Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

Dünyada Popülizm

Geçen hafta, popülizmle mücadelede önemli bir erdemin (ya da “avantaj” diyelim) “popüler” olmayı bilmek olduğunu söylemiştim. Yunanistan’dak...


Geçen hafta, popülizmle mücadelede önemli bir erdemin (ya da “avantaj” diyelim) “popüler” olmayı bilmek olduğunu söylemiştim. Yunanistan’daki toplantımıza şöyle bir değinmiştim.

O toplantıda değindiğim, ama ayrıntısına girmediğim bir başka konu var; bugün biraz bunun üstünde durmak istiyorum. Popülizmin şu son dönemde beklenmedik bir biçimde her yerde çiçek açmasının “tek” nedeni olmasa da, birkaç belirleyici nedeninden birinin “temsilî demokrasi”nin krizi olduğunu düşünüyorum. Bugün bu konuda yazacaklarım “spekülasyon”dan ileri gitmez. Bir “araştırma” sonucu değil. Ama doğru yolda olduğuna inanıyorum.

Türkiye köklü bir demokratik geleneği olan bir toplum değil. Olmamasının başlıca nedeni, “modernleşme” sürecinin “yukarıdan aşağıya” karakteri, daha özgül biçimiyle söylenecek olursa, “militarist” karakteriydi. Bunun son dönemde değişmeye başlaması, çok kısa bir süre içinde, koyu bir sağ popülizm getirdi. Bu sağ popülizm kendine özgü bir İslâmcı ideoloji ile yanyana yürüyor.

“Arap Baharı” ile havalanır gibi olan Ortadoğu ülkeleri kısa zamanda çakılmasalardı muhtemelen daha birkaç “Ortadoğu popülizmi” ve “İslâmcı popülizm modeli” görecektik, ama olmadı. Tunus’ta ne olduğuna dair net bir fikrim yok.

Asya’da Müslüman olmayan Filipinler bir başka “modern popülizm” örneği. Bu da, Filipinler gibi bir geçmişi olan bir toplum için fazla şaşırtıcı bir durum değil.

Hindistan da sırada... Modi’den beri Hindistan da kendi özgül tarihinin yeni bir evresini yaşamaya başladı. Orada olup bitenleri de iyi izleyemedim, ama zaten Hindistan her zaman “kendine özgü”dür, çünkü nesnel yapısı da kimseye benzemez.

Avrupa’ya geçtiğimizde, öncelikle Macaristan ile Polonya dikkati çekiyor. Bu bağlamda bana ilginç ve anlamlı gelen nokta, bu ikisinin eski Sovyetik sistemden koparak bugünlere gelmiş iki toplum olması. “Sosyalizm” denen bir rejimde elli yıl kadar yaşamış olmak gibi bir özellikleri var. Şimdi, onlara “bu sosyalizmi” yaşatmış olan Rusya ile birlikte, “popülizm” zemininde, görünürde fazla acemilik çekmeden, yürüyüp gidiyorlar. Bu yapı, “demokrasi deneyimi azlığı” dışında, Asya’da saydığım toplumlardan epey farklı bir yapı, ama aynı rejim tipine gelebiliyor.

Bence asıl şaşırtıcı durum daha batıya geldiğimizde başlıyor. Avrupa kıtasında –henüz– iktidara gelmiş bir popülist hareketin dönüşüme uğratmaya başladığı bir toplum görmüyoruz. Ama o kategorinin ölçüleri içinde ele alınacak bir örnek var: Brexit. Ayrıca, henüz iktidar olmamışsa da oraya bayağı yaklaşmış hareketler, partiler var: Marine Le Pen, Wilders, daha birçokları. Hemen hemen her Avrupa ülkesinde var bunlar. Avusturya’da iktidar olacak oya da ulaşmışlardı; seçimdışı yöntemlerle iktidarları önlendi. Dalga her yerde kabarıyor. Atlas Okyanusu’nun bu yanında durum böyle ama öbür yanına bakınca Donald Trump’ı Başkan seçmiş Amerika’yı görüyoruz.

Bu, Donald Trump’ın kendisi dahil herkesi şaşırtan bir sonuç oldu. Teyakkuza geçmeyi gerektiren bir durum olduğunu da açıkça gösterdi.

Şimdi, bir yanda “demokrasinin beşiği” dediğimiz, birkaç yüzyıldır diktatör görmemiş, İkinci Dünya Savaşı’nda da “demokrasi cephesi”ni oluşturmuş toplumlar, bir yanda “çarpık Sovyet Sosyalizmi” deneyiminden gelen ülkeler, bir yanda da yakın zamana kadar “Üçüncü Dünya” olarak bilinen ve tarihleri boyunca sağlam demokratik kurumlara sahip olamamış toplumlar, bunlar hepsi “modern popülizm” denen bu kümede toplanıyor! Bu saydığım ülkelerin tarihleri ve bugünkü yapıları son derece farklı. Ama üç aşağı, beş yukarı, “popülist” tanımında yer alan bir siyasî rejimde bir araya gelebiliyorlar.

Bir küçük ayrıntıya daha değineyim (belki “küçük” değildir): sözünü ettiğim bu örnekler hepsi “sağ” bir “popülist” çizgide yer alıyor. Bu arada İspanya’da Podemos ve Yunanistan’da Syriza var; ikincisi şu anda (iki kere seçim kazanmış olarak) iktidarda. Bunlar “sağ” değil, “demokrasi düşmanı” da değil, ama “popülist” olmadıklarını söyleyemeyiz. Bu olguyu da bir kenara kaydetmekte yarar var.

Bu listeyi sunarken, birbirine benzemeyen toplumsal yapıların aynı yerde buluşmasının ilginç olduğunu vurguladım. İlginç olduğu pek tartışma götürmez (ama “hiç görülmedik” bir şey de değil. Oraya ileride geleceğim). Peki, neye dayanarak “aynı yer” diyorum? Burada tabii bir “yer” sözkonusu değil: benzer örüntüler, benzer özellikler ne? Yani, sonuç olarak, üzerine konuştuğumuz bu “popülizm” ne?

Listelenen örneklerin hepsinde ortak gördüğüm ilk özellik bu “parti” ya da “hareket” ya da “önder”lerin, bulundukları toplumun bilinen, tanınan siyasî seçkinlerinin arasından çıkmamış olmaları. Verdiğim son örnekten başlayayım; aynı zamanda “sol” olduğu için bu listede “atipik” görünen Syriza’dan: Yunanistan’da insanlar öteden beri siyasetin aileler arasında pay edilmiş olmasından yakınırlardı: Papandreu’lar solu kapatmış: sağ denince Karamanlis’ler ve Mitsotakis’ler v.b... Burada “sol”a verecek olan PASOK’a ya da Komünist Parti’ye götürür verir (bu ikincisinin bir “İç”, bir de “Dış”ı vardır, vardı). Sağın da yeri bellidir.

Syriza bunların dışından geldi ve bunları süpürdü. Solda bu olurken sağda Altın Şafak’ı da unutmayın. O da kendi türünün Yunan siyasetinde şimdiye kadar görülmüş en güçlü temsilcisi.

Gelelim Brexit’e... Geçmişte Labour Avrupa’yla birleşme fikrine daha “şüpheci” yaklaşırdı. Ama Tory’lerden de bunu Britanya için bir zül gibi görenler eksik değildi. Sonuçta, Muhafazakârlar başı çekti. Bu son durumda ise Muhafazakârlar parti politikası olarak “terketmekten” yana olmadılar. Tersine, Cameron “kalmalıyız” dedi; ama “Brexit” diye yırtınanları da oldu; öte yandan Labour yapması gereken kampanyayı yapmadı. Sonuçta Brexit’i kazanan Farage’ın yeni partisi oldu: gene “müesses nizam”ın dışından gelen biri ve bir parti.

Trump’ın seçimi kazanmasına kendisinin de şaşırdığını söylüyorum. Trump Cumhuriyetçiler’e gitti, adaylığını oradan koydu ve kabul ettirdi. Bu bir “ilk zafer”di. Çünkü, tamam, “sağcılık” falan ama, “sağ” deyince onun da gelenekleri var, ölçüleri var – bir üslûbu var. Trump bunların hiçbirine sahip olmadığı gibi böyle şeylerden haberdar da değildi. Birçok önemli Cumhuriyetçi ona cephe aldı. Yani Trump da Amerika’nın bilinen siyasî seçkinleri arasından çıkmış biri değildi – onun seçkinleri farklıydı. Cumhuriyetçilerin klasik oy verenleri açısından Trump gibi biri hiç de makbul bir kişi değildir.

Buna rağmen kazandı. Kendini, onun gibi, “müesses nizam”ın dışında kalmış hisseden Amerikalılar tarafından seçildi.

Buradan Türkiye’ye geldiğimizde ne söyleyeceğim belli oluyor bile; Tayyip Erdoğan da “siyasî elitler” kategorisi içinde yer almış biri değil. Yetmişlerden beri Türkiye’de bir İslâmcı siyaset, “Millî Görüş” hareketi v.b. vardı, ama AKP gerçekten “yeni” bir parti olarak kuruldu.

Sonuç olarak, bu “yeni” görünüm, ortak bir özellik olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, burada yerleşik düzene karşı, yani “siyasî seçkinler”in kurmuş olduğu “gelenekselleşmiş” yapılara karşı bir hareket olduğunu düşündürecek belirtiler var. Ama bu, tek-yanlı ya da tek-yönlü bir gidiş de değil. Şunu söylemek istiyorum: dalganın öne ya da üste çıkardığı önderler topluma “politikacı” yetiştiren “ocak”lardan gelmedikleri için “yeni”, “alışılmadık” kişiler olarak ortaya çıkıyorlar. Ama aynı zamanda onları bu önderlik konumuna taşıyan kitleler de yeni. Onlar da, görüldükleri yerlerin “geleneksel seçmen” tipolojisine girmiyorlar.

Ama tabii bu insanlar topluma yeni gelmiş değiller. Yeni gelmiş değiller ama bu dalgalar, bu siyasî hareketlenmeler sahneye çıkmadan önce onlar da varolan yerleşik partiler arasında dağılmışlardı.

Örneğin Avrupa ülkeleri... Burada siyasetin belli başlı çizgileri oluşmuştur (muhafazakâr, milliyetçi, liberal, sosyal-demokrat, komünist v.b.). Bu çizgiler yıllar önceden belirlenmiştir. Önderlerinin kişilikleri ana çizgiyi değiştirmez. Ulusal-toplumsal özellikler çizgilerinin karakterini uzun boylu etkilemez. Yeni popülist hareketler bunların hepsinin dışında ve ayrıca hepsinden seçmen çalabiliyor. Örneğin Fransa’da Le Pen’ler (babası da, kızı da) Komünist Parti’nin kaleleri olarak bilinen yerlerde oyları topladı. Popülist hareketler oldukça sağ olmakla birlikte faşist denebilecek partilerden türemiyorlar, ama onları da çekebiliyorlar. Örneğin buradaki AKP-MHP ilişkisi: AKP, MHP’nin köklerinden gelmiyor, ama onu entegre edebileceğini gösteriyor (“ben varken sana ihtiyaç kalmadı” demekte). Bunun benzerinin çeşitli Avrupa ülkelerinde tekrarlanması beklenir.

Önderlerden (ve tabii “ideoloji”den) başka seçmenlerin de yeni bir “davranış kalıbı”nın kuralları içinde hareket etmesi ve bu çerçevede yeni bir “seçmen kitlesi” olarak görünmesi bu sürecin sadece “ağzı laf yapan” gelip geçici (muhtemelen “demagog”) önderlerin başlattığı bir fenomen olmadığını, derine inen bazı kökleri olduğunu gösteriyor. Carlyle “tarihi yapan kahramanlar” üstüne coşkulu söylemini başlattığından beri, bu sorunu tartışırız: bireyler mi belirleyici, kitleler mi? “Tarihin öznesi” kim? Burada “kitle”den yana bir cevap buluyoruz gibi.

Bu durum bizi yanıltmamalı. Yani, bu “özne”nin “sınıfsal” bir tanımı olduğunu düşünmemeliyiz. Burada örnek olarak Amerika’ya ve Türkiye’ye bakalım: Trump’ın seçimi kazanmasına yetecek oy niceliğinin arkasında Amerikan ölçülerinde “yoksul” kitleler var elbette; ama bu oyları toplayan Trump öncelikle Amerika’da bile eşi görülmemiş bir “milyarderler ve generaller” kabinesi kuruyor. Trump’ı destekleyen milyarderler kabineye seçtiklerinden ibaret değil herhalde. Yani “büyük sermaye”nin en azından bir kısmının yalnız Cumhuriyetçi Parti’yi değil (bu onların doğal limanıdır), partinin geleneksel çizgisine de aykırı davranabilen Trump’ın kendisini desteklediğini söyleyebiliriz.

Türkiye’de AKP’nin arkasında, buranın “büyük sermayesi”nin bulunduğunu söyleyemeyiz. AKP’nin arkasında “burjuva desteği” denince, “egemen olmamak”tan şikâyetçi orta burjuvazi (ağırlıkla Anadolu burjuvazisi, MÜSİAD v.b.) vardı – hâlâ da var. Onların talepleriyle Trump’ı destekleyen “büyük burjuvazi”nin taleplerini birbirine benzetmek mümkün değil. Buradaki bu “ekonomi-politika” ilişkisi yeterince dallı budaklı bir konu; daha fazla ayrıntısına boğulmayalım.

Geldiğimiz bu noktada, Ernesto Laclau’nun daha önceki yazılarımdan birinde söylediğim sözüne geri dönmem gerekiyor: Popülizm, belirli bir sınıf temeline indirgenerek açıklanacak bir siyaset değil, bir siyasî üslûptur; aynı zamanda bir siyasî mantıktır. Farklı zamanlarda, farklı toplumsal ortamlarda, farklı sınıf ve tabakalar bu üslûbu ve bu mantığı benimseyebilirler. Bir özgül konumda popülist bir hareketin dile getirdiği talepler ve çözüm önerileri farklı çizgide farklı partiler tarafından da dile getirilebilirdi – nitekim çoğu durumda getiriliyordu.

Şu halde, modern popülizmin karakterini anlamak için öncelikle harekete toplumsal temel oluşturan kitlenin kimliğine değil, bu “üslûbun” kitleler gözünde böyle bir inandırıcılık kazanmasına yol açan genel koşullara bakmalıyız. Ama buna da girişmeden önce, “üslûp”tan neyin kastedildiğini açmakta yarar var.

Bu da geleneksel siyasetin alışılmış “taraftarlık”, hattâ “militanlık” ölçülerine pek benzemiyor. O açıdan bakıldığında abartılı görünen, aşırı görünen bir havası var ki bunu en iyi İbn Haldun’dan kalma “asabiye” kavramı anlatıyor bence (İbn Haldun’un kullandığı gibi ama kelimenin o zamandan beri yüklendiği yeni çağrışımlarla da): bir “öfke” ve “coşku” karışımı; bir “aciliyet” tonu; neredeyse “kıyametöncesi” bir ölüm-kalım hali. Türkiye bu bakımdan hemen dikkat çeken bir örnek.

Ekstra heyecanın temelinde bu hareketlerin kaynaklandığı uzun ve kısa vadeli “şikâyet”lerin belirleyici etkisi olduğunu sanıyorum. Çünkü bütün bu hareketlerde ortak olduğunu gözlemlediğimiz bir “alarm” havası sözkonusu. Hemen burnumuzun dibine gelmiş bir tehlike var: birçok ülkede bu “tehlike”, yabancıların ülkeye göçü olarak algılanıyor. Amerika’da ya da Hollanda’da, Britanya’nın “Brexit”e oy veren kesimleri arasında memleketimizde olmayı hak etmeyen yabancılar” tehdit oluşturuyor; Türkiye’de FETÖ’cüler işi darbe girişimine kadar vardırdılar, ama onların arkasında Türkiye’nin güçlenmesini çekemeyen “dış” güçler sözkonusu. Buna karşılık yabancı göçünün tehdidinden paniğe kapılmış ülkelere giren yabancı sayısıyla kıyaslanamayacak sayılarda Türkiye’ye doluşmuş Suriyeli göçmenler bir “tehlike” olarak görünmüyor. AKP gözünde asıl tehlikeyi Türkiye’nin hâlâ AKP’li olmamakta direnen yerlileri oluşturuyor.

Hindistan’da Modi’nin Müslümanlar’a bakışının tersine dönmüş simetriği gibi.

Yani hareketin öznesi “sabit” olmadığı gibi “nesne”si de değişebiliyor. Ancak, özne ya da nesne kim olursa olsun, “asabiye” durumu değişmiyor.

“Asabiye” ruhunu meşru ve haklı gösteren etken, “tehlike”nin acilliğiyle birlikte, varolan düzenin, statükonun, “müesses nizam”ın buna karşı gerekli tedbiri almaması (alamaması) keyfiyeti de sözkonusu. Telâşın yanına öfkeyi ekleyen bu. Ama bunun bir de “zaman” boyutu var: saydığım bu güçler zaten öteden beri bu edilginlik, beceriksizlik ya da kayıtsızlık ve hattâ “gaflet” içindeler. Zaten onların bu “anemik” tutumlarından ötürü tehlike doğmuş ve kısa zaman içinde büyümüş. Bu adamlar (“müesses nizam”) kapıları bacaları tutmuş, kaydadeğer köşelerde kurulmuşlar. “Bizim” karşımıza birtakım “talimatnameler” çıkaragelmişler, şu şöyle yapılır, bu böyle yapılır. Yıllardır bunları belletmiş ve başka türlü yapılmasına imkân ve izin vermemişler. Bu “yıllanmış gaflet” boyutu, yeni hareketin içerdiği öfke boyutunu adamakıllı artırıyor.

Bu akıl yürütmelerin ardında, aslında, “Biz niye içeri alınmıyoruz?” kırıklığının yattığını anlamak o kadar zor değil. “Geleneksel” siyasî seçkinlerin misafir odasına buyur etmediği, kendisinin oraya alınmasının bu seçkinler tarafından engellendiğine inanan (çok zaman bu inançları doğru da olabilen) kesimler bu yeni hareketlerin kitle tabanını meydana getirenler. “Dışlananlar” onlar.

Hindistan’da Congress Party; “kurucu parti.” “Toplumun babası”; Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi; aynı sıfatlarla donanabilir. Batı toplumlarında böyle bir “kurucu” parti yok, ama “kurucu değerler” var. “Müesses nizam”ı yaratan partiler koalisyonu, birtakım “ortak değerler” var. “Müesses nizam”ı yaratan partiler koalisyonu, birtakım “ortak değerler” tesbit etmiş, hapsi de belirli derecelerde uyuyor bunlara. İşte bunlar, bu durumda, Congress değerleri ya da Tayyip Erdoğan’a göre “monşerler” değil de, demokrasinin yayıldığı tarihlerden beri bu rejimlerin onsuz edilmez dayanakları olarak görülen “liberal demokratik değerler”. Değerler kendileri ve aynı zamanda onları savunan, onları toplumun normları haline getiren kadrolar. Gene bu popülist hareketlerin istisnasız hepsinde gözlemlediğimiz “anti-entelektüalist” tavrın dibinde yatan da bu: “Bizi kapıdan içeri sokmayanlar bu kendini beğenmiş entelektüellerdi.” Dolayısıyla bir Emin Çölaşan’la ortalama bir AKP kadrosunun buluşacağı ortak nokta da bu: entelektüel düşmanlığı.

Tehlike, bu aklı havada adamların bize yutturduğu, “hümanist” falan dedikleri bakış açısından, onların “liberal demokratik” dediği saçma “hak”lardan v.b. ötürü doğdu ve büyüdü. Öyle ki, bu saçma değerleri yıkmadan bu tehlike ile mücadele etmek de mümkün değil. Böylece, Kaliforniya’dan Hint alt-kıtasına, “liberal” sınıflamasına sokulacak değer ve uygulamalar yeni popülizmin baş düşmanı oluyor ve baş hedefini oluşturuyor. Hareketlerin hepsinin “amentü”sünde bu kuralı da görüyoruz.

Bu arada, Türkiye’de AKP’ye muhalefet eden bazı kesimlerin aynı zamanda “Liberal” sıfatını bir hakaret kelimesi olarak kullanmaları ilginç. Onlar kendilerine özgü gerekçelerle bu değerleri aşağılıyor ve küçümsüyorsa, AKP’nin de kendi gerekçeleriyle aynı şeyi yapmasını yadırgamamak gerek.

Popülistler’in dışlayıcı “siyasî seçkinler”e duyduğu öfkenin eskilere dayandığını söyledim. Şimdiki günlerde bu hareket içinde yer alanların bu eski dönemlerde şimdiki zihniyetleriyle olayları izlemekte olduğunu söylemek zor. O günlerden başlayıp bugünlere gelen tutarlı ve sistemli bir öfkeden çok bugün başlayıp retrospektif bir haklı çıkma isteğiyle geçmişi yeniden kurma dürtüsünün geçerli olduğunu düşünüyorum (bugün Türkiye’de Erdoğan sık sık “tek-parti”nin günahlarını vurguluyor; onu izleyenlerin kaçta kaçının o günahlardan haberi var?). Ancak, yukarıda kısaca değindiğim gibi, bu tür hareketlerin geçmişte hiç görülmediğini söylemek de yanlış olur.

Konuya gene Amerika’dan girelim. Bu toplumda Donald Trump’ın ataları olmaması mümkün mü? Amerikan popülizmi başından beri eksik olmamıştır ve erken öncülerinden biri Başkan da olan Andrew Jackson’dır. Daha yakın zamanda McCarthy bazı önemli katkılarda bulundu; ama Ernesto Laclau George Wallace’ı bir başlangıç noktası olarak görüyor. Daha yakın zamanlarda, gene “establishment” dışından gelen milyarder Ross Perot’un 1992’de %20’ye varması (önemli stratejik yanlışlarına rağmen) Trump’ın yaklaşan ayak sesleri olarak yorumlanabilir. Bu arada Newt Gingrich de sayılabilir. Yani, Amerika’da, Trump’ın seçilmesinden önce “alâmetler çoğalmıştı”. Ben “oğul Bush”un iki seçim kazanmasını da bu faşizan popülist gidişin çok uzağına koyamıyorum – ama tabii Bush Amerika’nın kendi yapılanması açısından Trump gibi vahim bir tehlike meydana getirmiyordu.

Fransa’da Marine le Pen için de “vahim” sıfatından daha uygunu yok gibi. Ama Marine le Pen bu toplumda “benzersiz” mi? 1880’lerin sonunda General Boulanger o erken tarihte şimdiki dönem Popülist önderlerinin bazı özelliklerini sergilemişti; ama onun verdiği örnek Poujade’ın yanında sönük kalır. Poujade 1950’lerin kahramanlarından biriydi. Köylülüğün hep –hele o yıllarda– belirli bir ağırlık taşıdığı Fransa’da köylülere dayalı bir Poujadisme hareketi başlatmayı başardı. O da “établissement”ın dışından gelmiş ve “établissement”ı topa tutmuş erken popülist politikacılardan biridir. Ellilerde Fransa’da “hükümet buhranları”nın sonu gelmediği için bir popülist politikacının ortaya çıkması normaldir. Popülizm, tarihi boyunca, “buhran”la yakın akrabalık ilişkisi içinde olmuştur. Nitekim bu Fransa krizi de bir süre sonra de Gaulle’ün yarı resmî darbesiyle bir çözüme ulaşabilmişti.

Birtakım ortak özellikler saymaktayım: “asabiye” kelimesiyle anlatmaya çalıştığım bir ruh hali; bir sıkışıklık, bir “alarm” durumu; korku; korkuya bitişik bir öfke; sorunu çözmekten göz göre göre kaçınan “iktidar seçkinleri”; onların “paralize” halleri ve bu “felç” durumuna yol açan yanlış ideolojileri; gereksiz ve zararlı bir “insan hakları”, “demokratik haklar”, “azınlık hakları”, “sivil haklar” edebiyatı. Bu tür ideolojik yaklaşımlarda birleşen bu hareketlerin ortak bir sınıf temeli yok. Hattâ bazı açıkça paradoksal durumlarla karşılaşıyoruz. Meksika sınırına duvar örme vaadiyle gelen Trump’a önemli bir oy desteği “Hispanic” adıyla tanınan ve büyük çoğunluğu Meksika’dan göçmüş insanlardan geliyor.

Ancak, düşününce anlaşılır bir durum. Gelmiş, yerleşmişler; bundan hoşnut olmayanlar olduğunu biliyorlar. Yenilerinin gelmesi sorunu büyütür. Demek ki gelmemeleri önce gelenler açısından daha iyi. Afrika kökenli zencilerin daha sonra göç etmeye başlayan Porto Riko zencilerine aldıkları tavır gibi.

Trump’a oy veren Hispanic’ler aynı zamanda kendilerini her türlü siyasî etkileme mekanizmasından uzaklaştırılmış bir kitle olarak görüyor. Trump’ın Amerikan halkını ülkenin efendisi yapacağı yolundaki vaatleri “ya tutarsa” hesabı, sevimli görünüyor.

Bu durum, popülist bir hareketin “düşman” olarak seçtiği nesne ile kendisine destek veren (dolayısıyla “özne”nin önemli bir bileşeni olan) kesimin aynı olabileceği gibi ilginç bir örnek yaratıyor.

Türkiye’deki bir süreç, bunun paraleli değil, buna karşıt bir “varyant” izlenimi bırakıyor. Tayyip Erdoğan henüz “liberal demokratik değerler”e, çeşitli “haklar” felsefelerine ya da pratiklerine savaş açmamış, hattâ onların derinleştirilmesinden ve yaygınlaştırılmasından yana bir tavır göstermek istediği günlerde, “Kürt sorununa barışçı çözüm” sloganıyla meydana atıldı. Bu değerlerden vazgeçmeye ve onları düşman ilân etmeye karar verdiği zaman da bütün gücüyle Kürtler’e saldırdı. Burada ayrıca bir “değişkenlik” kapasitesi var ki bu da “popülist ideolojiler”in “belkemiksiz” izlenimi veren bir özelliklerinin yansıması.

Çünkü popülist çizgiler klasik siyasî çizgiler gibi kökü birkaç yüzyıl öncesinin mücadelelerine inen, ayrıca sınıfların kolay kolay değişmeyecek çıkar anlaşmalarına dayanan köklenmiş ideolojiler tarafından yönlendirilmez. Popülist çizgi belirli bir konjonktür içinde “karizmatik önder” dediğimiz bireyle belirli bir toplumsal kesim arasında kurulan belirli ölçülerde “kendiliğinden” alışveriş sonucunda belirlenir, bu alışveriş içinde biçimlenir. Bu da aslında karşılıklı bir süreçtir (“tek-yanlı, tek-yönlü olmayan” dediğim cinsten). Kitle öndere yakalayabileceği popüler iplerin, ipliklerin uçlarını gösterir; önder onları, bir ölçüde sistematize ederek kitleye geri verir. Yani, Türkçe’deki deyimin anlattığı şekilde, kervan yolda düzülür.

Hollanda’da, Danimarka’da, Belçika’da v.b., böyle bir önder (faraza!) “Ülkemize geliyorlar! Ülkemizde aykırılık ve tehlike yaratıyorlar!” diye bağırabilir ve bağırmasına hemen karşılık bulur. “Bu tehlikeyi durduramıyorlar!” diye devam eder. Dinleyicilerden biri, “Başımızda ‘insan hakları’ diye bir dert var da ondan,” diye katılır olaya. Önder, “işte, sorunu açıkladı! İşte bu!” diye bu ip ucunu yakalar hemen. “Demek ki önce bu ‘insan hakları’ ile hesaplaşmalıyız,” der. Böylece, kitle ve önder, birlikte, süreç içinde, stratejilerini, düşmanlarını, çözüm yollarını biçimlendirirler. Vardıkları bu sonuçlar daha öncesinde herhangi bir şekilde formüllendirilmiş değildir. Bu iş yolda yapılır.

Türkiye bu bakımdan epey zengin örnek sunuyor. Erdoğan popülizmi, sürecin bir evresinde, muhtemelen Davutoğlu katkısıyla, “Osmanlı” leitmotifini buldu. Bu, daha önce yok muydu? Vardı. Bu zihniyette (AKP ideolojik çevreleri) olumlu bir yeri vardı. Ama sistematik bir varlık arz etmiyordu. Daha belirgin biçimde vurgulanınca, ideolojide varolan ama bir sistem oluşturmayan bir yığın ögeyi birleştirebilecek bir tema olduğu görüldü. Az biraz yüklenince futbol takımından Abdülhamid dizisine her şeyi tamam olan bir ideolojik yapı biçimlendi.

Önder böyle bir ideolojik alanı onaylar, kutsarsa, onu izleyenler, yeni yeni katkılarıyla zenginleştirmek üzere ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Sonuçta ortaya epey abuk sabuk bir yığın çıkıyor ama bunun alıcısının herhangi bir eleştirel süzgeci, hazırlığı olmadığı için, günün ihtiyacını karşılıyor.

Popülizm olması için bir “populus”, yani bir “halk” olması gerekiyor. Şüphesiz ortada bir halk var; ama bu popülizm için yeterli değil. Bu verili halk her yerde var, ama fazla “amorf” bir halk bu. Popülizmin “populus”u kendine göre şekillenmiş, donanmış, belirli, tanımlı bir yolun yolcusu olmaya karar vermiş bir “halk” olmalı. Bu da, gene daha önceki bir yazıda söylediğim gibi, varolan halkın yukarıda verilen tanıma uygun kılığa girmiş kısmının kendini halkın bütünü ilân etmesiyle oluyor.

Popülizmin zorunlu olarak saldırgan ve anti-demokratik olmasının temel nedeni de bu.

Gene Hollanda gibi bir örnek alalım. Bizim bu son atağımıza kadar Popülist cepheyi oluşturan Hollandalılar’ın hedefinde Türkler’den çok Faslılar vardı. Türkler, Faslılar, her neyse, “Hollanda bünyesi”nin “yerli” bir parçası değil. Öyleyse bu kolay bir ameliyat... Yabancı parçayı keseceksin, bitecek.

Ama, işte, öyle olmuyor. Çünkü Hollanda’da yabancılara böyle davranmayı doğru bulmayan bir yığın insan var. Popülist cephe iktidar olup Faslılar’a ya da Türkler’e vaad ettiği muameleyi çekmeye başladığında onlar ayaklanacak, “yapamazsın,” diyecek (sayıları, oranları nerededir, bilemem, konjonktüre bağlı, ama olacaklardır). Böylece gerçek Hollandalılar (popülistler) “içlerindeki Faslılar” sorununu çözünceye kadar, kavga devam edecektir. Nasıl çözecekler? Bilmem, o da konjonktüre bağlı. Kendileri gibi düşünmeye ikna edecekler, bu bir yol. Olmazsa – ki olmaz? Memleketi terketmeyi mi zorlayacaklar? Hollanda gibi bir ülkeye göre fazla şiddetli bir yol, ama bilinmez.

Türkiye gibi bir ülke için fazla şiddetli sayılmaz. Burada hayat böyle bir şiddet ölçütüne göre kurulmuş zaten. Bugün Tayyip Erdoğan’ın arkasına takılmış kitle kendini “halk”ın, Erdoğan’ın tercih ettiği kelimeyle “millet”in tamamı olarak görüyor ve kendi gibi olmayanı sevmiyor – azınlıktan hoşlanmıyor. “Kürt”, en baştan, şüpheli bir şey. Sünnî olmayan, “Müslüman’ım” dese de, makbul değil; hele bir de Alevi’yse. “Batılılaşmış” kişi hiç iyi değil. Kürt mü, Türk mü, Alevi mi, farketmez. “Yerli ve milli” değil. İdeolojik “azınlık” en beteri, en tehlikelisi. Durmadan, Sünnî-Türk Müslüman AKP tabanını iğfal ve ifsad etmeye çalışacak. Bütün bu adamlar Türkiye için “fazlalık”. Olmamaları, olmalarından çok daha hayırlı.

Bu, şu anda buradaki popülist hareketin mantığı. Ne var ki, burada böyle biçimlenen bu ideoloji dünyanın gösterdiği genel gelişmenin yapılarından kopuk değil.

Teknolojinin bugün vardığı aşamada dünya nüfusunun hatırı sayılır bir yüzdesi “fuzuli” hale geliyor. Kapitalizmin erken aşamalarındaki durumlara benzemiyor bu. Bu insanlar “yedek işçi ordusu” değiller; yani böyle düşük bir statüde bile, varolan düzenin içinde bir işleve sahip değiller. Tayyip Erdoğan gibi “bireysel vakalar” kalabalık ordu gibi mülahazalarla kalabalık nüfus isteyebilir. Ama ana akım öyle değil. Ana akıma göre “kuru kalabalık” kimseye gerekli değil. “Biz” ve “ötekiler” ayrımı böyle şekillenmeye başladı bile. Bu arada iktisat “bilimi” (ve öteki bilimler) dünyaya insandan bakmayı çoktan kestiler. “Rantabilite” varken “insan” falan demek çağdışı (anakronik) bir şey: “sulu” olduğu kadar “zararlı” da olan bir romantizm. Popülizm bu tür düşünceleri de kolayca kendi düşünce sistematiği içinde eklemleyebiliyor.

Yazı uzadı gitti. Başında, “temsili demokrasi”den söz etmiştim, ama bu kadar sayfa sonra oraya ancak geliyorum. Bu yeni uzun bir “bahis” açacağı için burada keseyim; sonraki yazıya bu kaldığımız noktadan başlayalım.

(MURAT BELGE - http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8233/dunyada-populizm#.WPKmwdKLTIU)

Hiç yorum yok

EKONOMİ/PARA/PİYASA