“Evet, bugün de aynı şey söz konusudur ve “anarşistler oy kullanmaz” saçmalığını ve dogmatizmini ileri süren arkadaşlar, boykot ya da oy vermeme tutumlarıyla “AKP diktatörlüğüne evet mi, hayır mı?” sorusuna “ne evet, ne hayır, bu beni ilgilendirmez” cevabını vermiş oluyorlar. Aynı benim 2010 referandumunda yaptığım gibi. O günümü düşününce bu arkadaşlara kızamıyorum. Belki aradan 7 yıl geçince onlar da bugün aldıkları tavra pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacak!”


Geçtiğimiz Aralık ayının ortasından bu yana, otobiyografik kitaplarımın 6.’sını yazıyorum. 5.’sini (Sığınmacılar, 1990-2000) tam milenyumda bırakmıştım. Son otobiyografik kitabım ise 2000 başında başlıyor ve – yazım planımda bir değişiklik olmazsa – özgürlükçü güçlerin Gezi’ye girdikleri 1 Haziran 2013 doruk noktasında bitiyor. Şu anda bilgisayar A4 sayfasıyla 140 sayfa kadar yazarak (kitapta 200 sayfa eder yaklaşık olarak) 2008 yılı ortalarına gelmiş bulunuyorum.

Anılarımın 13 yıllık bölümünün 11 yılı AKP iktidarı altında; keza benim 11 yılım da artık Türkiye’ye gelip gidebildiğim bu dönemde geçmektedir. Elbette bu 11 yıllık bölümün siyasal gelişmeleri son derece önemlidir. Bu yüzden, bireysel hayatımla bu toplumsal ve siyasal gelişmelerin son derece iç içe geçtiğini görüyorum. Her aşamada AKP iktidarının attığı adımları ve bu adımlar karşısında aldığım hatalı veya doğru tutumları saptamaya çalışıyorum. Yazdığım metnin 124. Sayfasında 15 yıllık AKP döneminin belirleyici mücadelesiyle ilgili olarak şu saptamayı yapıyorum:

“2002 yılından beri Türkiye’nin önündeki esas sorun AKP diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesiydi.”

Elbette bu saptamayı, uzun yalpalamalardan, gidip gelmelerden sonra bugün yapabiliyorum. Bence, her toplumun belirli bir dönemini sadece bir mücadele domine eder. Elbette bu, Marksist ya da Maoist partilerin ünlü “baş çelişki” tahlilinden farklı bir saptamadır. En önemli farkı, diğer bütün çelişmeleri “baş çelişmeye” tabi kılmak gibi pederşahi bir tutumdan uzak durmasıdır. Tam tersine, bir dönemin belirleyici mücadelesini saptamak, tamamen farklı bir anlayışla, diğer bütün çelişmeleri buna tabi kılmak yerine, her birinin serbestçe kendini ifade etmesine olanak tanır. Çünkü ancak bütün çelişmeler kendilerini kendi özellikleri içinde serbestçe ifade ederlerse o zaman belirleyici mücadelede ileriye doğru gerçekten adımlar atılabilir. Bunun en güzel örneğini, Gezi mücadelesi ve son dönemdeki, halen içinde bulunduğumuz #HAYIR kampanyası vermiştir, vermektedir. Her iki mücadelede de bütün çelişkiler, bütün özel talepler kendilerini serbestçe ve kendi öznellikleri içinde ifade edebildikleri için birbiriyle çelişen talep ve sloganlar bile ortak mücadelede birleşebilmiş ve bir harmoni oluşturmuştur. Ne zaman ki herkesin “GEZİ”si kendine olmuş, o zaman herkesin GEZİ’si bütüne eklemlenmiş, bütünün içinde kendine yer bulmuştur; aynı şekilde, ne zaman ki herkesin “HAYIR”ı kendine olmuş, o zaman herkesin HAYIR’ı bütüne eklemlenmiş, bütünün içinde kendine yer bulmuş, asla bir araya gelmeyecek gibi görünen ulusalcı ile anarşist Gezi’de; MHP’li Türk milliyetçisi ile HDP’li Kürt Hayır’da bir araya gelebilmiştir. Bu, hayatın mucizesi olduğu kadar, toplumsal altüst oluşan bir cilvesi ve daha da önemlisi, tayin edici mücadelenin getirip önümüze koyduğu kaçınılmaz sonuçtur. Eğer burnundan kıl aldırmayan mücadele dışı püristler değilseniz hayatın ve mücadelenin yol açtığı bu kaçınılmazlığa elinizi uzatmak zorundasınızdır!

Yazıya nereden başladım, nereye geldim böyle! Esasen anlatmak istediğim şu belirleyici mücadeleydi. Fakat o beni dünün ve bugünün aciliyetlerine sürükledi. Oysa ben AKP’ye karşı 15 yıllık belirleyici özgürlük mücadelesinin aşamalarını ve benim bu konudaki kâh hatalı, kâh doğru tutumlarımı tahlil edecektim.

Yeni yazdığım anılarımda, özellikle 2007 başındaki Hrant Dink cinayetinin AKP iktidarının özgürlük düşmanı yöneliminde belirleyici bir adım olduğunu saptıyorum. Devlet, “eski kocası” ordudan boşanmıştır ve 2002’den beri “yeni kocası” AKP ile mutlu bir hayat yaşamak istemektedir. Fakat bunun için “eski kocanın” karısının üzerindeki “vesayet” iddialarının bertaraf edilmesi lazımdır. Ancak o zaman “yeni koca” AKP rahat bir nefes alabilecektir. Arkasında AKP iktidarının olduğu Danıştay ve Hrant Dink cinayetleriyle başlayıp “Ergenekon”la devam eden provokasyonlar dizisi ancak böyle bir bakış açısıyla aydınlığa çıkabilmektedir.

İşte bu nedenle 2007-2008 yıllarındaki bayraklı yürüyüşleri, bütün ulusalcı ideolojik yönelimine rağmen, AKP diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesi saflarında direnişler olarak görmek; “Ergenekon” operasyonları başladığında, benim, diğer anarşistlerin ve solcuların yaptığı gibi bu konuda AKP’ye gizli destek vermek ya da tarafsız pozlara girmek yerine, AKP diktatörlüğüne karşı bu mücadelelerin yanında yer almak, elbette bayrak sapıklıklarını eleştirerek yer almak gerekirdi. Hatırladığım kadarıyla bu konuda sözünü ettiğim türden doğru bir tutumu Kurtuluş Cephesi, Evrensel çevresi ve Birgün’ün bazı yazarları almış ve bu yürüyüşlere katılmak gerektiğini ileri sürmüşlerdir.

15 Yıllık mücadele sürecinde yaptığım en önemli hata ise, 2010 referandumunda “boykot” ya da “sandığa gitmeme” tutumu almak olmuştur. Elbette hiçbir zaman benimsemediğim ve o zaman da şiddetle eleştirdiğim “yetmez ama evet” tutumundan söz etmiyorum bile. Fakat hangi akla hizmet oy vermemeyi savunmuştum? Bugün baktığımda bu saçma tutumuma hiçbir mantıki gerekçe bulamıyorum. Bu, sadece ve sadece AKP’ye karşı özgürlük mücadelesinin gereğini tam olarak kavrayamadığımı ortaya koyar. Bazı arkadaşlar hâlâ, “ama o referandumda 12 Eylül anayasasından kurtulmaya evet mi, hayır mı oylanmıştı” diye kendi teslimiyetçe tutumlarını savunmaya çalışıyorlar. Oysa bu AKP’nin aldatmacasından ibaretti. O referandumda oylanan sadece ve sadece AKP diktatörlüğüne evet mi, yoksa hayır mıydı; bugün de aynı şey söz konusudur.

Evet, bugün de aynı şey söz konusudur ve “anarşistler oy kullanmaz” saçmalığını ve dogmatizmini ileri süren arkadaşlar, boykot ya da oy vermeme tutumlarıyla “AKP diktatörlüğüne evet mi, hayır mı?” sorusuna “ne evet, ne hayır, bu beni ilgilendirmez” cevabını vermiş oluyorlar. Aynı benim 2010 referandumunda yaptığım gibi. O günümü düşününce bu arkadaşlara kızamıyorum. Belki aradan 7 yıl geçince onlar da bugün aldıkları tavra pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacak!

J. P. Sartre’ın “İş İşten Geçti” adlı, gençliğimde okuduğum çok güzel bir oyunu vardı. Bulup yeniden okuyayım!

Gün Zileli - 3 Nisan 2017 - www.gunzileli.com - gunzileli@hotmail.com
Daha yeni Daha eski