Foti Benlisoy’un “‘Kahrolsun İstibdat’ ve Patrisyen Antifaşizm” başlıklı yazısı üzerine yaptığım eleştirel değerlendirmeler “György Lukács, Rasyonalist Miras, İrrasyonalizm Eleştirileri ve Sınıf Politikası” başlığıyla baslangicdergi.org sayfalarında yayınlanmıştı. Benlisoy, sözkonusu yazıya verdiği yanıtta Lukács’ın 1920’lerin sonrasından itibaren geliştirdiği entelektüel ve politik konumlanışlar üzerine yapmış olduğu tespitleri genişleterek verimli bir tartışmanın unsurlarını ortaya koydu. Tartışma dar anlamda Lukács’ın düşünceleri üzerine cereyan etmiyor; sınıf politikası ve sosyalist strateji üzerine önemli konu başlıkları içeriyor. “Cevaba cevaba cevap” niteliği taşıyan bu yazıda bir yandan Lukács’ın düşünceleri hakkında yapılan tartışma devam ettirilecek, diğer yandan da bundan hareketle günümüz Türkiye sosyalist hareketine ilişkin değinilerde bulunulacak.
Tartışmanın önceki safhalarında Foti’nin Lukács üzerine yaptığı değerlendirmelere katılmasam da bu değerlendirmelerden hareketle günümüz Türkiyesi üzerine vardığı sonuçların önemli bir kısmında kendisiyle benzer fikirlere sahip olduğumu belirtmem gerekiyor. Bu noktadan itibaren bu tartışmanın Lukács üzerine bir “alıntılar savaşı” halini almasındansa Türkiye sosyalist hareketine ilişkin bir sorgulamanın temellerini oluşturmasını temenni ediyorum. Bu doğrultuda, bu kısa yazıda “taktik ve strateji”, “özne nesne” ve “burjuvazinin ilericiliği” başlıkları üzerinden Lukács ve sosyalist harekete ilişkin değinilere yer verilecek ve daha önceki dönemlerde sosyalist solun temel tartışma konuları olan bu konuların yeniden gündeme getirilmesinin gerekliliğinin altı çizilecek.
Taktik ve Strateji Meseleleri
Foti Benlisoy, Lukács’ın çalışmalarının hangi siyasal gerekliliklere yanıt olarak ortaya çıktığının incelenmesinin önemini vurguladıktan sonra düşünürün 1920’lerin sonundan sonraki tüm çalışmalarını 1928 tarihli “Blum Tezleri”nde ortaya koyduğu politik strateji görüşleri ile bağlantılı olarak inceliyor ve Lukács’ın bu dönemden sonra benimsediği rasyonalist ve realist düşüncenin Blum Tezleri’nden itibaren geliştirdiği burjuvazi ile ittifak kurma stratejisi ile birlikte şekillendiğini öne sürüyor.
“Blum Tezleri” metninin incelenmesi halinde, Lukács’ın burjuvazi ile proletarya arasında bir ittifak yapılmasını desteklemediği, Lenin’in İki Taktik’te (1905) geliştirdiği “işçi ve köylülerin devrimci ve demokratik diktatörlüğü” fikri üzerinden bir strateji geliştirilmesi gerektiğini söylediği açıkça görülecektir (Lukács, György ([1928] 1979). Düşünür Macaristan’da hem büyük toprak sahiplerinin, hem de burjuvazinin hakim sınıf konumunda olduğunu, dolayısıyla aralarında bir karşıtlık olamayacağını söylemiş, bu görüş daha sonra yapılan tartışmalarda da “Blum Tezleri”nin en önemli tespiti olarak ön plana çıkarılmıştır (Nemes vd., [1956] 1982: 171). Lukács’a göre Macar Komünist Partisi Macaristan’da demokrasi için mücadele eden tek partidir; bu nedenle herhangi bir burjuva partisiyle “demokrasi mücadelesi” gibi bir çerçeve içinden ittifak yapılması mümkün değildir. Lukács bu dönemde Macaristan işçi sınıfı ile organik bağlarını sürdüren Sosyal Demokrat parti ile de herhangi bir ittifakın mümkün olmadığını düşünmektedir (bu konuda daha ayrıntılı bir inceleme için bkz. Uslu, 2006: 199-202). Lukács’ın bu konudaki yaklaşımı (ve Lenin’in İki Taktik’te benimsediği aşamalı devrim stratejisi) elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir, ancak Macar düşünürün 1920’lerin sonundan itibaren tüm entelektüel ve politik kariyerini “Blum Tezleri”nde ortaya koyduğu varsayılan bir “burjuvazi ile ittifak” politikası üzerinden geliştirdiğini öne sürmek mümkün değildir.
Bu tartışmanın günümüzdeki önemi ne olabilir? Sol içinde 1990’ların ortalarına kadar halen yoğun bir şekilde yapılabilen strateji tartışmaları günümüzde neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumdadır. Kimi sosyalist partiler ve örgütler program metinlerinde bu konudaki görüşlerini belirgin olarak ortaya koymaya devam etseler de politik strateji konusu günümüz tartışmalarından bütünüyle soyutlanmış durumdadır. Pek çok örgütlü ya da örgütsüz sosyalistin “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” ve ilişkili sloganları dönemsel, konjonktürel bir mücadelenin unsurları olarak görmemekte, tüm politik enerjilerini dönemsel-konjonktürel bir çatışmanın üzerinden kurmaktadırlar. “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” sloganını kendi “hürriyet” tanımını yapmaksızın merkeze koyan bir siyasal hattın, siyasal iktidarın keyfiliğini sınırlamayı merkeze koyan erken XIX. yüzyıl liberalizminden neredeyse hiçbir farkı yoktur. Sosyalist devrim, aşamalı devrim ve benzeri konuların tartışılmadığı bir sosyalist hareket, 1960’ların Türkiye’sinin milli demokratik devrim – sosyalist devrim tartışmalarının, 1928’in Lukács’ının, hatta 1900’lerin başının Kautsky’sinin bile fersah fersah gerisine düşmeye mahkûmdur.
Özne ve Nesne: İkinci Enternasyonal Marksizminin Berisi ve Ötesi
Lukács’ın 1920’lerin sonundan itibaren Tarih ve Sınıf Bilinci kitabını ve diğer gençlik eserlerini reddetmesi, Foti Benlisoy’a göre, düşünürün “yenilgi döneminde ‘tarihin bizim safımızda olduğuna dair uzun vadeli tesellinin mekanik determinizmine sığın[ması]” anlamına gelmektedir. Oysa Lukács entelektüel ve politik kariyerinin hiçbir döneminde mekanik determinizmi benimsememiştir. Lukács’ın 1920’lerden sonraki düşüncesi mekanik bir determinizmin mutlak reddiyesi üzerine kuruludur. Nikolay Bukharin’in teknolojik determinizmini ve Avram Deborin’in Plekhanovcu diyalektik anlayışını reddettiği 1925 yılında da, Stalin ve Sovyet Marksistlerinin aristokrat bir düşünür olmakla eleştirip reddettiği Hegel’i savunarak diyalektik yorumunu geliştirmeye devam ettiği 1930’lu yıllarda da, Sovyet Marksizminin ekonomik determinizmini açıkça eleştirdiği II. Dünya Savaşı sonrası dönemde de mekanik determinizmi reddetmiştir. Brecht ile tartışma yaptığı 1930’lu yıllarda 1848 sonrası dönemde burjuvazinin işçi sınıfına karşı saldırı başlatmasına paralel olarak çelişkili bir gelişme süreci olduğu fikrine dayalı olan Hegel diyalektiğinden vazgeçildiğini, bunun sonucunda tarihin ebedi yasalarca yönlendirilen, çelişkisiz bir gelişme seyri izleyen doğal bir süreç olarak kabul edildiğini belirtir (Lukács, [1937] 2010). Bu tespitlerin Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki İkinci Enternasyonal reddiyesinden hiçbir farkı yoktur; 1920’lerin sonunda Lukács’ın düşüncesinin girdiği yönelim elbette eleştirilebilir, ancak bunun gençlik dönemindeki devrimciliğiyle mutlak anlamda bir kopuş ya da (Foti Benlisoy’un nitelemesiyle) bir “düşüş” olduğunu yönündeki iddiaların herhangi bir temeli yoktur; Lukács Hegel felsefesinde özne-nesne diyalektiğini ve bütünlük kategorisini görmeye tüm entelektüel kariyeri boyunca devam etmiştir. Tarih ve Sınıf Bilinci’ni reddettiği dönemde bu kitabı yazdığı dönemdeki konumlanışını “aşırı öznelci” olarak nitelendirir: Ona göre sözkonusu kitapta devrimin bir “bilinç sıçraması” ile gerçekleşeceğini düşünmesi idealist bir yönelime işaret eder. Ancak ona göre “aşırı öznelciliği” reddetmenin yolu mekanik-determinist bir yöntem geliştirmekten değil, özne-nesne diyalektiğini daha sağlıklı bir şekilde kurmaktan geçer.
Özne-nesne diyalektiğinin günümüz için önemi nedir? Türkiye’de örgütlü ya da örgütsüz sosyalistlerin önemli bir kısmı güncel politikayı denetleyemedikleri ve hiçbir şekilde müdahale edemedikleri bir alan olarak görmekte, toplumsal ve iktisadi formasyonun geçirdiği ve geçirmekte olduğu dönüşümleri adeta “dışarıdan” gözlemlemekte, bu anlamda nesnel gerçekliği nüfuz edilemez ve dönüştürülemez bir gerçeklik olarak algılamaktadır. Bu, gerçeklikle bir tür “uzlaşma” anlamına da gelmektedir, çünkü gerçekliğin tam anlamıyla dönüştürülemeyeceği zımnen (kimi durumlarda alenen) kabul edilmektedir. Bu gerçekliğin kimi unsurlarını reddeden sporadik tepkiler ise herhangi bir bütünsel dönüşüm perspektifine yerleştirilmeksizin nesnelliğe karşı çıkışın başlıca bileşenleri olarak görülmektedir. Bahsedilen tepkiler bireysel nitelikte karşı koyuşlar (örneğin bir kişinin attığı tweet veya bireysel bir deklarasyon) olabildiği gibi, kitlesel nitelikte (örneğin Gezi isyanı gibi) isyan hareketleri de olabilmektedir. Her durumda bu tepkilerin ortaya konuşu üzerinden dolaysız bir “direniş” yüceltmesi yapılmakta, bahsedilen tepkiler tekil olarak yüceltilmekte, buradan anlık ya da konjonktürel bir umut yeşertilmektedir; sözkonusu tepkinin ortadan kalkması ya da bastırılması yerini hızla umutsuzluğa bırakmasına ya da umudun yeni bir tepki beklentisine indirgenmesine neden olmaktadır. Bu yazının yazıldığı sıralarda Birgün’de çıkan “90 Kuşağının ‘Hayır’ Kampanyası Sosyal Medyada Gündem Oldu” başlıklı haberden örnek vermek gerekirse, 2017 başkanlık referandumunda “Hayır” kampanyasında üretilen yaratıcı sloganlar sosyalist çevrelerde haklı olarak bir heyecana kaynaklık edebilmektedir. Ancak bu yaratıcılığı bütüncül bir perspektife kanalize etmenin ve “Hayır”ın sosyalist bir strateji için nasıl bir uğrak teşkil ettiğinin tartışılmasına gerek bile duyulmaması ciddi bir sorundur. Bütün bunlar elbette var olan tepkilerin ve isyan hareketlerinin küçümsenmesi anlamına gelmiyor, sözkonusu tepkilerin potansiyellerini dolaysız bir şekilde ortaya kondukları takdirde değil, bütüncül bir mücadele perspektifi içine kanalize edildikleri takdirde fiiliyata geçebileceklerini ve gerçek önemlerinin bu şekilde teslim edilebileceği anlamına geliyor. Özetlemek gerekirse, kendiliğinden tepkilerin değeri sadece heyecan verici olmalarından kaynaklanmıyor, bütünsel bir dönüşüm perspektifinin parçası olma potansiyelini içlerinde taşımalarından kaynaklanıyor.
Foti Benlisoy, yazısında “akıl kadar mit ve ritüelleri de ihtiva eden bir siyasete ihtiyacımız var” diye yazmakta, “bizzat ezilenlerin maddi gerçekliğine dayanan daha büyük, daha kahramanca, aşağıdakilerin özgücünü açığa çıkartan bir ‘mite’ ihtiyacımız olduğunu belirtmektedir. Burada Foti ile anlaşamadığımız konu, “akıl kadar” ifadesinde düğümleniyor. Türkiye sosyalist hareketi geçmişte olduğu gibi günümüzde de “mit”lerden hiç yoksun değildir, kendi mitlerini üretebilmekte, hatta yukarıdaki satırlarda da belirtildiği gibi belirli tepki ve hareketleri söyleminin merkezine koyarak bu mit ve ritüelleri daha da zenginleştirmektedir. Ancak bu mitlerin rasyonaliteyi ikame etmesi, sosyalist hareketi en iyi ihtimalle bir romantik antikapitalist tepki hareketine, en kötü ihtimalle de Georges Sorel’in 1900’lerin başında benimsediği siyasal hatta itmeye yarar. Rasyonalizm muhalefetin “uluslararası ilişkilerin ya da piyasa ekonomisinin ‘gerçeklerini’” ortaya koyan bir muhalefet yapmaktan da ibaret değildir, varolan irrasyonel ya da rasyonel tekil tepkileri bütüncül bir tarihsel ve güncel çözümleme ve bütüncül bir gelecek perspektifi üzerinden bir politik-toplumsal mücadele hareketine dönüştürme çabasıdır. “Büyük Türkiye” gibi mitlerin karşısına yeni mitler koymaya çalışmakla yetinmek, muktedirlerin ve hakim sınıfın açtığı alanla sınırlı bir muhalefet yapmak anlamına gelmektedir. Bu mitlerin genel bir mücadele perspektifi içinde mobilize edilmesi (ki burada “rasyonalizm”den bu anlaşılmaktadır) bu alanın dışına çıkan bir muhalefeti mümkün kılar, Foti Benlisoy’un bahsettiği “ezilenlerin maddi gerçekliğine dayanan” mitler de ancak böyle bir perspektif içinde oluşur.
Foti Benlisoy’un “sınıfsal içeriği muğlak kültürel blokları değil, sınıf tarafgirliğini esas almak” gerekliliğine dair satırlarına katılmamak mümkün değil. “Ezilenleri bir sınıf olarak davranamaz, eyleyemez kılan” politikaların dışına çıkmanın yolu da günümüzün yaygın ideolojik söylemi olan popülizmin halk/seçkinler ve biz/onlar ayrımını tersine çevirerek benimsemek ve sağ popülizmin karşısına bir tür sol popülizm çıkarmakla değil, gerçek anlamda bir sınıf politikası yapmakla mümkün olabilir. Günümüzde sosyalist solda hakim sınıf ve sömürülen sınıflar arasındaki ayrımların gerçek bir ilgi uyandırmaktan uzak olması, bu konuda yapılan kapsamlı akademik çalışmaların güncel politikayla bağlantısının kurulmaması, beyaz yakalıların halen burjuva sanılması ya da en iyi ihtimalle “orta sınıf” gibi muğlak bir kategoriye hapsedilmesi, “esnaf”, “köylü”, “göçmen” gibi adlandırmaların sınıf içeriğinden bağımsız, kültüralist ya da ampirik referanslarla sınırlı kalınarak yapılması gibi sorunlar da sınıf politikası oluşturma konusunda önemli eksikliklere işaret etmektedir.
Burjuvazinin İlericiliği ve Gericiliği
Foti Benlisoy Lukács’ın 1920’lerin ortasından itibaren Stalinci itikatla ve gerçeklikle uzlaştığını, “ılımlı” bir pozisyona geçtiğini belirtmektedir. Kendisinin bu konuda referans gösterdiği Michael Löwy’nin Lukács’ın gençlik eserlerini değerlendirirken gayet özenli davranırken genç Lukács – olgun Lukács karşılaştırması gündeme geldiğinde düşünürün tüm entelektüel kariyerini ütopyacılık/gerçekçilik arasında bir ayrışmaya indirgeyerek basitleştirici bir değerlendirmede bulunduğu konusunda daha önce bir tespitte bulunmuştum (Uslu, 2006: 196). Lukács’ın gerçekçilik anlayışını ve bu anlayışta burjuvazinin nasıl konumlandırıldığını görmek için düşünürün kendi eserlerine başvurmak gerekiyor. Lukács’a göre gerçekçi yazar ve filozoflar burjuva toplumunun yabancılaşmış gerçekliğini tüm karmaşıklığı içinde yansıttıkları için önem taşımaktadırlar; başka bir deyişle XIX. yüzyıl ortalarına kadar eser veren gerçekçi düşünür ve yazarların önemi içinde yaşadıkları topluma ve onun barındırdığı çelişkilere “içeriden” bir eleştiri getirmelerinde yatmaktadır (Lukács, [1948b] 1981: 383-384). Lukács Marx ve Engels’in 1848 devrimleri üzerine çözümlemelerindne hareketle 1848’i takiben burjuvazinin tüm devrimci niteliklerini kaybettiğini ve gerici bir sınıf haline geldiğini, bir “uzlaşma ideolojisi” olan liberalizmi benimsediklerini söyler (Lukács, [1937] 2010), bu tarihten sonra Tolstoy gibi yazarlar gerçekçiliğin esaslarını uygulamaya devam etmiş ve böylece XIX. yüzyılın “büyük gerçekçiliğini” yaşatabilmişlerdir. Düşünürün Brecht ile tartışmalarını yaptığı dönemlerde kaleme aldığı Tarihsel Roman başlıklı 1937 tarihli incelemesi bu konuda kapsamlı çözümlemeler içerir: Burjuvazinin siyasi alanda ilericiliği terk etmesi, felsefe, tarih gibi alanlarda da ilerleme fikrini terk etmesini beraberinde getirmiştir ve tarihi olayların “yukarıda”, halk kitlelerinden uzakta şekillendirildiği yönündeki fikrin romanlarda ve başka eserlerde yansıtılmasına neden olmuştur; bu yönelişin amacı halk kitlelerinin tarihte rol oynayan temel aktörler olduğu gerçeğini yadsımaktır (Lukács, [1937a] 2000: 232). Foti Benlisoy’un sözünü ettiği bir diğer kitap olan Genç Hegel (1948) incelendiğinde Lukács’ın Hegel’i 1700’lerin sonundan itibaren burjuva toplumunu tarihin en gelişmiş aşaması olarak değerlendirdiği için burjuva toplumunu aşma perspektifini reddettiği ve böylece gerçeklikle uzlaştığı için eleştirdiği görülür (Lukács, [1948a] 1981a: 291). Örnekler çoğaltılabilir; burada son olarak Foti Benlisoy’un yazısında andığı bir diğer çalışmaya, Lukács’ın Thomas Mann’ı konu alan “Burjuvanın Arayışında” başlıklı 1948 tarihli metnine değinmek gerekiyor. Thomas Mann’ın edebiyat için önemini konu alan bu makalenin başlığı bile düşünürün burjuvaziyi kendi gerçekçilik anlayışı içinde nasıl konumlandırdığı hakkında bir ipucu verir. Lukács’a göre, burjuva gerçekçi akımının geç dönemdeki temsilcilerinden biri olan Thomas Mann, eserlerinde ideal bir burjuvazi arayışındadır, ancak aradığı gibi bir burjuvayı bulması burjuvazinin 1848 sonrasında girdiği gerici yönelim nedeniyle imkânsızdır (Lukács, [1948a] 1976: 49). Onun aradığı “burjuva”/yurttaş ve demokrasi ancak sosyalizm ile gerçekliğe kavuşacaktır; Almanya’nın işçileriyle ile güçlerini birleştirmesi gereken ve bunu yaparken Lessing – Goethe – Hölderlin – Büchner – Heine – Marx çizgisini takip etmelerini salık verdiği “burjuva”lardan bahsederken (Lukács, [1948a] 1976: 50-51) de gerici olarak nitelediği Alman burjuvazisinin bütününe değil, Mann gibi eski dönemlerin burjuva değerlerinin arayışında olan “burjuva”lara çağrı yapar.
Lukács’ın burjuvazi üzerine değerlendirmelerinin güncel sosyalist politika için önemine değinmek gerekiyor. Lukács’ın 1920’lerin sonundan itibaren benimsediği görüşlerin sınıf uzlaşmacılığı ile itham edilmesi bir haksızlık olsa da, düşünürün 1848 öncesindeki burjuva geleneği değerlendirme şekillerinin çok sayıda eleştirilecek yönü bulunmaktadır. Lukács 1848 öncesi burjuva sınıfına ilericilik atfederek pek çok tarihçinin ve düşünürün ortaklaştığı bir görüşü tekrarlamaktadır. Bu görüşü benimseyen yazarlar demokrasi, laiklik, dünyevileşme, haklar ve özgürlükler gibi pek çok alandaki gelişme ve ilerlemeleri burjuva devrimlerinin (en azından 1848 öncesi burjuva devrimlerinin) kazanımları olarak ele almakta, dolayısıyla burjuvaziye (ve onunla doğrudan ilişkili olduğu kabul edilen kapitalist üretim tarzına) ilerici bir nitelik atfedilmektedir. Bunun güncel Türkiye politikasındaki izdüşümü, demokrasi ve laiklik gibi konularda bir yandan XVI. yüzyıl başından itibaren eser veren bir dizi Avrupa düşünürüne ve onların ilişkili oldukları akım ve dönemlere (hümanizm, Rönesans, Reform, Aydınlanma) mutlak bir “ilericilik” atfedilmesine, diğer yandan da erken dönem Türkiye Cumhuriyeti üzerinden bir Aydınlanmacılık miti geliştirilmesine yol açmaktadır. Bu görüşün yakın dönemde tarih yazımına yapılan katkılar ışığında eleştirilmesi gerekiyor. Hümanizm, Rönesans, Reform ve Aydınlanma birbirlerinden farklı akımlardır, her birinin kapitalizmle ve burjuvazi ile ilişkilenmesi farklı şekillerde olmuştur ve hiçbirinin basit birer anlamda “burjuva ideolojisi” veya “kapitalizmin sonucu” olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Bunun da ötesinde, kapitalizmin ya da burjuvazinin demokrasiyi, laikliği, özgürlük ve eşitliği geliştirdiğine ya da onların gelişimine zemin hazırladığına dair değerlendirmelere de kuşkuyla yaklaşmak gerekiyor. Burjuvazinin adeta “doğası gereği” özgürlüğün taşıyıcı olan bir sınıf olarak değerlendirilmesi XIX. yüzyılda Fransa’da François Guizot’nun, Britanya’da ise Whig tarihçilerin geliştirdiği bir anlayıştır ve bu anlayış günümüzde gerek Marksist, gerekse Marksist olmayan kimi tarihçiler tarafından eleştirilmektedir. Demokrasi, laiklik, özgürlük ve eşitlik gibi konulardaki gelişmeler burjuvazinin ilericiliğinin ve devrimci faaliyetlerinin sonucu olarak değil, sömürülen ve ezilenlerin taleplerini ortaya koyduğu mücadelelerin doğrudan ya da dolaylı sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Genel oy hakkının tüm dünyada XIX. yüzyıl sonundan itibaren yaygınlaşmasını işçi hareketinden, kadın hakları konusunda kaydedilen gelişmelerin kadın hareketinden, laiklik konusunda kaydedilen gelişmelerin ise dinsel inanç temelinde baskıya uğrayan kitlelerin mücadelelerinden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Dolayısıyla günümüzde laiklik, hak ve özgürlükler, eşitlik ya da demokrasi savunusu yapmanın yolu bunları tarihte bir dönemde “bahşettiği” varsayılan burjuvaziyi ya da onun temsilcisi olan politikacıları yüceltmekten değil, bunları sömürülen ve ezilenlerin talepleriyle şekillenen bir hak mücadelesinin sonucu olarak değerlendirmekten geçmektedir.
Sonuç
Foti Benlisoy’un 2017 başkanlık tartışmaları bağlamında yaygınlaşan istibdat karşıtı söylemi eleştirerek eski statükonun, “normalin” savunusundan vazgeçilmesi için yaptığı çağrı büyük bir önem taşıyor. Ancak eski statüko yerine sömürülenlerin ve ezilenlerin gücünü vurgulayan bir politika geliştirmenin yolu aşağıdakilerin özgücünü açığa çıkaran mitlerin ve ritüellerin önemini daha çok vurgulamaktan değil, sözkonusu mit ve ritüellerin bütünlüklü bir strateji içine yerleştirilmesinden geçmektedir. Bir taraftan aydınlanmacılık, kamuculuk, ilericilik gibi sınıfsal açıdan nötr (ya da ilerici bir burjuva geleneğinin bulunduğu varsayımına dayanan) kavramlara, diğer taraftan da “aşağıdakiler” ya da “halk” gibi sol popülizm ile ilişkilendirilebilecek olan kavramlara taktik olmanın ötesinde stratejik bir önem atfetmek bu konuda herhangi bir ilerleme getirmemektedir. Kapitalizmin romantik eleştirisi elbette kendi başına bir gericilik içermez, ancak Foti Benlisoy’un deyişiyle “dünyayı yeniden büyülemeye” soyunan bir sosyalist hattın mitler, ritüeller ve heyecanlar üretmekle kendini sınırlamaması ve bunu kapsamlı bir strateji içinde yapmasının önünde de bir engel yoktur. Belki de istidat karşıtlığını “patrisyen” olmayan, “plebyen”liğin muğlak çağrışımlarını da aşan, uluslararası ilişkilerin, piyasa ekonomisinin ya da sınıflı toplumun eleştirisini geçtiğimiz dönemlere göre çok daha keskin bir şekilde yapan, kendi gelecek perspektifinden (Ernst Bloch’a atıfta bulunursak “henüz olmamış olan”dan) bahsetme cüretini gösteren bir sosyalist siyasal hattın imkânları üzerine konuşmamızın zamanı gelmiştir.
(ATEŞ USLU – “BAŞLANGIÇ” - http://baslangicdergi.org/realizm-rasyonalizm-ve-strateji-sorunlari-ya-da-solda-eski-defterleri-acma-gerekliligi/)
Kaynaklar
Benlisoy, Foti (2017) “Patrisyen istibdat karşıtlığı ve “olgun” Lukács”, baslangicdergi.org/patrisyen-istibdat-karsitligi-ve-olgun-lukacs/, 10/03/2017, erişim tarihi: 11/03/2017.
Birgün (2017) “90 Kuşağının ‘Hayır’ Kampanyası Sosyal Medyada Gündem Oldu”, Birgün, 11/03/2017.
Lukács, György ([1928] 1979) “Thesenentwurf über die politische und wirtschaftliche Lage in Ungarn und über die Aufgaben der KMP”, Benseler, Frank (ed.) Demokratische Diktatur: Politische Aufsätze 1925-1929, Darmstadt: Neuwied, 139-197.
Lukács, György ([1937] 2010) Tarihsel Roman, çev. İsmail Doğan, İstanbul: Epos.
Lukács, György ([1948a] 1976) “Alla ricerca del borghese”, Thomas Mann e la tragedia dell’arte moderna, Milano: Feltrinelli.
Lukács, György ([1948b] 1981) Le jeune Hegel: Sur les rapports de la dialectique et de l’économie (Tome II), çev. Guy Haarscher & Robert Legros, Paris: Editions Gallimard.
Nemes, Dezső vd. ([1956] 1982) “Vita a Blum-tézisekről”, Lukács, György, Curriculum vitae, Budapest: Magvető, 171-226.
Uslu, Ateş (2006) Lukács: Marx’a Giden Yol, İstanbul: Chiviyazıları.