Kemalizmin Altı Ok ile temsil edilen ilkelerinden Cumhuriyetçilik dışında kalanlar (ulusçuluk, laiklik, devletçilik, daha az olmakla birlikt...
Kemalizmin Altı Ok ile temsil edilen ilkelerinden Cumhuriyetçilik dışında kalanlar (ulusçuluk, laiklik, devletçilik, daha az olmakla birlikte halkçılık ve devrimcilik) Batı’daki genel düşünce akımları çerçevesinde ele alınıp işlenmişlerdir. Fakat, cumhuriyetçilik ilkesi için aynı şeyi söylemek zordur. Bu konuda yazılanlar, Türkiye’de cumhuriyetin ilânı sürecini betimlemekten öteye geçmez. CHP dokümanları da, sanki açıklanmaya ihtiyacı yokmuş gibi, bu ilkenin anlamı konusunda hiçbir açıklama getirmez. (Örneğin, CHP’nin 1927, 1931 ve 1935 programları bu ilkeyi bir veya iki cümleyle geçiştirir.)
1990’ların başından itibaren süregelen ve Kemalist cumhuriyetin demokratik olup olmadığı konusunda odaklaşan Birinci Cumhuriyet-İkinci Cumhuriyet tartışması da, izleyebildiğim kadarıyla, Kemalist cumhuriyetçiliği Batı’daki cumhuriyetçi siyasal düşünce geleneği ile veya son 25-30 yıldır Amerika’da cumhuriyetçilik konusundaki araştırma ve tartışmalarla ilişkilendirilmeden sona erdi. Tartışmada “cumhuriyet” sözcüğü, cumhuriyetçi düşünce geleneği ile zenginleştirilmeden, sözlük anlamı ve Türkiye’deki pratik ile sınırlandırıldı.
Cumhuriyet kavramını Batı’daki cumhuriyetçi düşünce geleneğine bağlayarak açıklama girişiminde bulunan kişi, onun kurucusu Mustafa Kemal’dir. Olasılıkla Montesquieu’yü okuduğu günlerde (14 Ekim 1925), Atatürk, cumhuriyetle saltanatı karşılaştırırken, Montesquieu gibi, saltanatı (Montesquieu’de despotizm) “korku ve tehdide”, cumhuriyeti de “fazileti ahlakiyeye” dayanan bir yönetim olarak tanımlar. Ne var ki, bu girişimin arkası gelmez.
Oysa, cumhuriyetçilik, bir siyasal kuram olarak alındığında, Kemalizmin diğer ilkelerini de kapsar. Ulusçuluk, halkçılık, laiklik, devletçilik ve devrimcilik Kemalist cumhuriyetçiliğe ayrıntı kazandıran, onu tanımlayan nitelikler olarak alınabilir.
Biz bu yazıda Kemalist Cumhuriyetçiliği, Atatürk dönemi ile sınırlı olarak, Batı’daki cumhuriyetçi siyasal düşünce geleneğine bağlayarak onun niteliğine bir ışık tutmak istiyoruz. Bunun için, önce Cumhuriyet kavramını çözümleyeceğiz; ikinci olarak, klasik ve yeni cumhuriyetçiliği bazı açılardan karşılaştıracağız; üçüncü olarak da Kemalist cumhuriyetçiliğin bu karşılaştırma noktaları açısından klasik cumhuriyetçiliğe mi, yeni cumhuriyetçiliğe mi yakın olduğunu belirlemeye çalışacağız. Türkiye’deki demokratik süreçlerin ve yapıların içinde klasik cumhuriyetçi ruhun nüfuzuna işaret ederek bitireceğiz.
“CUMHURİYET” SÖZCÜĞÜNÜN ANLAMLARI
Cumhuriyet” sözcüğü, Batı dillerindeki karşılığının (İng. “republic”) etimolojisinin (res: şeyler; publica: kamusal, halksal) de işaret ettiği gibi, insanların ortak çabalarını gerektiren kamusal işler anlamına gelir. Bu anlamda, “cumhuriyet” özel ya da aileye ilişkin işler alanı için kullanılan res privatanın karşıtıdır. Sözcük aynı zamanda, kamusal yaşamın örgütlenmesi anlamında da kullanılır ve “devlet” ile eşanlamlıdır. Bir cumhuriyette kamusal işler ve yönetim, ilke olarak yurttaşların ortak işidir ve ortak yarar için yurttaşlar tarafından yürütülür. Halk kendisini ilgilendiren kararların alınmasına katılır. Ancak sözcük, başında bir monarkın olmadığı ve halk tarafından seçilmiş veya atanmış bir başkanın bulunduğu devlet biçimi için de kullanılır. (Bununla birlikte, sözcüğün, başında bir kralın bulunduğu, fakat halkın bir biçimde yönetime katıldığı, demokratik, monarşik ve oligarşik ögeler içeren devletler için de kullanıldığını belirtelim. Örneğin, Montesquieu, İngiltere’yi “saltanat kisvesi altında Cumhuriyet ilkelerini gizleyen bir millet” olarak niteler.1 Bazı kaynaklarda, başında iki tane kral olan Sparta’dan cumhuriyet diye söz edilir.)
Atatürk döneminde ders kitaplarında ve Kadro2 içinde yer alan kişilerin yazılarında ve konuşmalarında, “cumhuriyet” sözcüğü, genellikle dört anlamda kullanılır.
Birinci anlamda, “cumhuriyet”, egemenliğin ulusta ya da halkta olduğu, devlet başkanının halk tarafından seçildiği, bir aileden gelme koşulunun olmadığı yönetim biçimi anlamında, başka deyişle, padişahlığın karşıtı olarak, “hâkimiyeti milliye”nin gelişmiş şekli anlamında kullanılır. CHP belgelerinde “cumhuriyet” tasrih edilirken, bu anlam, monarşi karşıtlığı ve millî egemenlik vurgulanır: “Her türlü istibdat ve tagallüp idaresi imkânını kapıyan yegane şekl-i devlet”, “hâkimiyet-i milliyenin aksa-yı tekamülü [en ileri evrimi, en gelişmiş şekli]”,3 “millî hâkimiyet mefkuresini en iyi ve en emin surette temsil ve tatbik eder devlet şekli”.4 Aynı karşıtlık o dönemin eğitimle ilgili tamimlerinde de vurgulanır. (Kuşkusuz, bu anlam, saltanattan resmen ayrılan fakat hem hâlâ zihinlerde saltanatla ilişkilendirilen hem de Tanrı’dan kaynaklanan dinsel otoriteyi temsil eden hilafete karşıtlığı da içerir.)
“Cumhuriyeti koruma”nın anlamı, deyimdeki “cumhuriyet” sözcüğü bu anlamda alındığında, onu saltanat ve hilafete yeniden dönmeyi isteyenlere karşı korumak demektir.
2. Sözcüğün birinci anlamına bağlı olarak, “cumhuriyet”, yeni dönem, yeni devir, yeni iktidar yapısı demektir. Cumhuriyetin ilân edildiği gün, eski devrin sona erdiğini ve yeni devrin başlangıcını işaretleyen bir milattır. Örneğin, “cumhuriyet nesli” ya da “yeni nesil” derken saltanat sonrası yetişen nesil kastedilir.
3. Sözcüğün gerek birinci gerekse ikinci anlamı zengin değildir. Sadece “saltanat karşıtı” ve “saltanat sonrası” veya “başında bir padişah veya halife değil, seçilmiş bir başkan bulunan devlet şekli” demektir. Örneğin, 26.12.1923 tarihli Cumhuriyet esaslarına göre eğitim yapılmasını bildiren tamimin istediği değişiklikler, eski ders kitaplarındaki cumhuriyet aleyhine ifadelerin çıkarılması; birinci anlamdaki cumhuriyet yönetimi hakkında bilgi verilmesi; Türk tarihinin öznesi olarak sultanların değil, milletin gösterilmesi ve geleceğin yurttaşları olan öğrencilerin okul yönetimine katılmalarının sağlanması ile sınırlıdır.
Bu devlette dinin ve geleneğin yeri, siyasal topluluğun hangi esasa göre tanımlanacağı, vatandaşların hakları, milletin egemenliğini nasıl kullanacağı, çoğulcu-demokratik olup olmayacağı belli değildir. İlk başlarda, örneğin 3 Mart 1924 yasalarına kadar, yeni dönem Türkiye’sinde, devlet şekli olarak cumhuriyete geçilmesi dışında, hemen her şey eskidir. Halife görevi başındadır; yazı eski yazıdır; tekkeler ve şeyhler faaliyetini sürdürmektedir; medreseler öğretime devam etmektedir; başlarda fes vardır; zaman Rumi veya Hicri takvime göre bölümlenmiştir, ilkokullarda Kuran dersleri okutulmaktadır...
Bu durumda, eğer cumhuriyet birinci anlamda, yani başında bir monarkın olmadığı, egemenliğin halkta olduğu devlet biçimi anlamında alınırsa, 30 Ekim 1923 Türkiye’sine dönmeyi istemek, daha geriye (örneğin 28 Ekime) gitmemek koşuluyla, Cumhuriyet karşıtlığı olarak görülemez.
Fakat bugün, Türkiye’de İslâmcı tehlike karşısında “Cumhuriyete sahip çıkalım”, “cumhuriyetçiler biraraya gelmeli” gibi çağrıların sadece birinci anlamdaki cumhuriyeti savunanlara hitap etmediği açıktır. Çünkü, İslâmcılar arasında hilafeti isteyenler bulunsa da, saltanatı savunana rastlanmaz. İslâmcılar, egemenliğin halkta değil, Allah’ta olduğunu savundukları için, cumhuriyet karşıtı olarak yorumlanabilir. Ancak, cumhuriyetçilerin ünlü sözü, “Halkın sesi hakkın sesidir”,[5] Hakk’ın varlığını teslim etmek ve Hakk’ın bir ulema ya da molla sınıfının veya bir halife-padişahın değil, bütün halkın oyu aracılığıyla konuştuğunu kabul etmek koşuluyla, egemenliğin Allah’ta olmasını savunmak cumhuriyetçilikle uzlaşmaz değildir.
Bu tür çağrılar, devrimlerle kurulan düzeni savunanlara hitap etmektedir. Ancak hangi devrimlerle kurulan ve kuruluşu ne zaman tamamlanmış olan düzen?
Bilindiği gibi, Cumhuriyet ilân edildikten sonra, yazı devrimi bitinceye kadar, pek çok devrim olur. Her devrimle birlikte, yeni dönem biraz daha yenileşir. Yeni devrimlerle eski kurumlar yıkılıp yerine yeni kurumlar konur. Öyle ki, Cumhuriyetin onuncu yılında, on yıl öncekinden hemen tamamen farklı yeni bir siyasal ve toplumsal düzen kurulur. 1930’lu yıllarda bu yeni siyasal ve toplumsal düzenin ideolojisi sistemleştirilmeye çalışılır. Bu düzen Atatürk’ün sağlığında pekişir.6
Cumhuriyetin onuncu yılına gelindiğinde, “cumhuriyet” sözcüğü artık, sadece egemenliğin halkta olduğu ve başında halk veya onun temsilcileri tarafından seçilmiş bir başkanın bulunduğu devlet biçimini anlatmaz. Sözcük, onu da içeren ve devrimlerle kurulan siyasal ve toplumsal düzeni (rejimi) bir bütün olarak ifade eder. 5.2.1937 Anayasa değişikliği ile belirtildiği gibi, Türkiye devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır (md. 2).
Dolayısıyla, “devrimlerle kurulan düzen” anlamındaki “cumhuriyet” sözcüğünün anlamı, yapılan reformlara ve sözcüğün telaffuz edildiği zamana göre değişir. 30 Ekim 1923’te savunulacak cumhuriyet, 30 Ağustos 1924’te Mustafa Kemal’in Dumlupınar’da “yeni nesil”den “ila ve idame” etmesini istediği cumhuriyet, 1927’de Nutuk’unda gençlerden “muhafaza ve müdafaa” etmelerini istediği cumhuriyet, 1937’de Anayasada nitelikleri ifade edilen cumhuriyet ve bugünkü cumhuriyet aynı cumhuriyetler değildir. Birincisinde savunulacak olan bir devlet şeklidir, diğerlerinde ise Atatürk döneminde kurulan siyasal ve toplumsal düzenin evreleridir.
Saltanata ve hilafet dönüş tehlikesi azaldıkça, “cumhuriyet” sözcüğünün bu anlamı, siyasal ve toplumsal düzen anlamı daha çok ön plana çıkar. Bugün “Cumhuriyeti savunalım” çağrısı, devrimlerle kurulan bu düzeni savunmaya bir çağrıdır.
4. Son olarak sözcük, “Türkiye Cumhuriyeti” deyiminde olduğu gibi, özellikle dış devletlerle ilişkilerde Türklerin “devlet”i anlamında (ve bu devletin biçiminin yukarıdaki birinci anlamda bir devlet biçimini içerecek şekilde) kullanılır.
“Cumhuriyet”in en kapsamlı anlamı yukarıdaki üçüncü anlamdır: Devrimlerle kurulan siyasal ve toplumsal kurumlar anlamında düzen ya da rejim. Bu kurumların temelinde de en başta Atatürk’te ifadesini bulan ve onun onayladığı amaçlar, değerler, ilgiler, düşünceler, bakış açısı, kısaca Kemalizm bulunmaktadır. Yukarıda açıklanmadığını söylediğimiz cumhuriyetçilik ilkesine, CHP programlarında açıklanandan daha geniş bir anlam vermek istersek, bunu ancak genel olarak Kemalizm içine yerleştirerek yapabiliriz. Fakat Kemalizm pek çok görüşü, inancı ve duyarlılığı içeren bir kavram olduğundan, Kemalist cumhuriyetçiliğin niteliğini aydınlatmak için, bakışımızı Kemalizmin cumhuriyetçilikle ilgili ögeleri üzerine çevirmeliyiz. Batı’daki cumhuriyetçi düşünce geleneği içinde tartışılan ve ilgi odağı olan temaları yol gösterici olarak almak, Kemalizmdeki bu ögeleri (inançlar, değerler, meşrûlaştırmalar, kaygılar, yöntemler...) belirlemek için bir yol olabilir.
KLASİK VE YENİ CUMHURİYETÇİLİK
Cumhuriyetçi düşünce içinde, klasik ve yeni (ya da modern) olmak üzere bir ayrım yapılır. Klasik Cumhuriyetçilik denince, antik Yunan ve Roma’ya hayranlığın doruk noktasına ulaştığı Rönesans döneminde Machiavelli ve izleyicileri ile başlayan, İngiltere’de Commonwealth döneminde (1649-1660) James Harrington, John Milton ve 1680’li yıllarda Algernon Sidney ile, Aydınlanma döneminde de Rousseau ile devam eden bir siyasal düşünce geleneği anlaşılır. Gelenek, antik Yunan ve Roma dönemindeki cumhuriyetlerin, bu dönemin daha çok tarihçilerinin dayanarak bir cumhuriyet tasarımı geliştirirler. Machiavelli devlet modelini geliştirirken hayranlık duyduğu antik Roma cumhuriyetinden; Rousseau ise daha çok Sparta’dan esinlenir.
Liberal demokrasi ile özdeşleştirilebilecek olan yeni cumhuriyetçilik ise Aydınlanma döneminde ortaya çıkar. Bu dönemde siyasetin amacı, klasik düşüncede olduğu gibi erdem, imparatorluk ve ün gibi amaçlar değildir. Aydınlanma düşünürlerinin çoğuna göre siyasetin amacı, bireylerin kendi amaçlarını serbestçe gerçekleştirmeye çalışabilecekleri koşulları yaratmaktır. Onlar siyaseti, güvenlik ve refah gibi daha temel insan ihtiyaçlarının giderilmesi için bir araç olarak görürler. Bu bakımdan Aydınlanmanın siyasal felsefesi bireyci, laik ve insanın kazanma güdüsünü serbest bırakma eğilimindedir.
Aydınlanmacılar, kendi aralarında ortak bir payda oluşturan İlerleme fikrine bağlı olarak, modernlerin antiklerden daha ileri ya da daha iyi durumda olduklarına inandıklarından, onları hayran olunacak bir model olarak görmezler. Tersine, antik cumhuriyetler arasındaki savaşları, fetihleri, köleliği, iç çatışmaları, siyasî tahakkümü, şan ve şöhret mücadelesini eleştirel bir gözle değerlendirirler. Din savaşlarının yol açtığı acı sonuçlar, siyaseti yüce değerlerle, erdemli yaşamla ilişkilendirmenin yararlı olup olmadığını sorgulamalarına yol açar. Böylece, klasik cumhuriyetçilerin antiklerde olduğunu ileri sürdükleri ve yücelttikleri erdemlerin aslında yüceltilmeye değer olmadığını; antiklerin siyasal ve toplumsal yaşamlarının kötü ve kabul edilemez yanları olduğunu; klasiklerin modernlerde ve antiklerde eleştirdikleri etkinlik ve değerlerin de aslında kötü olmadığını göstermeye çalışırlar. Bu yeni anlayışın oluşumunda özellikle, Hume, Adam Smith, Adam Ferguson gibi İskoç Aydınlanmasının düşünürleri büyük katkıda bulunmuşlardır. Montesquieu’de ve Amerika’nın Kurucu Babalarında hem klasik hem yeni cumhuriyetçi ögeler birarada bulunur.
Şimdi iki cumhuriyetçilik arasındaki başlıca farkları şöyle özetleyebiliriz:7
İnsan Doğası. Siyasetin konusu insan yönetimi olduğundan, bir siyaset veya eğitim kuramcısının insan doğasına ilişkin görüşü ile önerdiği siyasal ve toplumsal politika ve düzen arasında sıkı bir ilişki vardır. Örneğin, insanların doğaları gereği kötü olduğu varsayılırsa, önerilen siyasal düzen, olasılıkla bu kötü doğayı baskı altında tutacak bir siyasal düzen olur; iyi olduğu varsayılırsa, olasılıkla özgürlükçü bir düzen önerilir; boş olduğu varsayılırsa, çevresel koşulları düzenleme (reform) önerilir.
Klasik cumhuriyetçilere göre, birey zayıftır ve kendi başına bırakıldığında ortak çıkara hizmet etmez. İnsan kısa görüşlüdür, kendini düşünür ve bencildir.8 Yeni cumhuriyetçiler de, insan doğası konusunda farklı düşünmezler. Ancak, klasiklere göre insanın bencil doğası yok edilemese bile denetim altına alınabilir. Yeni cumhuriyetçilere göre ise, insan doğasını değiştirmek olanaksızdır. Ayrıca buna gerek de yoktur.
Eğitim. İnsan doğası ve onun değiştirilebilirliği konusunda bu farklı görüşlere bağlı olarak klasik ve yeni cumhuriyetçilerin eğitime verdikleri önem derecesi de farklıdır. Klasik cumhuriyetçilere göre, zayıf ve güvenilmez bir doğası olan insanların erdemli yurttaşlar haline getirilebilmesi için, onların güdülerini, bağlılıklarını, yatkınlıklarını biçimlendirecek, bencil doğalarını kötürümleştirecek9 bir eğitime, özellikle yurttaşlık eğitimine tâbi tutulmaları gerekir. Bireyler eğitilip yurttaş olduktan sonra bile, onların hep yurttaş kalabilmeleri için sürekli işlenmeleri gerekir. Klasik cumhuriyetçiler için, sıradan insanlar hayatları boyunca daima eğitilmeye ve gözetime ihtiyacı olan birer çocuktur.
Yeni Cumhuriyetçilikler ise, hem insanın bencil doğasının eğitimle değiştirilebileceğine inanmadıklarından hem de bireysel özgürlüklere verdikleri değer dolayısıyla, eğitime özel bir önem vermezler. Devletin eğitime müdahale etmesini de öngörmezler. Onlar için eğitim, bireylerin ruhlarını, güdülerini, alışkanlıklarını biçimlendiren bir süreç olmaktan çok, belli bilgi ve becerileri aktarmaktan ibaret öğretimdir.
Büyük adamlara ihtiyaç ve hayranlık. Kötü insanlar, iyi bir toplum ve iyi bir eğitim sistemi kuramayacağından eğiticilerin ve aynı anlama gelmek üzere yasa koyucuların sıradan insanlardan farklı “büyük adam”lar olmaları gerekir. Bu yüzden, klasik cumhuriyetçilerin, yeni devletin halkın erdemli olmasını sağlayacak olan yasalarını koyacak yasa koyucu büyük adamlara gereksinimleri vardır. Rousseau, modern bir Musa’ya, bir Lykurgos’a, bir Muhammed’e; Machiavelli, bozulmuş bir halkı düzene koymak için büyük ve güçlü bir monarka ihtiyaç olduğunu vurgular.10 Onlar tarihte adı geçen efsanevi yasa koyuculara, yurttaşta olmasını istedikleri erdemleri yaşamlarında sergileyen komutanlara ve devlet adamlarına büyük hayranlık duyarlar. Yeni cumhuriyetçilerin ise büyük adamlara gereksinimi yoktur. Onlara göre herkes aşağı yukarı aynı derecede iyi ya da kötüdür.
Paternalizm. Dolayısıyla, klasik cumhuriyetçiler, doğruyu bilen, uzak görüşlü, sıradan olmayan ve halkı eğitecek, ona erdemli olmasını öğretecek bir elit grup tanıdığı için, kaçınılmaz olarak paternalisttir. Yeni cumhuriyetçilerin öncülleri ise böyle bir sonuç içermez.
Bireysel çıkar ve kamu çıkarı. Klasik Cumhuriyetçilere göre, bireysel çıkar ile kamu çıkarı çatışır. İkisi arasında ters orantı vardır. Bunun için, yurttaşların bireysel çıkarları peşinde koşmasını engelleyecek, ortak çıkarı ve kamusal ruhu, Gökalp’in deyişiyle “umumculuğu” egemen kılacak bir yasa ve eğitim sistemi kurulmalıdır. Yeni cumhuriyetçiler ise bireysel çıkarın ortak çıkar ile çatışmadığını, ideal bir serbest piyasada “görünmez bir el”in, bencil güdüleriyle hareket eden bireyleri ortak çıkara hizmet ettireceğini ileri sürerler. Bu nedenle, kamusal ruhu vurgulamazlar. Onlara göre devlete düşen görev, bireylerin çıkarlarını serbestçe gerçekleştirmesinin önündeki engelleri kaldırmaktan ibarettir. Bu yapılırsa, ortak çıkar kendiliğinden gerçekleşir. Bu yüzden, klasik cumhuriyetçilikte siyasal topluluğa karşı sorumluluklar ve ödevler vurgulanırken, liberalizmde siyasal topluluk karşısında bireyin hakları vurgulanır.
Özgürlük anlayışı. Klasik cumhuriyetçilikte, toplumsal özgürlük, kollektif olarak halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Bu hem yabancı bir güce köle olmamasını, yani bağımsız olmayı hem de bir kralın tebası olmamayı, yani yurttaş olmayı gerektirir. Toplumsal özgürlük, bağımsız bir devletin vatandaşı olarak kendi kendini yönetmek demektir. Klasik cumhuriyetçi düşüncede bireysel özgürlük ise kamu hizmetlerine katılma ile bağlantılıdır, kamusal alanda yaşanan bir şeydir. Kollektif kamusal işlere doğrudan, aktif olarak katılma, iktidarın bir parçasını kullanma (seçme, seçilme, yargılama, savaşa ve barışa karar verme...),11 başka deyişle, köle veya teba olmama demektir. Klasiklere göre bireysel özgürlük, ortak çıkarı ifade eden yasalara uymak demektir. Bireylerin bu yasalara uymaya zorlanması, onların ancak özgür olmaya zorlanmasıdır.12 İnsanlar, kamusal ödevleri ve çıkarları uyuştuğu, ortak çıkara hizmet ettikleri zaman ve ölçüde özgürdürler. Klasik cumhuriyetçiler özel yaşam alanında yaşanacak özgürlükten, bireysel bağımsızlıktan söz etmezler. Özel ya da bireysel yaşam alanında devlet denetimini öngörürler.13
Yeni Cumhuriyetçilikte ise özgürlük, kendi özel yaşamlarını sürdüren barışçı bireylerin özel yaşamıyla ilgili bir şey, özel yaşamda bağımsızlık olarak görülür. O, yasa güvencesinde olmak, keyfî olarak tutuklanmamak, kötü muameleye marûz kalmamak, görüşlerini ifade etmek, mülk edinmek, bir meslek seçip onu icra etmek, izinsiz seyahat etmek, örgütlenebilmek, bir dini tercih etmek, yöneticileri seçmek, onları eleştirmek... Yani özgürlük, kamusal alanda yaşanan bir şeyden çok özel yaşamda yaşanan, hayata geçirilen bir şeydir.14 Devletin ve yasaların uzanamadığı, suskun kaldığı alanda ortaya çıkar. Klasik cumhuriyetçiler ise bu özgürlüklere fazla önem vermezler.
Klasik cumhuriyetçilikte, yurttaşların yönetime aktif olarak katılması ya da doğrudan demokrasi öngörülür. Yeni cumhuriyetçilikte ise, aktif katılım yerine, kamusal işlerin temsilcilere gördürülmesi eğilimi ağır basar. Böylece, yurttaşlar da kendi özel yaşamlarını yaşamak için zaman kazanırlar. Yeni cumhuriyetçiler, klasiklerin anladıkları anlamda toplumsal özgürlüğe de fazla önem vermezler. Onlar için önemli olan, bireysel özgürlüklerin yaşanmasına olanak veren yönetimdir.
Demokrasi ve yurttaşlık anlayışı. Yurttaş, yönetmeye ve yönetilmeye yetenekli kişi demektir. Bu yeteneğin hangi insanlarda bulunduğu konusunda klasik ve modern cumhuriyetçiler arasında farklar vardır. Klasik Cumhuriyetçilikte demokrasi denince, iktidarın bir monarkın değil, yurttaşların elinde bulunması anlaşılırken, yeni cumhuriyetçilikte, yurttaşlık statüsünün nüfusun gittikçe geniş kesimlerine yayılması anlaşılır. Klasiklerde -Rousseau hariç- yurttaşlık, belirli hakları belirli ayrıcalıklar karşılığında taşıyan sınıf veya zümre üyelikleri ile birlikte gider. Yurttaşlar genellikle varlıklı kimselerdir. Bağımsızlık ve onur gibi erdemlere ancak bunların sahip olabileceklerine inanılır. Yeni cumhuriyetçilik ise daha eşitlikçi olma ve oy hakkını yaygınlaştırma eğilimindedir.
Askerî değerler. Klasik cumhuriyetçiler düşünürken, birbiri ile sürekli savaş halinde olan siteleri göz önünde tutarlar. Sitenin bağımsızlığı için her an savaşmak zorunda kalabilecek olan siyasal topluluğun ayakta kalabilmesi, yurttaşların bağımsızlığa düşkün, yurtsever, vatan için kendini feda etmeye hazır, cesur, kuvvetli, çevik ve yırtıcı, kısacası iyi bir asker olmaları gerekir. Bu yüzden klasikler, yabancılara karşı acımasız olmayı, şiddeti, yırtıcılığı överler.15 Yeni cumhuriyetçilik hümanitaryandır, şiddete ve kabalığa karşıdır. Antik cumhuriyeti en çok bu özellikleri dolayısıyla eleştirirler.
Kapalılık ve açıklık. Klasik cumhuriyetçiler, her yabancıyı potansiyel bir düşman olarak gördükleri için, kendi içine kapalı, kendisiyle yetinen, üyeleri sımsıkı birbirine tutunmuş bir toplum öngörür. Onlara göre, siyasal topluluğun dışında kalan bireyleri yurttaşları gibi bir insan ve onlarla az çok eşit gören kozmopolitlik, üstesinden gelinmesi gereken bir sapkınlıktır. Önemli olan, kişinin yurttaşlarına karşı iyi olmasıdır.16 Aydınlanmanın evrenselciliğini, kozmopolitizmini ve bireyciliğini yansıtan yeni cumhuriyetçiler ise dışa açılmayı, toplumlar arasında barışın, dostluğun ve işbirliğinin, en başta ticaret yoluyla, kurulması idealini önemli bulurlar.
Sivil din. Klasik Cumhuriyetçiler, Hıristiyanlık ve İslâm gibi Tanrı’ya ve devlete (örneğin, şeriata ve cumhuriyet yasalarına), dinî liderlere ve devlet yöneticilerine, siyasal topluluğa ve ümmete bağlılık arasında yurttaşın ruhunda çatışma yaratan evrensel dinlerin yerine, yurttaşların bağlılığını siyasal topluluk ve devlet üzerinde odaklaştıracak, yurttaşlar arasında birliği sağlayacak ve yurttaşlık görevlerini aynı zamanda dinsel görevler haline getirecek bir sivil dinin gerekliliğini savunurlar. Başka deyişle, bir cumhuriyet bir tür sivil din şeriatı ile yönetilmelidir. Bu dinin inananları yurttaşlar topluluğu ile sınırlı olmalı, onları “yabancı”lardan ayırmalı ve birbirine bağlamalıdır. Siyasal topluluğa bağlılıkla ümmete bağlılık bir ve aynı şey olmalıdır. Bu din, bu dünyaya dönük olmalı, siyasal topluluğun ve devletin bekası için gerekli erdemleri aşılamalıdır. Machiavelli için bu site dinine, paganizme dönmektir. Rousseau ise, Hıristiyanlıktan çıkarılmış bir tür deizm önerir.17
Yeni cumhuriyetçiler ise hem inanma özgürlüğünü bireysel bir özgürlük olarak gördüklerinden hem de pazar ilişkilerinin bütünleştirici gücünün böyle bir müdahaleyi gereksiz kıldığına inandıklarından, inançlara müdahaleyi öngörmezler. Dolayısıyla, vicdan özgürlüğü inançlar konusunda liberaldir. Dinsel inançları bir veri olarak alırlar, onları değiştirmeye çalışmazlar.
Mutluluk ve ekonomik zenginlik. Klasik cumhuriyetçilik, sade, tutumlu ve mazbut yaşamı, azla yetinmeyi yüceltir; servetin, ona bağlı olarak lüksün artışını bir bozulma belirtisi olarak görür. Çünkü, lüks askerî ruhun kaybolmasına, gevşemeye, kendini düşünmeye yol açar. Yeni cumhuriyetçilik ise mutluluğu ve refahı ön plana çıkarır. Maddi refah artışını hem mutluluk için gerekli bir şey, hem bir ilerleme göstergesi olarak yorumlar. Bu yüzden, ticareti ve sanayii küçük görmez.
KLASİK VE YENİ CUMHURİYETÇİLİK ARASINDA KEMALİST CUMHURİYETÇİLİK
Kemalist cumhuriyetçiliğin, klasik ve yeni cumhuriyetçilik arasındaki konumunu belirlerken onun düşünsel kaynaklarına kısa bir göz atmak yararlı olur. Bildiğim kadarıyla, Mustafa Kemal, klasik cumhuriyetçiliği başlatan Machiavelli’nin eserleri ile doğrudan tanışmamıştır. Bununla birlikte, Machiavelli ile Mustafa Kemal’in siyasal görüşleri ve çözümleri arasında pek çok benzerlikler vardır. Örneğin, Mustafa Kemal’in İslâmiyet eleştirisi, Machiavelli’nin Hıristiyanlık eleştirisini çok andırır. Her ikisinin de başlıca kaygısı devletin bağımsızlığını korumak ve devleti güçlü hale getirmektir. Bir devlet adamı olarak Mustafa Kemal’in, onu Machiavelli’nin ideal devlet adamına yaklaştıran pek çok özellikleri vardır.18
Kemalist cumhuriyetçiliğin başlıca esin kaynaklarından biri, Fransız devrimidir. Tanzimat sonrası Osmanlı aydınları, bildikleri başlıca yabancı dil olan Fransızca aracılığıyla hem Fransız kültürü ve devrimi hakkında bilgi edinirler ve hem de doğrudan ya da dolaylı olarak Aydınlanma düşünürlerinin fikirleriyle tanışırlar. Atatürk de “Fransa’nın hars menbaaından” içmiştir.19 Bu tanışıklık dolayısıyla, Fransız kültürü ve devrimi Kemalist cumhuriyetçilikte yansımalarını bulur. Mustafa Kemal’e göre, Türk demokrasisi “kendisine has vasf-ı mümeyyizle inkişaf” etmekle birlikte, “Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiştir.”20
Fransız devrimi ise hem Aydınlanmacı, hem de bir Aydınlanma karşıtı bir romantik olan Rousseaucu ögeler içerir.21 Aynı ögeler, Kemalist cumhuriyetçilikte de birarada bulunur. Atatürk’ün konuşmalarında ve yazılarında kolayca görülebileceği gibi, Kemalizmde, Aydınlanma düşünürlerinin ortak paydasını oluşturan bireycilik, İlerleme fikri, Akıl’a güven, dünya vatandaşlığı kavramı, bir aile olarak insanlık, vicdan özgürlüğü, laiklik, bilim, uygarlık, sanat kavramları önemli bir rol oynar. Halk (=millet) iradesi, kuvvetler birliği,22 genel iradenin egemenliği, ulusçuluk kavramları ile sivil din oluşturmaya yönelik uygulamaları ise Rousseau’ya bağlanabilir.23 Rousseau ise, bir klasik cumhuriyetçidir. Rousseau’nun görüşlerinin hem demokratik hem de totaliter siyasal öğretilere kaynaklık ettiği ileri sürülmüştür.24 Gerçekten de onun bireyselliğin kollektif olan içinde eritilmesini savunması, birey üzerinde genel iradeye sınırsız yetki vermesi, insanların özgürlüğe zorlanmasını öngörmesi ve paternalizmi totaliter içermeler taşır.
Ancak, Kemalist cumhuriyetçiliğin tek düşünsel kaynağı Fransa değildir. Mustafa Kemal ve yakın çevresindekilerin hemen tümü meslekten askerdir. Onlar, mesleki, bu arada kültürel eğitimlerini Abdülhamit döneminde Alman askerî uzmanlar tarafından yeniden düzenlenen Harbiye’de almışlardır. Hocalarının pek çoğu Alman ordusunda eğitim görmüşlerdir. Kadro’nun asker kökenli üyeleri, Alman askerî uzmanlar ve hocaları aracılığı ile bu okullarda Clausewitz’in, Moltke’nin ve Goltz’un25 başlıca temsilcileri olduğu Alman savaş öğretisini, Realpolitik felsefesini, askerî gücün önemini ve ulusçulukla sosyal Darwinizmin sentezini öğrenmişlerdir. Bunlardan, özellikle Goltz’un, Cumhuriyetin kurucu kuşağı üzerinde etkisi büyüktür. Atatürk’ün de Goltz’un fikirleri ve kendisi ile tanışıklığı vardır. Kadro’nun diğer asker kökenli üyeleri de Goltz’un eserlerini iyi bilirler. Goltz, ömrü boyunca, heyecanlı ve ateşli bir biçimde Spartan bir yaşam tarzını savunmuştur.26 Kadro’nun cephede veya cephe gerisinde yaklaşık 10 yıl (1912-1922) içinde yaşadıkları savaş ve diplomasi masalarındaki mücadeleler realpolitiğe, kuvvetin önemine ve sosyal Darwinizme inançlarını pekiştirmiştir. Ve gerek mesleki eğitimleri gerekse savaş deneyimleri, doğal olarak, onların iç ve dış politikaya bir asker gözüyle bakmalarına yol açmıştır. Onlara, vatandaşı devlete karşı koruma kaygısından çok devleti yabancı devletlere karşı koruma kaygısı politikalarına yön vermiştir.
Böylece, Kadro’da Rousseaucu çizgi ile Alman askerî bakış açısının biraraya gelmesi Kemalist cumhuriyeti ve cumhuriyetçiliği önemli ölçüde Spartan renkler taşıyan bir klasik cumhuriyetçiliğe, Aydınlanma’dan gelen etkiler de yeni cumhuriyetçiliğe yaklaştırır. Fakat, Kemalist cumhuriyetçilikte, klasik ögeler ve kaygılar genellikle obje olur, Aydınlanmacı-liberal ögeler de fonda kalır.
Şimdi Kemalist cumhuriyetçiliğin klasik ve yeni cumhuriyetçiliği birbirinden ayıran noktalar karşısındaki konumunu belirlemeye çalışalım.
İnsan doğası. Atatürk’e göre halka güvenilmez. Halk karşısında tedbiri elden bırakmamak gerekir. Halk çeşitli telkinlerin etkisinde kalabilir. Uzağı göremez. Halkın yönlendirilmesi gerekir. Atatürk’ün insan doğası konusundaki düşüncesini açıklayan bir anektod vardır. 1 Temmuz 1927’de muhalefet tasfiye edildikten sonra İstanbul’a ilk kez gelirken, Hamdullah Suphi, Atatürk’e kendisini karşılamaya gelen muhteşem kalabalığı gösterir ve “Kim bilir ne kadar heyecanlısınız” der. Atatürk Tanrıöver’in elini kalbinin üstüne götürür ve “Heyecan var mı orada” der. H. Suphi “yok” der. Atatürk sebebini açıklar: “Çünkü iyi biliyorum, gün gelebilir, bu aynı yoğun kalabalık bizi linç etmek için böyle toplanır.”27
Atatürk’e göre insanlar genellikle bencildir. Kendi özel çıkarları peşinde koşar. Onların ortak çıkarı özel çıkarın üstünde tutabileceğinden emin değildir: “Fertleri hususi hırsından, ne dereceye kadar uzaklaştırmak mümkün olacağı düşünülmeğe değer”28 “hususi menfaat, ekseriya, umumi menfaatle, tezat halinde bulunur”.29 O, yeni cumhuriyetçilerin ya da liberallerin savunduğu gibi, serbest piyasanın “görünmez el”inin, özel çıkarları peşinde koşan bireyleri genel çıkarlara hizmet ettireceğine de inanmaz. Öte yandan bireysel çıkar karşısında ortak çıkar önde gelir. Ona göre, “En iyi fert, kendinden ziyade mensup olduğu heyeti içtimaiyeyi düşünen, onun muhafazai mevcudiyetine ve saadetine vakfı nefseden insandır.”30 O, özel çıkar karşısında genel çıkarı korumak için “umumun müşterek menfaatini ve terakkisini” düşünen devletin “nazımlığı” gerektiğini savunur.31
Eğitimin önemi. Gerek bireysel çıkarlar karşısında ortak çıkarı korumak için, gerekse yurttaşlar arasındaki içtutunumun harcı olan kültür birliğini sağlamak için eğitime, özellikle vatandaşlık eğitimine çok büyük iş düşer. Gerçekten de Atatürk döneminde yurttaşlık bilgisi dersi tarihle birlikte en çok önem verilen iki dersten biridir. Yurttaşlık bilgisi öğretimi ile Atatürk bizzat ilgilenmiş, hattâ Afet İnan’a okullarda ders kitabı olarak kullanılan Medeni Bilgiler’i yazdırmıştır.
Eğitimin başlıca amaçlarından biri de, öğrencilerdeki bencil eğilimleri törpülemek, onların “şahsi menfaatlerini cemaatin müşterek menfaatlerine karşı feda” eden32 ya da 1935’in diliyle “kamuğasıyı özel düşünce üstünde tutar ekonomik birer unsur”33 olarak yetiştirmektir.
Paternalizm. Halkı eğitecek, ona yeni değerleri kazandıracak olan ve istenilen duygu, düşünce, motivasyon ve inançları kazanıncaya kadar bunu sürdürecek olan da Kadro’dur. Atatürk’ün şu sözleri Kadro’nun bu paternalistik bakış açısını yansıtır:
“Uysal ve asyai itikatlara bağlı, sinsi ve sindirici hurafeler, köstekleyici yanlış itiyatlara inhisarcı kuvvetlerin tesirine sürüklenebilecek yığınlarda iyi inkılaplar için plebisit yapılamaz... Esasen millet iradesiyle milleti temsil edenler münevverler olacaktır. Bunlar, yaptığımız ve yapacağımız kanunlarla inkılaplarımızı kökleştirecek ve muasır medeniyet seviyesine ulaştıracaklardır... Bugün iki kere sekiz onaltıdır. Bunu on kişi böyle dese ve yüz kişi de on diye israr etse yüz kişinin dediğini mi kabul edeceğiz?.. ... İlimde, irfanda, san’atta, her iyi şeyde, nurlu insanlar büyük, asil ve uysal milletimizi nurlarıyla, bilgileriyle, azimli icra ve iradeleriyle birlikte bu yola götüreceklerdir...”34
Aynı anlayış, 1930’a kadar Kadro içinde yer alan, Hamdullah Suphi’nin 1925 yılında Milli Eğitim Bakanı iken öğretmenlerle konuşurken söylediği şu sözlerinde de ifadesini bulur:
“Bizim yerimiz kalabalıkların arkasında değil, fakat önündedir. ... Her hangi bir kahveye girdiğim dakikada, söz söylemek lazım gelirse: “Bana yol gösterin’ demeyeceğim: ‘Size yol göstermeye geldim’ diyeceğim. Benim iddiam, bizim iddiamız budur.”35
Büyük adamlara hayranlık. Kemalist cumhuriyette ve cumhuriyetçilikte Atatürk’ün oynadığı büyük rolü uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. O Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutan’ı olarak, ülke topraklarını düşman işgalinden, halkını esaretten kurtarmış bir Musa’dır. Bozulmuş eski düzeni yıkıp yerine erdemli bir düzen kuran ve onun temel yasalarını koyan yasa koyucu bir Lykurgos’tur. Ulusu eğiten Başöğretmen’dir. Kısaca, klasik cumhuriyetçilerin başarılması için bir büyük adama ihtiyaç olduğunu söyledikleri işleri başaran kişidir. Dönemin edebiyatı, özellikle şiirleri “fevkalbeşer” nitelikler yükler.
Sivil din. Atatürk, devrimlerle kurulan düzen anlamındaki cumhuriyetin sivil dinin de merkezindedir. Robert Nispet, sivil dini, “siyasal devletin tarihinde sık sık bulunan belli yurttaşlık erdemlerine ve geleneklere karşı duyulan dinsel ya da yarı-dinsel saygı” olarak tanımlar. Nispet’e göre, böyle bir saygı, büyük önemli kişileri ve geçmiş olayları onurlandıran özel festivaller, ayinler, itikatlar ve dogmalarla kendini gösterebilir.36
Bugün ve geçmişte, rejime bağlılık, Atatürk’e ve onun gösterdiği hedeflere bağlılıkla özdeşleştirilmiştir. Herhangi bir televizyon programında bir İslâmcıya, örneğin, Fethullah Hoca’ya, Atatürk konusunda ne düşündüğü sorulurken, aslında Atatürk’ün devrimlerle kurduğu düzen olarak cumhuriyete bağlılığı test edilmektedir. Başkentte devlet törenleri ve ulusal bayramların, Anıtkabir’e çelenk koymakla ve Anıtkabir defterine Ata’ya bağlılığın yazılmasıyla; diğer illerde de Atatürk heykelleri ya da anıtları önüde başlar. Bugünkü cumhuriyetin şekillenişinde dönüm noktasını oluşturan olaylar, onun sağlığında ve onun öncülüğünde olduğundan, o günleri yeniden yaşatan ulusal bayramlar aynı zamanda Atatürk’ün anılmasıdır. (Hattâ son yıllarda, bayram günlerinde televizyonlarda, bayrağın üzerine Atatürk’ün resmi de eklenmektedir.) Geriye doğru izlendiğinde, bugünkü durum, 1926’da bütün yurtta Atatürk’ün heykellerinin dikilmesiyle başlayan, 1930’larda doruk noktasına ulaşan sürecin sonucudur.37
Özgürlük. Atatürk döneminde, klasik cumhuriyetçilerin toplumsal özgürlüğe verdiği anlamlardan biri olan padişahın tebası olmama anlamındaki özgürlük, Jön Türklerde ve Meşrutiyet döneminde “hürriyet” sözcüğü ile karşılanır. Cumhuriyet yıllarında ise, aynı işi millî irade veya hâkimiyeti milliye görür. Dış bir gücün esiri ya da kölesi olmamak ise, “istiklal” ya da “bağımsızlık” sözcükleriyle karşılanır. Her iki anlamdaki toplumsal özgürlüğe Kadro büyük değer verir. Birincisi, onlar için yeni iktidar yapısı dolayısıyla önemlidir. İkincisi ise, Kurtuluş Savaşı’nın sağlamaya ve savaş sonrası politikaların ise sağlamlaştırmaya çalıştığı başlıca değerdir.
Kamusal işlere katılım olarak özgürlük konusunda Kemalist cumhuriyetçilik, 18 yaşını dolduran erkeklere ve birçok Batılı ülkeden daha önce kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımasıyla katılımı yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Bu bakımdan, yeni cumhuriyetçilere yaklaşır. Fakat, Kadro’nun iki dereceli seçimde ısrar etmesi,38 çok partili demokrasiyi devrimler için bir tehdit olarak görmesi (1925’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılması, 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyinden vazgeçilmesi); dolayısıyla, millî iradenin kendi koydukları sınırlar içinde kalması konusunda çok dikkatli olduğunu gösterir. Bu nedenle, “hâkimiyeti milliye” ilkesinin, kendi iradeleri ile millî iradenin özdeşliğini bozabilecek şekilde kullanılmasına izin vermemişlerdir.39
Genel siyasî alanda, halkın katılımının sözde kaldığı söylenebilir. Ancak 1923 yılından itibaren okullarda -doğal olarak, öğretmenlerin “irşat ve delaletiyle”- öğrencinin okul yönetimine mümkün mertebe katılmasına özel bir önem verilmiştir. İlkmektepler talimatnamesi, daha ilkokul düzeyinde öğrencilerin kendi aralarında haysiyet divanı kurmalarını “caiz ve tavsiyeye şayan” bulur. (O dönemde okulun “içtimai hayatın bütün inceliklerini haiz bir enmuzeci [örneği]”40 olarak kabul edildiği dikkate alınırsa, okullarda öğretmenlerin “irşat ve delaletiyle” teşvik edilen katılımın, okul dışı toplum için de özlenen bir durum olduğu söylenebilir.)
Kemalist cumhuriyetçilik içinde bireysel özgürlüklerin yerine gelince, Kemalist cumhuriyetçilik, esas olarak kuramsal olarak bireyci doğal haklar öğretisine dayanır. Atatürk döneminin demokratik evresinde hazırlanmış olan 1924 Anayasası bu öğretiyi yansıtır (md. 68) ve bütün liberal özgürlükleri kapsar (md. 69-88). Atatürk’ün 1929’da yazdığı Medeni Bilgiler de 1924 Anayasasının esprisine uygun olarak yazılmıştır.
Fakat bu özgürlükler, tek partinin otoriter yönetiminde, devletin ve ulusun yüksek çıkarlarını zaafa uğratmayacak şekilde, bu menfaatlerin ne olduğuna hangi özgürlüklerin nasıl kullanılmasının buna zarar verdiğine karar veren tek organ olan CHP’nin ve onun merkezindeki Kadro’nun izin verildiği ölçüde kullanılmıştır. Bununla birlikte, Kadro’da, 1930 Serbest Fırka deneyinin bitimine kadar, 1924 Anayasasının liberal ilkelerini hayata geçirme gibi bir istek olduğu söylenebilir.
Serbest Fırka deneyinden sonra 1930’larda, 1924 Anayasasının liberal ilkeleri ile bağdaşması imkânsız şeflik sistemi ve ideolojisi geliştirilmiştir ve Türk devrimi bu ideoloji çerçevesinde yorumlanmaya başlamıştır. 1930’lardan sonra, bazı ders kitaplarında, Atatürk’ten, Türk ulusu ile özdeş, onun iradesini temsil eden bir “şef” olarak söz edilir.41 Kitapta, “Kemalist Türkiye”, en mütekamil hükümet biçimini temsil ettiği belirtilen “Sovyet Rusya, Nasyonal-Sosyalist Almanya, Faşist İtalya” ile birlikte sayılır.42 Bu ülkelerin yönetim biçimleri de, klasik cumhuriyetçilikle uzlaşmaz değildir.
Askerî değerler. Platon’un Sparta modeline göre tasarladığı ideal bir devlet şehir devletleri arasında, ilân edilmemiş sürekli bir savaş hali olduğu, barış denilen şeyin ise, bir ateşkesten ibaret olduğu varsayımıdır.43 Machiavelli’nin siyasal kuramı da aynı öncülden hareket eder. Son iki yüzyılın ulus-devletleri toprakları geniş, nüfusu çok birbirleriyle savaş halinde site devletleri olarak görülebilir. Türkiye, bu devletler arası ölüm kalım mücadelesinde, yok olmanın eşiğine geldikten sonra kurtulabilmiştir. Bu mücadelenin anıları, özellikle Sevr, Atatürk döneminde ve daha sonra hep canlı kalmış, bütün politikalara yön vermiştir. Cumhuriyet dönemi politikalarına, Sevr ‘sendromu’ olarak adlandırılabilecek duygu ve düşünce yön vermiştir. Bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü koruma hep birinci öncelik olmuştur. Bu savunma kaygısı, Kadro’yu savunmacı bir militarizasyon politikasına44 sürüklemiştir.
Kadro’yu askerî değerleri ve kaygıları ön planda tutmaya sevk eden etmenleri daha ayrıntılı olarak şöyle sıralayabiliriz. Birincisi, onlar uluslararası ilişkileri sosyal Darwinist bir espri içinde, temelde, bir savaş olarak görürler. Atatürk, hayatı “mücadele, müsademe” ile özdeşleştirir.45 Mücadele ve müsademenin tarafları “ırk, din, hars, terbiye” bakımından birbirine yabancı olan gruplardır.46
İkinci olarak onlar, gelecekte de savaşların olacağına kesin gözüyle bakmaktadırlar. 13.7.1923’te BMM’de “bugün vasıl olduğumuz sulhun, sulh-u ebedi olacağına inanmak, elbette safdillik olur” der. Ebedi barış imkânsızdır.
Üçüncüsü, onlar İkinci Dünya Savaşı’nın tarihini yaklaşık olarak tahmin ederler. İsmet İnönü, 5 Mayıs 1925 günü kendisini ziyaret gelen Muallimler Birliği Kongresi üyelerine, henüz yeni sona ermiş olan Dünya Savaşı’nın son savaş olmadığını hatırlattıktan sonra, “bütün dünya büyük badirelerden sonra, uzun sürmesi tabiî olan bir hazırlık devresindedir” diye seslenir ve bu hazırlık devresinin 15-20 yıl süreceğini tahmin eder.47
Dördüncüsü, savaşta galip gelmek, Atatürk’ün Nutuk’undaki sözleriyle, “manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder bir keyfiyettir.” Onlara göre kuvvet, -realpolitik bakış açısına uygun olarak- “cihanın nizamını, asayişini ve muvazenesini kuran ve tutan” şeydir.48 Dolayısıyla, gelecek savaşta yenilmemek için, Atatürk’ün 1 Mart 1922’de ifade ettiği gibi, “Hazır ol cenge eğer istersen sulhu salah” düsturuna göre hareket etmek gerekir. Bu, dönemin bütün politikalarının, düşüncelerinin temel ilkesidir. Gerekçelerine bakıldığında, devrimlerin tümünün hayat mücadelesinde yenik düşmemek için güçlü olmayı sağlayacağına inanılan araçlar oldukları görülebilir.
Beşincisi ve toplumun militarizasyonu açısından en önemlisi, Atatürk ve arkadaşlarının çağdaş savaşların doğasına ilişkin, Clausewitz, Moltke ve Goltz’dan gelen anlayışlarıdır. Atatürk’e göre, çağdaş savaşlar sadece iki ordunun değil, iki milletin bütün varlığının, yeteneklerinin, maddi ve manevi güçlerinin karşılaşmasıdır.49
Altıncı ve son olarak, o dönemde, Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı’nda paylaşan devletler (İngiltere, Fransa ve İtalya) Lozan Antlaşmasından sonra da çok uzağa gitmemişler, Türkiye’nin komşuları olmuşlardır. 1930’da, Türk Ocakları genel başkanı olarak Kadro’ya dahil olanlardan Hamdullah Suphi Tanrıöver, bu durumu “yarınki muhtemel bir taksim için” bir konuçlanma olarak algılar.50
Dolayısıyla, çağdaş savaşlar, ulusun bütün üyelerinin savaşabilecek durumda, yani asker olmasını gerektirir. Bu da bir “milleti müsellaha” yaratmayı başlıca hedef haline getirir. Sadece “milleti müsellaha” yaratmak da yetmez. Savaşta başarılı olmak için, ekonominin, siyasetin, eğitimin beklenen savaşın gereklerine göre düzenlenmesi, başka deyişle militarize edilmesi gerekir.51
Zorunlu askerlik sistemi ve eğitimi, toplumun etkin ve inisyatif sahibi yüzde ellisini oluşturan erkek nüfus arasında askerî değerlerin yayılmasını sağlamıştır. Atatürk’ün nüfusun diğer yarısını oluşturan kadınları da zorunlu askerlik kapsamına almak istediği bilinmektedir.52
O dönemin eğitiminde askere saygı ve sevgi, komutanlara itaat duygusu aşılamak; olası bir savaşta kendini feda etmeye hazır olma isteği yaratmak, eğitimin başlıca amacıdır. Tıpkı Platon’un eğitim tasarımının nihai ürün olarak filozof yetiştirmeyi amaçlaması gibi, dönemin eğitim sisteminin de iyi bir asker yetiştirmeyi amaçladığı söylenebilir. Okullarda, 1924 programının beden eğitimi dersleri, aslında silah kullanmayı da içeren bir askerlik dersidir. 1926 yılında lise ve öğretmen okullarının erkek öğrencileri Askerlik dersi görürler. Ders, giderek ilkokul dışında okulların programlarına girer. Beden Terbiyesi Kanunu (29.6.1938) ise, bütün toplumun askerî eğitimden geçirilmesini amaçlar.
Yalnız, Kadro’nun klasik cumhuriyetçilerden farkı, askerî değerleri yüceltirken, ekonomiyi ve toplumu militarize ederken, o günkü koşullarda53 saldırgan veya emperyal bir amaçlarının olmamasıdır. Dolayısıyla, onların militarizmi savunmacı bir militarizmdir.
Refah ve mutluluk. Atatürk, refah ve zenginlik artışını klasik cumhuriyetçiler gibi bir bozulma nedeni olarak görmez. Refah ve zenginlik önemli bir amaçtır. Mustafa Kemal, Balıkesir’de (7.2.1923) “memleketimizde birçok milyonerlerin hattâ milyarderlerin yetişmesine çalışacağız” der; İzmir İktisat Kongresinde, el kanaatü kenzi layüfna (kanaat tükenmez bir hazine bilme ya da fakirliği erdem sayma) felsefesine karşı çıkar; herkesin zengin olması ve “hayatın lezzeti hakikisini tadabilmesi” gerektiğini ifade eder. Aynı şekilde İnönü, millî iktisatta amacın “dahilde mümkün olduğu kadar çok zengin olmaya çalışmak” olduğunu belirtir.54
Kapalılık ve açıklık. Kemalist ulusçulukta, dışa açılma, bütün insanlıkla, özellikle Batılılarla birleşme isteği ile içe kapanma eğilimi sürekli bir gerilim halindedir. Ulusçuluk onu tekilleşmeye, kendi olmaya, Aydınlanma’nın insanlık ideali, tek medeniyet anlayışı ve Türkiye’nin Batılılaşma zorunluluğu başka uluslara, özellilkle Batılılara benzemeye sevk eder. Bazen Türkiye, dış dünya ile bağlantısını koparmış kendi kabuğu içinde bir “yumurta” (Saffet Arıkan) olarak resmedilir; uluslararası veya yabancı her şeye kuşku ile bakılır. Öte yandan, izolasyon zihniyeti reddedilir, müterakki ve mütemeddin bir millet olarak Batı dünyası ile birlikte yaşanmaya çalışılır (Atatürk, 27.10.1922). Bu ulusçuluk, bazen Türklerden başka kimseyi düşünmeyecek kadar egoist, bazen bütün insanlığın çıkarlarını düşünecek kadar kozmopolittir. Bazen Türkleri nevi şahsına münhasır bir millet, bazen insanlık ailesinin bir parçası sayar. Birey olarak Türk bazen sadece Türktür, bazen insanlığın Batı uygarlığının bir üyesidir. Bir yandan olabildiğince Türkleşme amaçlanır, diğer yandan Batılı uluslara benzemeye çalışılır. Kısacası, içine kapanma eğilimi ile dışa açılma eğilimi biraradadır hep.
Tarih Tezi, bir bakıma, bu iki eğilimi çözme yönünde bir girişimdir. Tez bütün dünya tarihini ve uygarlığını Türkleştirerek “biz”leştirir; öyle ki, “öteki” diye bir şey kalmaz.. Lenin, Buda, Konfüçyüs’ün Türk kökenli oldukları ileri sürülür. Batı’dan alınan demokrasi, cumhuriyet, kadın hakları... antik Türk tarihine yerleştirilir. Dil çalışmalarında Türkçeyi öztürkçeleştirme amacı ile Batı dillerine yaklaştırma amacı, başka deyişle millileşme ile evrenselleşme biraradadır.55
SONUÇ
Kemalist cumhuriyetçilikte klasik cumhuriyetçi eğilim ve duyarlılıklar 1924 Anayasası’nda yansımasını bulan yeni cumhuriyetçi-liberal espri ile birarada bulunmuştur. Fakat, Kemalist cumhuriyetçiliğin içinde klasik ögelerin baskın olduğu kuşku götürmez. Yapısındaki bu ikilik dolayısıyla Kemalist cumhuriyetçilik, iç politikada ve uluslararası arenada değişen koşullara göre, hem 1930’larda ve 1940’ların birinci yarısında totaliter bir espri içine girebilmiş, hem de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra liberal bir cumhuriyet olmaya yönelebilmiştir.
Ancak, 1946’dan sonra Kemalist cumhuriyetin liberalleşme sürecine girmesi, onu klasik cumhuriyetçilere yaklaştıran kaygı, tespit, inanç ve tutumların değiştiği anlamına gelmez. Yeni bir Sevr ile karşılaşma korkusu bugün de iç ve dış politikaya yön veriyor. “Etrafımız bir ateş çemberidir”, “çok nazik bir coğrafyada yaşıyoruz” tespitleri değişmemiştir. Bu tespitler, kaçınılmaz olarak, orduyu ve askerî değerleri ön plana çıkarmaktadır.
Ancak, güvenlik, sadece askerî güçle sağlanmaz. Kuvvet de sadece askerî kuvvet demek değildir. Her toplumsal kurumun güvenlikle ilgili bir boyutu vardır ve onların da belli bir biçimde düzenlenmesi gerekir. Bu düzenleme, Atatürk devrimleri ile yapılmış ve rejim olarak Kemalist cumhuriyet ortaya çıkmıştır. Devletin kurumlarını ve bu kurumsal yapı içinde vatandaş ile devletin hak ve ödevlerini öğreten Yurtaşlık Bilgisi dersinin Atatürk döneminde işlevini anlayış biçimi, düzen olarak Cumhuriyetin belli amaçlara varmak için vatandaşların bir yürüyüş kolu şeklinde örgütlenmesi olarak görüldüğünü gösterir.56 Hedefler ve yürüyüş vasıtalar Atatürk tarafından konmuştur.57 Başlıca hedef, yaşam mücadelesinde yenik düşmeyecek, bağımsız, uluslararasında eşit muamele gören bir Türkiye yaratmaktır. Vasıtalar ise çok ve çeşitlidir. Laiklik, ulusçuluk, Batıcılık, güçlü ordu ve en önemlisi devrimlerle kurulan düzen başlıca araçlardır. Dolayısıyla rejim de bir güvenlik sorunudur.
Bu yüzden, Atatürk tarafından gösterilen hedefin ve o hedefe ulaşma için onun koyduğu temel yasaların değişmemesi ve ana hatlarını onun belirlediği ‘yürüyüş kolu’nun bozulmaması gerekir. 1923-1946 arasında düzeni kuranlarla koruyanlar aynı kişilerdir. Rakip parti olmadığından oyları maksimize etme yarışı, dolayısıyla iktidarda kalmak için “avamfiriplik” yapmaya da gerek yoktur. Böyle koşullarda paternalist olmak, “halk için halka rağmen” davranmak bir bedel ödemeyi gerektirmez. Ne var ki, Kemalist cumhuriyet çok partili demokratik sürece girdikten sonra, iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için oyları maksimize etme yarışı, partileri hem halkın eğilimlerine uygun bir politika ve söylem geliştirmeye hem de bir taraftan toplumu ve insanları o insanlara rağmen dönüştürme iddiasını bir kenara bırakmaya, diğer taraftan daha önce halkın kendisine rağmen yapıldığını hissettiği ya da öyle hissettirilebilecek reformları iptal etmeye zorlar.58 Başka deyişle, demokratik yarış klasik cumhuriyetçiliğin, siyasî partiler düzeyinde, paternalistik boyutunun kaybolmasına yol açmıştır.
Ancak madem ki, Kemalist cumhuriyetin duyarlılıkları ve kaygıları bugün de paylaşılmaktadır ve yasa koyucu Atatürk cumhuriyeti “nazik coğrafyada”, “ateş çemberi” içinde temin etmek üzere kurulmuş ve ilkelerini belirlemiştir, onların değişmemesi; değiştirme girişimlerine karşı da korunması gerekir. Düzeni kuran CHP oy yarışına girmek zorunda kaldığından, bu düzeni koruma rolünü de bırakmıştır ya da ancak oy getireceğine inanırsa düzeni savunur. Rejim olarak Kemalist cumhuriyeti tabandan gelecek girişimlere karşı koruma görevini de, iç hizmet kanununda da ifade edildiği gibi, Silahlı Kuvvetler üstlenmiştir. Bu kuvvet, bilindiği gibi, yürüyüş kolunun bozulduğuna kanaat getirince, zaman zaman müdahalelerle düzenlemeler yapmıştır. MGK bugünün Türkiye’sinde toplum adına kararlar alan fiilen en üst organdır ve Durkheimcı anlamda59 devletin kendisidir. Asker üyeler MGK’da en ağırlıklı grubu oluşturmaktadır. Bu grubun Devlet’te klasik cumhuriyetçi duyarlılıkları ve kaygıları temsil ettiği söylenebilir. Sadece en bağlayıcı kararları alan MGK’da ağırlığa sahip olduğu için değil, zorunlu askerlik sistemi dolayısıyla toplumun erkek nüfusunun eğiticisi olduğu için de TSK en etkin gruptur. Siyasî kadrolar da dahil bütün erkek vatandaşlar onların ‘öğrenci’leridir.
Kısacası, Turgut Özal’ın -onun zaman zaman telaffuz ettiği “devlet milletin hizmetçisidir” sözü, tüketimi ve lüksü teşvik etmesi, ticari anlayışı, dışa açılmaya önem vermesi, özel mülkiyetçiliği, etnik ve kültürel çoğulculuğa açılımlar getirmesi, çıkarları uzlaştırmaya yatkın oluşu yeni cumhuriyetçi espriyi yansıtır- cumhurbaşkanlığı sırasında bir miktar geriler gibi olan klasik cumhuriyetçi anlayış, çok partili dönem de dahil 75 yıldır devletin en üst organından toplumun en alt katmalarına kadar etkisi dolayısıyla belirleyici konumunu korumuştur.
(Hasan Ünder - BİRİKİM - Sayı : 115 - Kasım 1998)
[1] Kanunların Ruhu Üzerine I (İst.: MEB Yay., 1963), 5. kitap, konu 19.
[2] ”Kadro” sözcüğünü, Atatürk ile Atatürk’e bağlı olanların ve Atatürk’ün bağlılıklarına güvendiği kişilerin oluşturduğu grup anlamında kullanıyoruz.
[3] Mete Tunçay, T. C.’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-931, (İst.: Cem Y., 1992), s. 382’de
[4] CHPProgramı 1931, s. 9, CHP Programı 1935, s. 6-7.
[5] Machiavelli, The Discourses of Niccolo Machiavelli (Londra: Routledge & Paul Kegan, 1975), 343; Mustafa Kemal'in 17 Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde yaptığı konuşma.
[6] Oktay Ekşi'nin naklettiğine göre, Kadro, Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamalarından sonra, cumhuriyetin kökleştiğinden emin olur. (“Bu Bayram Bizim Hakkımızdır”, Hürriyet, 29 Ekim 1996)
[7] Böyle bir karşılaştırma yaparken, metin içinde verilenler dışında, şu kaynaklardan yararlandık: Margaret Canovan, “Republicanism”, The Encyclopedia of Democracy 3 (Londra: Routledge, 1995); John W. Danford, Republics, Commercial, The Encyclopedia of Democracy 3; Knud Haakonsen, “Republicanism”, A Companion to Contemporary Political Philosophy (Oxford: Blakcwell, 1993); Thomas L. Pangle, The Spirit of Modern Republicanizm: The Moral Vision of the American Founders and The Philosophy of Locke (Chicago: The University of Chicago Press, 1988); Gisela Bock ve diğerleri (ed.), Machiavelli and Republicanism (Cambridge University Press, 1993).
[8] Machiavelli, Hükümdar (İst.: Sosyal Yay., 1984), bl. 17, 18; Rousseau, Toplum Anlaşması (İst.: MEB Yay., 1992), k. 2, bl. 7.
[9] “İyi içtimai müesseseler, insanı tabiattan ayırmasını, ona izafi bir varlık vermek için mutlak varlığını kaldırmasını ve 'ben'ini müşterek vahdet içersine nakletmesini bile müesseselerdir. O suretle ki, her cüz, artık kendisinin bir olduğuna değil, fakat birliğin bir kısmı olduğuna ve ancak bütünde hassas olabildiğine inanır.” (Rousseau, Emile (İst., 1966), 10)
[10] Toplum Anlaşması, k.2, bl. 7; Discourses, I.9.
[11] Benjamin Constant, Political Writings (Cambridge University Press, 1995), 311.
[12] Rousseau'nun dediği gibi, insan olarak bireysel çıkarı dolayısıyla genel iradeye boyun eğmeyi reddedenlerin, topluluk tarafından saygıya zorlanması,“sadece özgür olmaya zorlanmasıdır” (Toplum Anlaşması, k. 1, b. vıı).
[13] Rousseau'nun Lykurgos'u övme nedenlerinden birisi, onun Spartalıları kendi kendileriyle “bir an” baş başa bırakmayan demirden bir yasa düzeni kurmuş olmasıdır. (“Government of Poland”, Social Contract and Other Later Political Essays (Cambridge University Press, 1997), 181)
[14] Benjamin Constant, Political Writings, 310-11.
[15] Machiavelli, Discourses, II.2.6; Rousseau, Emile, 10.
[16] “Esas, beraber yaşanan insanlara karşı iyi olmaktır. Hariçte İspartalı haris, hasis ve insafsız idi; fakat kendi hudutları içinde menfaat naendişlik, hakkaniyet ve vikaye hüküm sürüyordu.” (Emile, 10)
[17] Machiavelli, The Discourses of Niccolo Machiavelli, II.2.6; Rousseau, Toplum Anlaşması, k. 4, bl. 8.
[18] Cemal Kutay, 12 Haziran 1995 tarihli Sabah gazetesinde Nuriye Akman'la sohbetinde “ben Mustafa Kemal'in bütün hayatında gayelerin vasıtaları mubah kılacak kadar Makyavelist bir politika takip ettiği inancındayım. ... Machiavelli mezardan çıksa Mustafa Kemal'i alnından öper” diyor.
[19] Atatürk'ün Fransız devrimine ve kültürüne borcu konusunda bkz, Mustafa Baydar, “Atatürk ve Fransız Devrimi” [Atatürk'ün 14 Temmuz 1922'de Ankara'da Fransız Elçiliğinde yaptığı konuşma], Türk Dili (sayı 254, 1 Kasım 1972); Atatürk'ün 29.10.1923'de Pernot'ya demeci.
[20] 8 Mart 1928'de, yabancı bir gazeteciye demeci.
[21] Fransız devriminde Rousseau kültü için bkz., Joan McDonald, Rousseau and the French Revolution 1762-1791 (Londra: The Athlone Press, 1965), bl. 12.
[22] Rousseau, k. 2, bl. 2; CHP Programı 1931, s. 6; CHP Programı 1935, s. 4.
[23] Atatürk Milli Mücadele yıllarında Rousseau'yu okumuştur. Toplum Anlaşması’nın 1913 yılında yapılmış çevirisini çok dikkatle okuyup işaretlemiştir. (Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar Ank.: TTK Yay., 1989, 14) Mustafa Kemal, Rousseau’nun bütün eserlerini okuduğunu, 1.12.1921'de BMM'de İcra Vekilleri Heyeti’nin Vazife ve Salahiyetlerine dair kanun teklifi görüşülürken kendisi de açıklar. Hattâ bu konuşmasında, Petro’nun taklitçiliği ve siyasi bütünün büyüklüğü konusunda söyledikleri ile Rousseau’nun aynı eserinde söylediklerinin hemen hemen aynı olması Rousseau’yu incelediğinin bir kanıtıdır.
[24] Russell'a göre Toplum Anlaşması, demokrasiyi övüyormuş gibi görünse de, totaliter devleti haklı çıkarma eğilimindedir; Hitler de, Rousseau'nun bir sonucudur. A History of Western Philosophy (New York: Simon and Schuster, 1964), 685, 694)
[25] Milli Mücadele yıllarında Atatürk'ün Çankaya'daki evinde Napolyon'unkinin yanında Moltke'nin de bir büstünün bulunması (Y. K. Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, İst.: İletişim Yay., 1993, 112) Moltke'ye değer verdiğini gösterir. Atatürk'ün yazdığı Medeni Bilgiler'in askerlikle ilgili teorik kısmının temel fikirleri ve bazı cümle veya paragrafları Goltz’un Milleti Müselleha’sından alınmıştır.
[26] Mudra, V., Goltz Paşa’nın Hatırası ve Hal Tercümesi (İst.: K.K.K. Yay., 1953). [168 sayılı Ordu Dergisi eki], 4.
[27] Kemal Arıburnu, Atatürk ve Çevresindekiler (Ank.: İş Bankası Yay., 1994), 11.
[28] Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları (Ank.: TTK Yay., 1988), 47.
[29] Medeni Bilgiler, 46.
[30] Ahmet Bekir Palazoğlu, Başöğretmen Atatürk 2 (Ank.: MEB Eğitim Araçları ve Donatım Dairesi Başkanlığı, 1991), 98'de.
[31] Medeni Bilgiler, 47.
[32] İlkmektepler Müfredat Programı (İst.: Maarif V. Yay., 1340), 31.
[33] Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri 3 (Ank.: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayımları, 1946), 203.
[34] T. Z. Tunaya, Türkiye'nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri (İst.: Arba Yay., 1996), 111'de < Baki Vandemir, “Atatürk'e Ait Bir Hatıra”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 1952, s. 1, 5
[35] Hamdullah Suphi, Dağyolu 1 (Ank.: Kültür ve Turizm B. Yay., 1987), 70-71.
[36] Robert Nispet, “Civil Religion”, The Encyclopedia of Religion 3 (New York: Macmillan Publishing Co., 1987), 524.
[37] İslam ile Atatürk'ün kişiliği etrafında oluşan milli, laik sivil ‘din’ ile evrensel ve daha çok öbür dünyaya yönelik İslâm arasındaki çatışmalar ve İslâm'ı bu sivil dine entegre etmek için girişimler uzun bir konu olduğu için, sadece din reformlarının bu amaca yöneldiğini belirtmekle yetiniyoruz.
[38] CHP'nin 1927 ve 1931 programları tek dereceli seçime geçmeyi bir amaç olarak koyar; ancak 1935 programında, tek dereceli seçim amaç olmaktan çıkar, iki dereceli seçimin Türkiye için “en uygun” bulunduğu ifade edilir.
[39] “Saltanat rejiminin Anadolu’da taraflısı olanlar ise, hakimiyet-i milliye tatbik usullerine ümit bağlamış bulunuyorlardı.” Ş. S. Aydemir, Tek Adam 3 (İst.: Remzi Kitabevi, 1992), 156 < Akis, 27.10.1962. Atay'ın şu ifadeleri de Kadro’nun hakimiyeti milliye ilkesini nasıl anladığını gösterir: “Biz Mustafa Kemal’in kesip atmasını ve yeni düzeni, sağlam bir teminat elde edinceye kadar, sıkı bir disiplin altında korumasını istiyorduk. Bu bakımdan hakimiyet-i milliyecilerden tamamen ayrılıyorduk. (...) Bize göre 1923’te Hakimiyet-i Milliye silahı, muhafazakarların, yani halledilecek bir medeniyet meselesi olduğuna inanmayanların, yahut irticaın, yani Tanzimattan beri medeniyet düşmanlığını elden bırakmayanların silahı idi.” F. Rıfkı Atay, Çankaya (İst.: Bateş A.Ş., 1984), 386.
[40] Aralık 1923'de 463 numara ile tamim olunan genelge, Maarif Vekaleti Mecmuası (sayı 2, 1.5.1341).
[41] Necmettin Sadak, Sosyoloji (İst., 1938 [1. baskı 1935]), 56-61.
[42] Sadak, aynı eser, 79.
[43] Yasalar, 525/e-626/a-b.
[44] “Militarizm” sözcüğünün çağrışımları genellikle olumsuzdur. Sözcük, askerlerin sivil alana müdahalesi ya da askerî otoritenin sivil otorite üzerinde baskınlığı, askerlerin doğrudan yönetmesi (militokrasi), dış politikada hemen kuvvete başvurma gibi durumlar için kullanılır. Militarizasyon ise, çağdaş savaşların karakterinin zorladığı bir süreçtir. Fakat, biz burada, “militarizasyon”u ulusal kaynakları olası bir savaş ihtimaline karşı hazır olma amacıyla planlama ve askeri değerleri (savaşçı duygular, askeri yiğitlik, askerliğe saygı ve sevgi...) toplumda yaygınlaştırma politikası anlamında kullanıyoruz. İki terim arasındaki ayrım için bkz. John R. Gillis, John R. (ed.), The Militarization of the Western World (New Brunswick: Rutgers University Press, 1989), “Introduction”; Stanislav Andreski, War, Revolutions, Dictatorship (Londra: Frank Cass, 1992), 110, 180.
[45] Nutuk (1919-1927) (Ank.: Atatürk Araştırma Merkezi Yay., 1989), 290.
[46] Medeni Bilgiler, 72.
[47] Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri 1 (Ank.: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayımları, 1946), 91-92.
[48] Medeni Bilgiler, 116-117.
[49] Atatürk, Nutuk, 412-413; 30 Ağustos 1924 Dumlupınar konuşması.
[50] Hamdullah Suphi Tanrıöver, Dağyolu 2 (Ank.: Kültür ve Turizm B. Yay., 1987), 72-73.
[51] 1930-1933 yılları arasında Bayındırlık Bakanlığı yapan Hilmi Uran, anılarında demiryolu hatlarının güzergahı tayin edilirken, sürekli olarak ekonomik düşüncelerle askerî mülahazaların çarpıştığını ve son söz daima askerlerin söylediğini yazar. (Hatıralarım Ank., 1959, 239) Falih Rıfkı Atay da, Atatürk döneminin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın düşman saldırısını kolaylaştırır diye yol yapımına karşı çıktığını yazar. (Çankaya, 207) Atay bunu, onun geri düşünceli oluşuna bağlamaktadır. Ancak dönemin üç şefinden üçüncüsü Fevzi Çakmak bu abartılı savunma kaygısında yalnız değildir. Atay, İzmir’deki geniş yasak bölgeler dolayısıyla bir çok verimli tarım alanının kullanılamadığı, İzmir’in nefessiz kaldığını düşünerek İzmir’deki komutana “Paşam, uğraşsanız da İzmir’e biraz nefes aldırsanız” diyecek olur. Paşa, İzmir’in körfez dışına çıkarılmasının daha doğru olacağını söyler. (Atay, a.g.e., 207)
[52] Frank Tachau, Türkiye'de 1936 yılında kadınların zorunlu askerlik kapsamına alındığını yazmaktadır. (Kemal Atatürk (New York: Chelsea House Publishers, 1987), 87) Ancak bu iddiayı teyid eden bir kanıt bulamadım.
[53] Kuşkusuz, sınıflarında bir İmparatorluk haritası önünde ders yapan, çocukluk, gençlik ve olgunluk çağlarında kendilerini hep bir imparatorluğun üyeleri olarak gören insanların içine kapalı, küçük bir devletin insanları olarak algılamalarının kolay olmadığı tahmin edilebilir. (Bu kuşağın çocukluk yıllarında sınıflardaki Osmanlı devleti haritasının sınırları ve bu harita karşısında öğrencilerin duyguları için bkz., Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, İst.: Remzi Kitabevi, 1993, 40-41.) Nitekim, Atatürk'ün zaman zaman, “Türkiye elli milyon nüfuslu ve tam batılı bir toplum ve devlet olduktan sonra etrafına göz gezdirebilir” demesi (Atay, Atatürk Ne İdi?, [Babanız Atatürk, Bayrak, Atatürkçülük Nedir?, Atatürk Ne İdi? (İst.: Bateş A.Ş., 1990). Dört kitap bir arada.], 107)
[54] 12.12.1932 İktisat ve Tasarruf Haftasının açılışı münasebetiyle, İsmet Paşa’nın Siyasi ve İçtimai Nutukları 1920-1933 (Ank.: Başvekalet Matbaası, 1933), 462.
[55] Yaklaştırma, Türkçe’nin çeşitli kollarından Batı dillerindeki sözcüklere sentaktik ya da fonetik bakımdan benzer karşılıkların seçilmesi ya da üretilmesiyle yapılır. Atatürk'ün bulduğu sözcükler arasında şunlar vardır: “Inter-nation-al” karşılığı olarak “ar(a)sı-ulus-al” (sentaktik benzerlik), “tez” karşılığı olarak “töz” (fonetik benzerlik), “anti-tez” karşılığı “yantı-töz” (fonetik, sentaktik benzerlik), “sentez” karşılığı “som-töz”,”elektrik” karşılığı “yaltırık”; “aferin” veya “bravo” karşılığı “Ohkay” (~ ing. “O.K.”); “bülten” karşılığı “belleten”.
[56] Atatürk'ün gözetiminde Tarih, her şeyden evel, bir millete bütün fazilet ve meziyetleri, hata ve nakiselerile kendini tanıtarak, yarın niçin yol ve hedef gösteren bir mürşittir. Yurtbilgisi de bu yol üzerinde o hedefe doğru yürümek için milletin, her ferdine düşen vazifeleri ve yürüyüş vasıtalarını öğretir. (Tarih 4, 259)
[57] Şükür Kaya'nın şu sözleri Kemalist cumhuriyet'in yeni bir Sevr ihtimalini ortadan kaldırma amacıyla kurulduğunu ima eder: “Atatürk Türk istiklalini kurtardıktan sonra Türk bir daha böyle badirelere, tehlikelere dönmeyecek bir Devlet sistemi kurdu. Bu devlet sisteminde tatbik edilecek olan prensipleri vazıh, açık ve müsbet bir surette tespit etti.” TBMM Zabıt Ceridesi (İ.: 3 3, 5.2.1937, c. 16), 59.
[58] Sürecin bu zorlaması öylesine güçlüdür ki, devrimleri yapan parti bile buna direnemez. Hattâ Yakup Kadri'nin Bayar'dan naklen bildirdiğine göre, din istismarına ilk girişen parti CHP olmuştur. (Politikada 45 Yıl (Ank.: Bilgi, 1968, 180)
[59] Emile Durkheim, devleti, birer icra organı olan ikincil devlet organlarından ayırır. Ona göre devlet, toplum adına düşünen toplumsal düşünme organıdır. (“Ahlak ve Hukuk Kaideleri Hakkında Dersler” İ. Ü. Hukuk Fakültesi Mecmuası (c. 13, sayı 3, 1947): 1134-1189) 1140-1143) Türkiye'de bu işlevi yerine getirme görevi hukuksal açıdan en üstün karar alma organı olan parlamentodur. Fakat, onun bu işlevini yerine getirdiğini söylemek çok zordur.
Hiç yorum yok