Yazar Ersoy'a göre, Türkiyedeki asıl siyasi gelenek devletin korunması esasına dayanıyor. Osmanlı siyaset geleneğine iyi bakmak gerektiğini vurgulayan Ersoy, MGKnın 1961 Anayasasının hediyesi olduğunu hatırlatıyor.


Yazar Tolga Ersoy, Türkiye'de bugünkü siyasal üslubun oluşturulmasında Osmanlı geleneğinin iyi okunması gerektiğini düşünüyor.
"Merkezi kontrolün asıl olduğunu diğer partilerin muvazaa konumunda olduğunu" vurgulayan Ersoy'la Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) konumu, partiler ve devlete karşı solun pozisyonu konusunda Fikret Başkaya röportaj yaptı.

Milli Güvenlik Kurulu (MGK) 1961'den beri var ama son yıllarda bu kadar ön plana çıkması nasıl açıklanabilir? Sana göre son dönemde MGK'nın siyaseten bu kadar etkinlik kazanmasının ya da "göze bu kadar çok görünmesinin" ulusal ve uluslararası konjonktürle bir ilgisi var mı, varsa bu ilişki nasıl açıklanabilir? Türkiye'deki siyaset üslubunun ve geleneğinin geri planına baktığımızda neleri tespit etmek mümkün?

İkinci soruya verilecek yanıt, kanımca birincisinin yanıtlanması içinde gerekli açılımları içerir. Bugünkü anlamıyla Türkiye'deki siyaset üslubu ve geleneğinin oluşumunu, Osmanlı'dan alınan derslerle yapılan "yeniden kurgulama müdahalesi" olarak tanımlamak olanaklıdır.

Devletin korunması meselesi

Devletle ilgili temel mentalite, İttihat Terakki ile "çağdaş" bir kurguya oturtulmuş ve bu yaklaşımın esaslarının korunması, bu kurgunun oluşumu sürecinde yapılan müdahalelerle garanti altına alınmıştır.

İttihatçılıkta, bu bağlamdaki temel yaklaşımı "gizlilik öğesi" oluşturur. Ve devlet olgusunun tanımından, devletin niteleyenlerine dek aklımıza gelen her şey bu gizlilik unsuru tarafından belirlenir. Anımsayınız, parti 1908'de iktidara geldiğinde bile kendi örgütlenme yapısındaki merkezi umumi adı verilen gizli örgütlenmeyi açığa çıkarmayı tercih etmedi, ancak bu "merkez", belirlediği kişiler ya da hükümetler aracılığı ile yönetmeyi tercih ederek kendisini korudu, bu korunma dürtüsü öylesine ilginç bir biçim aldı ki, "devletin korunması" unsuru ile birebir örtüşüyordu.

Geçmişten alınan güç ve edinilen deneyimlerle bu gizli merkezin, devletin öznesi konumuna yükseltilmesi anlamına geliyordu. Bunu "devletin" gizli merkez konumuna indirgenmesi şeklinde okumanın da olanaklı olduğunu, hatta çoğu zamanlarda bu okumanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bugün birçok tarih okumamız ve aradan geçen doksan yıllık sürece rağmen bu gizli merkezin kimlerden -ya da hangi birimlerden- oluştuğunu net bir şekilde öğrenmemiz olanaklı değildir. Bu öğrenilebilecek bir bilgidir ancak bu bilgiye sahip olmak bile bu "merkezin" niteliği konusunda bizi yanlış yollara sürükleyebilir; sorun devlet erkinin ve bu erkin en temel aracı olan temel politikaların korunmasıdır, bu anlamda kişiler ve birimler gelip geçici ve hatta önemsizdir ve bu anlamda gizlilik, erk oluşturma potansiyelinin artışının ve kendini yenileyerek korunmanın olmazsa olmaz aracıdır.

Diğer taraftan bu merkez öylesine biçimlendirilmiştir ki, gizliliğini korumakla birlikte niceliksel değişimlere de uğrayabilir. Örneğin 1913'teki merkezi umumi niceliği ile 1930'daki "merkezi umumi" mentalitesi arasında fark vardır ve bu "fark" doğal kabul edilmelidir ve gerçek bir farklılık anlamı yükleyerek zihin bulanıklığı yaratılmamalıdır. Bu bir retorik sorunudur ve korunma dürtüsünün güçlülük bağlamında doyurulması nicelik değişikliğinin nedeni olabilmektedir.

Bu gizlilik üzerindeki örtü, çok güçlü olunduğunda -ya da öyle hissedildiğinde- ya da çok zayıflanıldığında aralanabilir. 30'lu yılların böyle bir gücü tanımladığını düşünüyorum. 1915'in ise bir kırılma noktası olduğunu düşünüyorum ve bu noktada merkezi umuminin tüm bileşenleri bir şekilde deşifre oldular.

Belki de "Ermeni Sorununun" kalıcı bir politikaya dönüşmesinde böylesine bir kırılmanın da etkisi olmuştur. Bir beyin jimnastiği olarak bu spekülatif soruyu sıkça sormakta yarar var!

MGK, herkesin bildiği gibi "demokratik" 61 anayasasının armağanıdır. Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığım "gizli yapının", milli şefin ardından 50'li yıllarda uyum ve kurgu sorunu yaşadığını düşünüyorum. En azından İttihatçı mantıkla bu yapının 20.yüzyıl ortalarında nasıl sürdürülebileceğine dair tartışmalar olmuş olabilir.

MGK ile bu sorunlara bir çözüm bulundu; şöyle ki MGK, yapacağımız basit bir İttihat Terakki örgüt şemasında merkezi umumi ile örtüşse de, aslında bu yapının bileşenlerinden görüneni olarak, tartışılmaz-tartıştırılmaz bir meşruiyetin temel öznesi olarak tüm yapıyı koruma altına aldı. Konjonktürsel uyum böyle sağlanırken yeni hukukta yazılmış oldu!

Kontrolü yitirmek ve MGK

MGK'nın son yıllarda daha fazla ortaya çıkması ya da politik belirleyiciliğinin netleşmesi sorununa gelince ki, aslında merkezi umuminin MGK aracılığıyla politik belirleyiciliğin netleşmesi anlamına gelir, bunu güçlülük ya da zayıflık ekseninde ele almak daha doğrudur. İttihat Terakki'nin görünür unsurları: kalemi umumi, meclisi umumi vd. artık yönetemez durumdadır. Bu durumu, çözülmenin ve güçsüzleşmenin belirleyenlerinden olarak ele almakta yarar var.

Ekonomik çöküntü ve dile getirilen iflas, ekonomik tabloların doğru okunmasıyla ortaya çıkan yüzde seksenlik açlık-sefalet ve yoksulluk tablosu, kimlerin ve hangi birimlerin nasıl karıştığını saptamakta zorlanılan hırsızlık-yolsuzluk ve arsızlık ile iç "konjonktürü" özetlemek olanaklı. Ancak böyle bir tablonun asıl öğrettiği, "erk kontrolünün kontrolden çıkabilecek olması" düşüncesinin bu tabloya ne şekilde müdahale ettiğidir. Sol'a yönelik baskı ile emeğe yönelik saldırı ile bu tablo olduğu gibi korunmaya çalışılmaktadır.

Diğer taraftan kuşkusuz bölge hakimi olmak da böylesine bir ekonomik bağımlı ve zavallı tablo ile olanaksızdır.

ABD ile ilişkiler, Kıbrıs Sorunu, Avrupa Birliği (AB) çabaları, bölgedeki emperyalist müdahaleler... dış konjonktürdeki zayıflıkları ve bu zayıflıkları nedensellik ilişkileri içinde kavramamızı sağlar. Böylesine bir ortamda MGK, yönetemez olmanın sonucu olarak belirginleşen bir müdahale aracı konumunda gözükmektedir. Daha net bir çözülmenin yaklaşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Ancak böyle bir çözülmenin ve tanımlanan kontrolün kaybı ile önümüzdeki yıllarda rejimin daha açık totaliterleşmesi beklenebilir. Beklenmelidir ve tüm siyasi hazırlıklar buna göre yapılmalıdır.

Türkiye'de bir "görünen iktidar" var bir de "gerçek iktidar" var ve ben bu gerçek iktidarın "asıl devlet partisinin" işi olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ikili bir yapı var. Bir tarafta siyasi partiler, seçimler, parlamento ve o parlamentonun çıkardığı hükümetler, diğer tarafta asıl rotayı belirleyen "gerçek iktidar". Benim kullandığım "asıl devlet partisi" nitelemesine katılır mısın yoksa "derin devlet" kavramı sana daha "uygun" mu geliyor?

"Derin devlet muğlak bir duruş noktasının ifadesi"

"Derin devlet" tanımlamasının, devlet olgusunu, gerek ülkemiz üzerinden gerekse daha evrensel ölçekte çözümlememizi ve onu doğru algılamamızı engelleyen bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. Devlet olgusunu olumlulaştıran ve bu şekliyle de zihinsel bulanıklığa yol açan bir yaklaşım. Aslında sorun, devlet olgusu karşısındaki duruşumuzla doğrudan ilgili. İyi devlet, kötü devlet tanımlamaları ne kadar anlamsızsa, devlet ve derin devlet tanımlaması ve bu tanımlardan yola çıkarak devleti anlamaya çalışmakta o kadar anlamsızdır.

"Aslında derin devlet olmasa devletimiz ne kadar iyi olabilir?" Sağlı sollu bir çok "demokrasi havarisi" böyle düşünerek aslında farkına varmadan derin devlet dedikleri o esas devlet örgütlenmesinin daha da güçlenmesi için gerekli argümanların oluşmasına yardım ediyorlar.

Derin devlet olarak tanımladıklarının aslında o fetişe ettikleri devletin ta kendisi olduğunu görmemek siyasi körlük ya da cehaletle açıklanabilir. Tabii ki kötü niyetli olduklarını düşünmüyoruz!

Tarihin yeniden okunmasında yarar var. Ve kendisini sosyalist ya da "daha solda" tanımlayan kişilerin ideolojileriyle hesaplaşıp devlet karşısındaki duruşlarını -yoksa yanında mı demeli?- yeniden gözden geçirmelerinde de siyasi kültürümüzün gelişmesi açısından yarar var.

Önceki soruyla bağlantılı olarak bir de "muvazaa geleneği" var ve senin bu konuda yazdığın bir kitap da var. Türkiye'de muvazaa niteliği taşımadan hükümet olabilmiş bir siyasi parti hiç oldu mu? Özellikle 1908 sonrasında bu bakımdan durumu nasıl değerlendiriyorsun?

İlk akla gelen Terakkiperver Parti. İktidar perspektifi vardı ancak "durumu" değerlendirmede bir o kadar yeteneksizdiler. "Bu bağlamda akılsızdılar da" denilebilir. İktidar olma potansiyeli taşıdıkları için imha edildiler ve sonsuza kadar sustular. Ardından 30'lu yıllarda bir Serbest Parti deneyimi yaşandı. İktidar tarafından kurulan bir muhalefet partisi olarak dört dörtlük bir muvazaa durumu oluşturuyorlardı ve traji komik bir yaşamı oldu.

Bir tür kamuoyu yoklaması da sayabileceğimiz Serbest Parti deneyiminin ardından devlet, ancak kendi çizdiği sınırlar içinde kalan siyasi partilerin iktidar olması üzerinden bir yönetim kurgusunu oluşturdu. Üstelik bu sınırlar alabildiğine hareketli olabiliyordu, daralıp genişleyebiliyordu ve daralıp genişleme durumu, merkez tarafından belirlenen "ilkelere" bağımlı idi

"Muhalefetin alanını da merkez belirler"

Bir siyasi oluşumun, siyasi partinin, iktidar perspektifine sahip bir siyasi partinin bu sistem içinde güçlenerek hükümete gelmesi söz konusu olursa o zaman, aidiyetini kaybetmiş bir "merkezi umumiden" söz etmek gerekiyor: merkez için aidiyetin kaybolması demek, çözülüş ve çöküşün geri döndürülmesi çok zor bir noktada olması demektir. İzin ve onay verecek gücün yitirilmesi, böylesi bir model üzerinden kurgulanmış devlet yapısının da çöküşe gidecek çözülmesinin habercisidir ki, hükümete gelme durumunda olan partinin "yapacak çok önemli işleri" var demektir.

Eğer benim asıl devlet partisi dediğim durum, dolayısıyla "muvazaa geleneği" geçerliyse, hükümet olan partiyle muhalefet parti veya partileri arasında retorik dışında bir "farktan" söz edebilir miyiz?

Kesinlikle hayır! Seksen yıllık partili hayatımız böyle olduğunun çelişkisiz birer örneğidir. Muhalefetin alanını da merkez belirler ve muhalefette tüm o daralıp genişlemelere bağımlıdır. Çünkü kendisini bu niteliklere göre ve merkezin ilkelerine göre tanımlamak zorunda hisseder. Vazgeçilmez temel ilkeler, bu kurguda tartışma ve muhalefet politikası dışında tutulur.

İktidar olma onayını beklemek bu anlamda muhalefetin yegâne görevidir. Alanın dışına çıkarsa cezalandırılır ve bu anlamda muhalefette ya da iktidarda olması fark etmez.

" Batı demokrasilerinden" farklı olarak siyasi partiler iktidara geldiklerinde hükümet olgusunun yanında partinin kendisi de devletle bire bir özdeşleşir ve böylece "onun" kalemi haline gelir, iktidarın bu anlamdaki gerçek amacı "iktidarın nimetleri" olarak tanımlanan yolsuzluklardan ve kayırmalardan vb.lerden yararlanmanın dışında bir şey olamaz. Ve iktidara gelen partilerin hizmet kalitesine göre ya da emeklerinin niteliğine göre aldıkları ücret değişir! Ülkemizde yolsuzlukların ne kadar çok ve yaygın cezalandırmanın ise ne kadar az ve kısıtlı olduğunu anımsayın.

Bu şartlarda muhalefete düşen ise, olası bir erk zedelenmesi durumunda iktidar sırasını beklerken, kitlelerin "öyleymiş gibi" sanmalarını sağlayacak oyunları oynamaktan ibarettir. İlginç olan, gün geçtikçe iktidar partilerinin konumlanışına benzer bir konuma sürüklenmeleridir: muhalefet partileri de yukarda söz ettiğim devletle özdeşleşmeyi yapma çabası içindedir. Muvazaa partiler yönetemez olduğu sürece muvazaa muhalefette muhalefet yapamaz olmaya mahkumdur. Farklı bir daralma döneminin izlerinden biri olduğu düşünülebilir.

"Sol siyasi partiler" bütün bu süreçte nereye oturtulabilir. Aslında bu partilerin söylemini bir tarafa bırakırsak, diğerlerinden ne farkları var. Bunların son tahlilde "kalkınmacı paradigma" içinde kaldıkları dolayısıyla da düzen partilerinden özde pek de farklı olmadıklarını söylemek sence biraz ölçüyü kaçırmak mıdır? Bu bakımdan gerçekten "başka bir şey" , "yeni bir şey" yapmak isteyen siyasi akımların ve partilerin radikal bir yenilenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyor musun?

Sol partilerin bu kurguda yerleri yoktur, olduklarını sanmaları aldatmacaya alet olmayı kabullenmekten öte bir anlam taşımaz. Ve bu durum da tabii ki bir "sol" parti için iyi bir şey değildir!

Özellikle genişleme dönemlerinde, figüran olarak da olsa bu oyunda yer almalarında herhangi bir sakınca görülmeyen sol-sosyalist partilerin kurulmasına hukuki onay verilir.

Ancak bunların çok sıkı denetim ve baskı altında oldukları da ortadadır. Rollerinin tamamlandığına karar verildiğinde ya da ilerde tehlikeli olabileceklerine dair milyonda bir de olsa bir olasılık belirdiğinde ortadan kaldırılmalarında bir sakınca görülmez. Çözülmeye bağlı daralma dönemlerinde ise susturulma yöntemi olarak şiddet benimsenir. Ve böyle bir zamanda "herhangi bir sola" tahammül edilemez. Tekrarda yarar var: devlet yapılanması için temel muhalefet alanını sol oluşturur.

Devlet hizmetine girmek

Din unsurunun bu muhalefet alanı içindeki konumu daralma ve genişleme dönemlerine bağımlı olarak sürekli kontrol altında tutulmuştur ve tutulacaktır. Din unsuru, devletin önemli payandalarından biri olarak değerlendirilmelidir. Çözülme ve ardından gelen yenilenme süreçlerinde, din unsurunun ve dinci politikaların etkinliğinin ve oynadığı rolün iyi gözlemlenmesi gerekir. Belki de böylece sol onu, "demokratik muhalefet kanadı" olarak değerlendirmek yanlışından ve bu yanlışa başlı yanlış politikalar üretmekten kurtulabilir. O devlet kurgusunun en önemli unsurlarından biridir ve tarih göz önüne getirilerek tartışılabilir.

Tekrar "sol"a dönersek; bu kurgu içinde tutunmaya ve çizilen sınırlara dahil olmaya çalışmanın bedeli, sol'dan uzaklaşılarak verilir. "Yine de sol bir şeyler yapılabilir" saplantısı, en ilkelinden bir pasifikasyonu gösterir ki, bu kanalda devletin yeterince hizmet verecek sosyal demokrat partisi olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir bağlaşıklık arayışı "sol" un devlet kurgusu içinde asimilasyonu ile sonuçlanmaya mahkumdur.

Kalkınmacı paradigma içinde kalmak bir yana, diğer taraftan resmi ideolojinin birçok temel argümanına sahip çıkma; kısacası tıpkı ortaçağda kilisenin yaptığı gibi kitabı duruma uydurma sorunu ile baş başa kalırlar ki böylesine bir baş başa kalışta artık sorunda ortadan kalkmış olur. Çünkü sol ya da sosyalizmle isim ya da amblem dışında bir benzerlikleri kalmamıştır.

Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı? Fakat istersen unuttuğum bir şeyi önce ben söyleyeyim. İçinde bulunduğumuz, ya da başlangıç yaptığımız yeni yüzyıl ya da yeni milenyumda artık eski tarz siyaset, siyaset üslubu, siyasi örgüt modeli, vb. radikal bir yenilenmeye ve değişime uğramadan sence hayırlı bir şeyler yapmak mümkün mü?

Eskiden alınacak derslerin daha önemini kaybetmediğini düşünüyorum. Bunların içinde burjuva siyasi partilerinin yapı ve politikaları var. Sosyalist partilerin örgütlenmesindeki temel sorun bu modellerin çoğu zaman tartışmasız onay görerek neredeyse birebir benimsenmesi. Evet onlardan öğrenecek bir şeyler var ama birebir taklit etmemek koşuluyla.

Tarihteki tüm sol hareketlerden de bu bağlamda öğrenecek hala çok şey var. Radikal yenilenme ve değişimin koşulu bu derslerin iyi çalışılmasıyla olanaklı ve belki de değişim ve yenilenme dediğimiz "şey" orada gizleniyor. Yüz otuz yıl geçmesine rağmen Paris Komünü aşılamadıysa, aradan doksan yıl geçmesine rağmen Ekim Devrimi aşılamadıysa, yetmiş yıl öncesinin İspanyol Devriminin insanı yaratılamadıysa hala...

Değişim ve yenilenme, öncelikle insan unsuruna yönelik bir müdahaleyi oluşturmakla başlayacaktır. Yeniyi aramaktan çok, unutturulan -ve unutarak onların kazanmasını sağladığımız- "eskinin" içindeki iyiyi-doğruyu bulmak... işte bu müdahalenin başlangıç noktası, bundan sonra hayırlı bir şeyler yapmak olanaklı.(FİKRET BAŞKAYA – BİANET)

* Röportaj ozguruniversite.com adresinden alınmıştır, ara baylık ve vurgular Bianet'e aittir.
Daha yeni Daha eski