“Voltaire son derece zeki ve sivri dilli bir yazardı. Doğadaki türlere yönelik gözlemlerin, Büyük Varlık Zinciri’ne uymadığını tespit etmiştir. Onun korkusuz açıklamaları da esasen yeni bir ekol değildir; kendisinden önce gelen Descartes ve Leibniz gibi büyük düşünürlerden gücünü almaktadır. Bu yazarlar, daha korkusuz bir şekilde kiliseyi ve öğretilerini sorgulamaya başlamışlardır.”


Bilindiği üzere, her ne kadar Anaksimander gibi büyük Antik Yunan filozofları evrime dair öngörüler sunmuş olsa da, Plato ve ekolü bunu sonradan silip atmıştır. Anaksimander’in doğaya yönelik tespit ve öngörüleri öylesine güçlüdür ki, canlıların ilk olarak suda var olduğunu, sonradan karaya çıktıklarını bile ileri sürmüştür! Plato ve sonrasında öğrencisi Aristo ise bu “evrimsel” değişimi reddetmiştir. Değişen, farklılaşan, evrimleşen türler yerine, hiyerarşiye dayalı bir “Büyük Varlık Zinciri” geliştirmişlerdir. Belki de Antik Yunan’da yeşeren evrim görüşünü görmezden gelinmeyecek olsaydı, var oluşumuza yönelik geliştirdiğimiz bilimsel açıklamalar çok daha erken yükselişe geçecekti, kim bilir? Çünkü Plato’nun ekolünün felsefe ve erken bilim tarihinde yer etmesi, asırlar, hatta milenyumlar boyunca var oluşumuzu sorgulamamıza engel olmuştur.

Plato ve Aristo tarafından ortaya sürülen Büyük Varlık Zinciri görüşüne göre Tanrı, melekler, şeytanlar ve benzeri mitolojik varlıklar zincirin en üzerinde yer almaktadır. Bunlardan sonra ise insanlar gelmekteydi; ancak erkekler daha üstte, kadınlar ise daha alttaydı. Bu düşünüşü savunan filozofların insanlık tarihine yaptığı en büyük etkilerden birisi, insanın en üstün varlık olmadığı, bunun yerine onun üzerinde olduğu varsayılan mitolojik varlıkları hiyerarşiye dahil etmeleridir. Bu faydalarının bir uzantısı olarak bir zarar da verdiler: İnsanı, Dünya üzerindeki varlıkların en üstünü ilan ettiler. Bu zincirleme hiyerarşi fikri, bilimsel düşünüş ve gelişimin önündeki en büyük engellerden birisi olmuştur.

Zincirde, insanın altında hayvanlar yer almaktadır; ancak hayvanlar da birçok alt gruba bölünmüştür. Sırasıyla: memeliler, kuşlar, sürüngenler, amfibiler, balinalar, balıklar, ahtapotlar, ıstakozlar, salyangozlar, böcekler, deniz anası ve süngerler… Hatta bu kategorileri de daha alt kategorilere bölmüşlerdir. Hayvanlardan sonra ise, daha alt bir kademe olan bitkiler gelmektedir. Bitkiler, ağaçlar gibi yüksek bitkiler ve çalılar gibi düşük bitkiler olarak iki büyük kategoriye bölünmüştür. Ancak yine bu kategorilerin de birçok alt kategorisi bulunmaktaydı; örneğin meşe, diğer yüksek ağaçlardan daha üstün bir yere sahipti. Bitkilerin altında ise mineraller ve değersiz taşlar gelmektedir. Bu mineraller de, değerlerine göre hiyerarşide kendilerine yer bulmuştur. Bunları daha detaylı olarak “Evrenin Karanlığında Evrimin Işığında” başlıklı kitabımızda okuyabilirsiniz. Ancak anlayacağınız, Plato ve ekolü canlılığı bugün düşündüğümüz gibi bir “ağaç” figürü ile temsil etmek yerine, bir askerî hiyerarşi olarak düzenlemişlerdir.

Bu, felaket demekti. Çünkü bu düşünürlerin felsefe ve ondan doğacak olan bilim üzerindeki etkisi sebebiyle, Büyük Varlık Zinciri gibi tamamen hatalı ve bilim dışı olan bir düşünce de, tüm Dünya’ya ve insanlığın bilişsel gelişimine milenyumlar boyunca egemen olmuştur! Daha 18. yüzyıla gelindiğinde, yani Plato’nun ekolünden 22 asır (2 milenyum) kadar sonra, halen Büyük Varlık Zinciri, canlılığın ana hiyerarşisi olarak kabul edilmekteydi. Almanya’da Herder ve Goethe, bu fikri geliştirmeye çalıştılar. Bu ikili, “Naturphilosophie“, yani “Doğa Felsefecileri” isimli bir akımdan olan düşünürlerdir. Buna bağlı olarak, Büyük Varlık Zinciri’ne biraz daha fazla bilim katmaya çalışmışlardır. Onlara göre her canlının primitif bir planı bulunmaktadır. Bu primitif (ilkel) yapıya “arketip” ya da “Bauplan” demişlerdir. Her canlının yapısının, bu plandan geldiğini varsaymışlardır. Örneğin her bitki, “Urpflanze” denen basit bitki planından gelmektedir. Bu yapıda tek bir yaprak, tek bir kök, tek gövde bulunmaktadır. Diğer bitkiler, bu arketipin varyasyonları (çeşitleri) olarak doğmaktadır. Bu ikili ve ondan etkilenen diğer düşünürler, hayvanlarda için de benzer bir durum öngörmüşlerdir. Tüm hayvanların, “urfskeleton” adı verilen basit bir planın varyantları olduğunu düşünmüşlerdir. Bu düşünüş, Büyük Varlık Zinciri’ne göre biraz daha bilimsel olsa da, halen bu hatalı zincirin bir devamıdır!

Peki bunca yüzyıl boyunca bu fikre neden kimse karşı çıkmamıştır? Cevap iki kelimedir: Kilise korkusu! Hiç kimse, kiliseyi tatmin eden bu görüşe açıkça meydan okuyamıyordu. Çünkü bu düşünüş, toplumsal, sosyal ve politik hiyerarşiye destek oluyordu. Soame Jenyns, bunu 1757’de açıkça yazıyor:

“Evren, koca ve iyi düzenlenmiş bir aile gibidir. Yöneticiler ve uşaklar vardır. Hatta öyle ki evcil hayvanlar bile uygun bir itaat hiyerarşisi içerisindedir. Hepsi yerini bilir ve ona uygun davranır. Bu sayede herkes mutlu olur.”

Büyük deha Voltaire ise, işin üstünü örtme meraklısı değildi. Şöyle yazmıştır:

“Bu hiyerarşi, Papa’nın arkasından kardinallerin gelmesini onun arkasından başpiskopos ve piskoposların gelmesini, sonrasında vaizlerin, papazların, basit rahiplerin ve diyakozların gelmesini, ta ki zincir fransiskan rahiplerinde bitene kadar hiyerarşinin devam etmesini isteyenleri memnun etmektedir.”

Yani anlayacağınız, kilise korkusu, daha yeni yeni doğmakta olan bilime engel olmuştur!

Voltaire son derece zeki ve sivri dilli bir yazardı. Doğadaki türlere yönelik gözlemlerin, Büyük Varlık Zinciri’ne uymadığını tespit etmiştir. Onun korkusuz açıklamaları da esasen yeni bir ekol değildir; kendisinden önce gelen Descartes ve Leibniz gibi büyük düşünürlerden gücünü almaktadır. Bu yazarlar, daha korkusuz bir şekilde kiliseyi ve öğretilerini sorgulamaya başlamışlardır.

Kilisenin hoşuna giden düşünceye karşı çıkmak ve onlara yönelik korkuyu yenmek, bilimin önünü birdenbire açmaya başlamıştır. Öyle ki Leibniz, nihayetinde “kusursuz evren” görüşünü kırmayı başarmıştır. Tamamen olmasa da… Leibniz, hiçbir şeyin kusursuz olmadığını; ancak her şeyin kusursuzluğa doğru gidecek biçimde değiştiğini öngörmüştür. Yani bu; kusursuzluğa giden ama henüz kusursuz olmayan, sonsuz bir “evrimsel” süreç öngörmek demektir. Bunun, çağın düşünüşünde nasıl bir etkiye neden olduğunu hayal edebilirsiniz.

Gerçekten de, sonunda, Leibniz’in doğaya yönelik gözlemleri Büyük Varlık Zinciri’ne yönelik algıyı kökünden değiştirecekti. O, şöyle yazmıştı: “Doğa, sıçrama yapmaz!”

Dolayısıyla birbirinden bağımsız basamaklardan oluşan yaşam hiyerarşisi görüşü, birbirine dönüşen durmaksızın ilerleyen bir sürece değişti. Bu noktadan sonra sistematik biliminin önü açıldı. Bu da nihayetinde, birçok basamaktan sonra, Darwin’i ve Evrim Teorisi’ni doğuracaktı.

(ÇAĞRI MERT BAKIRCI – EVRİM AĞACI)
Daha yeni Daha eski