bu resmin senin için
anlamı neydi?
Mişaulis: Öğrenim görürken, sonra çalışırken aklımda olan
hep şuydu: Babamın adını korumalıyım diye düşünüyordum, babanın adına özen
göstermek de pek çok şeyi ifade ediyor. Ne demektir bu? İyi bir insan
olmalısın, düzgün bir insan olmalısın, önde olmalısın, öncü olmalısın, bunun
gibi şeyler...
Soru: Çünkü sana bir miras bıraktı, bunu sürdürmeliydin...
Mişaulis: Evet... Özellikle şimdi parlamentodayım ve bir
politikacı için bu daha da zordur. Bunu hissediyorum. Her zaman gerçek bir
insan olarak kalmak istiyorum, yüzeysel biri değil. Babanın bir sembol olduğunu
gerçekten anlayan, bunu hisseden bir insan olarak kalmak istiyorum.
Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumların dostluğunun sembolüdürler, bunun anlamını
kavrayan, hisseden biri olmak yani... Dostluk sembolüdürler. Şunu da şöylemek
istiyorum: Özellikle okuldayken ve daha sonraları da, insanlar sürekli bana
şunu soruyordu: “Baban Türkler tarafından öldürüldü, bazı Türkler öldürdü onu,
öyleyse neden Türkleri istiyorsun? Onlardan nefret etmiyor musun? Onlar iyi
insanlar değildir çünkü babanı öldürdüler!”
Onlara cevabım her zaman aynıydı: “Kıbrıslıtürklerin de
benim insanım olduğunu hissediyorum çünkü yaşıyorlar, çalışıyorlar, onların
yaşamları da benim yaşamıma benziyor, sizin yaşamınıza benziyor. Unutmayın ki
balık baştan kokar! Eğer bazı Kıbrıslıtürkler gelip babamı öldürmüşse, o
öldürenler kötü insanlardır, birileri ona git öldür demiştir ve o da yapmıştır.
Faşisttir yani, barışa inanmayan, Kıbrıs’ın bir bütün olmasını istemeyen
birisidir.”
Soru: Yani onlara “Babamı öldürenler Kıbrıslıtürkler değil,
faşistlerdir” diyorsun...
Mişaulis: Evet... Faşistlerdir... Herkese bu cevabı
veriyorum çünkü her iki tarafta da faşistler var. Bu faşistler Kıbrıslıtürkleri
de, Kıbrıslırumları da öldürmüşler. Kıbrıslırum faşistleri Rum oldukları için
sevmeli miyim yani? Tabii ki hayır!
Soru: Şimdi neler hissediyorsun Kıbrıs’la ilgili? Üç kızın
var, adanın geleceğini düşündüğünde yüreğinden neler geçiyor Stella?
Mişaulis: Şimdi yapmamız gereken çok şey olduğuna
inanıyorum. Gerçekten her iki tarafın da yapması gereken çok şey vardır.
Öncelikle Kıbrıslıtürklerle Kıbrıslırumların aynı yurdun insanları olduğunu
kabul etmemiz lazım. Yeryüzündeki tüm insanlar gibi normal bir yaşam
sürebileceklerini kabul etmemiz lazım. İkinci şey, Avrupa’ya doğru düz bir
hatta ilerlemeliyiz. Avrupa’da farklı insanlar yaşıyor, farklı milletlerden,
farklı renklerden, farklı dinlerden...
Soru: Farklı sınıflardan...
Mişaulis: Evet, farklı sınıflardan insanlar...
Soru: Çokkültürlülük yani...
Mişaulis: Evet, çokkültürlülük... Bunu insanlarımıza
öğretmeliyiz. Bu çokkültürlülüğü toplumlarımıza öğretme sorumluluğunu
taşıyoruz. Ve şu soruların yanıtını da vermeye devam etmeliyiz: Düşmanımız
kimlerdir? Kıbrıs’ın bölünmüş olmasını isteyenler gerçekten kimlerdir? Kimler
bölünmüşlüğü istemiyor? Misyonumuz budur...