Bakkal, manav, yerli kim varsa onlardan alışveriş etmeye çabalıyoruz. Bazı ihtiyaçlar için yaşamımızı işgal eden marketlere gitmek zorunda kalıyoruz, canım sıkılıyor


1 Kuytu bir köşeye sığınıp okumalarımı yapmak niyetiyle, birbirinden güzel kılığa bürünüp göğe asılan Ay’a bakmayı dileyerek başlıyorum güne. Burası Türkiye, artık ayağını iyice Ortadoğu’ya basmış memleket. Her ne kadar karşı kıyı Ege ise de, dünya küçüldüğü için bu güzel yalnızlığı kucaklamak mümkün olmuyor. Bilişim olanakları geliştikçe mertlik bozuldu. Habire dürtülüp duruyoruz, bitmez tükenmez “son dakika”lar ruhumuzu öldürüyor. İnternet gazeteciliği denen belanın elinde oyuncak olduk, ucuz ama merak uyandıran başlıkların peşinde dolanıp duruyoruz. “Tık” alacaklar diye, bizi helak ediyorlar, aşk olsun!

Sabah geniş aile olarak oturuyoruz kahvaltıya. Yaşını almış dört kişi, bir genç, iki çocuk, bir de Dobi. Neşeli geçiyor sabahlar. Esasen kalabalık yorucudur, lâkin bu oyunu sevdik sanki. Songül hep elini çabuk tutuyor, biz sürekli mahcup oluyoruz… Saat dokuzda denize gidiyoruz Orhan Gökdemir’le, göğe bakınca 15 Temmuz yok mesela, G20 geride kalıyor… Günlük, sıradan sorunlara alıştık. Ben küçük bir kaza yaptım, geri geri giderken duran bir araca çarpmayı başardım. Herkes güldü, gırgıra alındım… Kafam doluydu dedim, kimse inanmadı…

Gerçek, bu yazdıklarım değil aslında. Aklımız hep memleket meselelerinde, oyunbozan olmamak için içimize atıyoruz her şeyi. Gazetecilik üstüne tartışıyoruz bazı zaman, sonra susuyoruz… Ara sıra “aykırı sorular” günlerini özlüyoruz…

Gökmen Karadağ gelecek onun sevinci var… Dostluğa kalkan kadehlerin tınısını seviyorum…

2 Bakkal, manav, yerli kim varsa onlardan alışveriş etmeye çabalıyoruz. Bazı ihtiyaçlar için yaşamımızı işgal eden marketlere gitmek zorunda kalıyoruz, canım sıkılıyor. Datça’nın göbeğinde koca bir Migros var. Migros açıldığına göre, betonlaşma arttı demektir. Para kazanamayacağı yere yatırım yapmaz holdingler… Sonun başlangıcı mı bu? Datça’mız elimizden alınıyor mu yoksa? Geçende berberde konuşurlarken kulak misafiri oldum. Datçalı yazık ki bu cennete sahip çıkmıyor. Zeytin, badem ağaçları yerini betondan çirkin yapılara bırakıyor. Bu tiksindirici görüntüyü gelişme sanıyorlar.

Bir de bu sene turist yok diye şikâyetçiler… Topraklarını satıyorlar, hızla parayı yiyip işsizliğe mahkûm oluyorlar sonra…

“Örgütlü olun toprağınıza sahip çıkın” dedim. Kolaycılık her yerde, hemen zengin olmak peşinde herkes…

Migros’a girdim, baktım hemen kapı önünde, sepetlerin içine yığılmış, dağınık; hıyar, soğan arasına sıkışmış kitaplar duruyor. Üstlerine bir etiket konmuş “Yüzde otuz indirim” yazılı. Hemen telefonun kamerasıyla görüntü aldım, sosyal medyada paylaştım. Pek ilgi gördü, yorumlar geldi. Öteden beri marketlerde kitap satışına gıcığım, ama bu kadar özensizini görmemiştim. Ertesi gün telefon çaldı. Bölge Müdürü aradı beni. Paylaşıma üzülmüş, ilk kez, kalabalıktan dolayı böyle bir özensizlik olduğunu söyledi ve insanların bu yolla kitaba kolay ulaştıklarını anlattı. Hatalarını düzelttiklerini ekledi. Bir ara kahve içeceğiz, sohbet edeceğiz beyefendiyle…

Düşündüm de, zerzevat içine sıkışan, bu herkesi kucaklayan kâğıt tomaları sahiden kitap mı? Kim seçiyor mesela hangi kitabın öne çıkacağını ve satılacağını? Dandik kişisel gelişimler, burç, büyü, yemek kitapları gırla… Din tacirlerinin yapıtları en önde, sıradan macera romanları falan… Hakikaten hıyardan daha değerli mi bunlar?

3 Sam Savage tanıdığım bir yazar değil. İstanbul’da evden çıkarken, son anda ince bir romanını ekledim okuyacaklarım arasına. “Firmin” bir fare. Onun öyküsü bu. Yaşama gözlerini bir kitapçıda açıyor Firmin. Beslenmek için kemirmeye başlıyor kitapları ve “Bir kitabın tadıyla edebi değeri arasında sanki önceden belirlenmiş bir benzerlik vardı. Okumaya değer olduğunu anlayabilmek için kitabın basılmış bölgesinden biraz yemem lazımdı. Kapak sayfasından yemeyi ve kitabın kalanına dokunmamayı öğrendim. ‘Yemesi güzelse, okuması da güzeldir benim sloganım oldu’ diyor.

Bazen okuma sıramın içine, beklenmedik biçimde sızar bir kitap. Firmin’i izledim, dinledim. Bir edebiyat yolculuğu yapıyor, serseri bir yazarın peşinden gidiyor, bir şehrin çehresinin değişimini aktarıyordu bana. Bazı romanlar hep vaatlerle doludur. Ne umdum bu romandan? İyi bir buluş, bir yanıyla fantastik kurgu, ama… Bu “ama” aklıma takılı kalınca, tuhaf bir eksiklik duygusu geliyor. Hani gıdım gıdım bir lezzet, bir an gelip şelale gibi akacağını sandığın bir su özlemi… Ama yok işte…

Firmin bir fare, kemirgen ve kitaplarla yaşıyor…

4 Her şeye karşın bir kitapçıda geçen hikâye beni içine alır. Firmin’in edebi saptamaları, gözlemleri, koca yıkıntı içinde yalnız kalan kitapçının hazin sonu, bir yazarın serserice savrulması, beklenmedik ölümü, ardında bıraktığı defterler çekici geldi. Kitaplarla kurduğum ilişkinin takıntılı olduğunu biliyorum elbet. Daha doğrusu kitap denen nesneyle olağan, sıradan bir ilişki kurmanın mümkün olmadığını biliyorum. Eğer tüm bir ev, yaşam kitaplarla dolu değilse, orada gerçek bir okurdan söz edemeyiz. Firmin’in okumaları, saptamaları bu yüzden ilginç. Bir de herkesin korktuğu, tuzak kurup, zehirlemek istediği bir hayvanı dost edinen yaşamın kıyısında duran yazar Jerry var… Jerry kitapların alınır satılır olmasından nefret ediyor. “Bir gün komünizm gelecek ve tüm kitaplarımı insanlara bedava vereceğim” diyor Jerry. Ömrü yetmiyor buna… Ölüme bir kapının ardından tanık oluyor Firmin. Dostunu son kez göremiyor ve diğer farelerin arasına dönmeyi de içine sindiremiyor. Yabancılaşıyor kendine… İnsan mı, fare mi o?

Bir yerde şöyle diyor Firmin:

“Kitapları yalayıp yutarken ilk başlarda ilkelce, odaklanmadan ve oburca davranmış –bana göre bir lokma Faulkner ve bir lokma Flaubert arasında hiçbir fark yoktu- ama zamanla ufak farklar olduğunu tatmaya da başlamıştım. İlk önce her kitabın farklı bir tadı olduğunu keşfettim –tatlı, acı, ekşi, tatlı acı, kokuşmuş, tuzlu, mayhoş. Aynı zamanda her tadın- ve zaman geçtikçe ve algılarım geliştikçe her sayfanın, her cümlenin ve her kelimenin ve- bir dolu imge ve sembol taşıdığını fark ettim. Zihnimde canlanan bu imgeler, hakkında hiçbir şey bilmediğim gerçek dünyaya aitti: Gökdelenler, limanlar, atlar, yamyamlar, çiçek açan bir ağaç, bozulmuş bir yatak, boğulmuş bir kadın, uçan bir çocuk, kesik bir baş, bağıran bir geri zekâlıya bakan ameleler, bir tren düdüğü, bir nehir, bir sal, bir huş ağacı ormanından süzülen güneş ışığı, çıplak bir kalçayı okşayan bir el, yağmur ormanının ortasındaki kulübe, ölen bir keşiş.

5 Gözlerimiz yollarda kalmıştı; bir yazar için, kitabını basılı görmek heyecan vericidir her daim. Ne denli deneyimli olursa olsun, kitabı eline aldığında tuhaf duygular arasında gezinir. Orhan Gökdemir’in “Aydınlanma Tarikatı” kargodan çıktı sonunda. Elimizdeki kitap ne uzun yolları aştı, ne zorlu dönemlerden geçti, kim bilir hangi karanlığı yardı da vardı evimize… Tekin Yayınevi iyi bir iş yaparak Orhan’ın külliyatını yayınlıyor. Dağınık kalmış kitapları, farklı yayınevlerinde, meraklı okurun hepsini bir araya getirmesi çaba gerektiriyor. Bazı yazarlar çok verimlidir, uzun ömürlüdür yazarlığı, bundandır ki farklı yayınevleriyle çalışmak zorunda kalır. Gün gelir, hepsi eli altında olsun ister, esasen ömrünü karşısında bir bina gibi görme arzusudur bu. Şaşar yazdıklarına…

Orhan; dinler tarihi, siyaset, hatta edebiyat dâhil çok konuda verimli. Kalemi aykırı, bunu seviyorum. Birlikte kitap yazdık, geliştirici oldu. İki yazarlı olmak güçtür. Bizim kitap güzel ve özgün bir örnek oldu “Cumhuriyet Senin İçin.” Gökmen Karadağ kitabımızı tavsiye derken: “Orhan’ın bölümleri okuyun, Enver’i atlasanız da olur” diyor. Daha Orhan’ın kitabın sevincini tam yaşamadan içinde benim yazımın da olduğu Yazılama’dan çıkan “Yeni Bir Aydınlanma İçin” de geldi.

Datça sabahımız kitaplarla aydınlandı…

Akşam kadehler aydınlık gelecek için kalktı…

6 Bizim gibi ülkelerde uzun vadeli plan yapmak imkânsızdır. Buna rağmen Tekin Yayınevi ile uzun bir yola koyulduk. Artık iki yayıncım var. Kendime Enis Batur’u örnek aldım. Türler arasında gezinen, çalışkan, verimli bir yazar, şair. Kimileri tepkili Batur’a. Ben okumayı seviyorum. Yazmayı yaşamının tam ortasına yerleştirmiş. Yazmak demek, buna uygun bir ritimde okumak anlamına gelir. Edebiyat dünyasının mafya ilişkilerini, dar çevrelere sıkışan çatışmalarına kulak asmadan ilerlemek gerek. Yakında yine patırtı kopar.

Şiirlerimi yayınlamayı düşünmüyordum doğrusu. Oysa edebiyata, daha on dokuz yaşımda şiirle başladım. İlk yayınlanan yapıtım şiir, Milliyet Sanat’ta. Kimseyle paylaşmam sanıyordum. Elif şiirleri okuyup “hadi gel bunu birlikte yapalım” deyince paniğe kapıldım. Başıma iş açtım ve kabul ettim. Bir yandan da aklımda Firmin. Acaba benim şiirleri yese tadını neye benzetirdi. İlk şiirleri buldum bir yandan…

On dokuz yaş ya…

ÖLÜM GERÇEĞİ
doğum ağlamalarının içinden çırçıplak melekler
rüzgarın sesleriyle güne ezan sesleri çöker
geceleri toplar göğün mavisinden kuşlar
bizim bıraktığımız ilk şiirleri
geçer gün çalınmış yaşanmışlık
parkta yalnız ağaç yapraklarını döker
dost el koluna girmiş
yeni sevdalara soyundurur bilinçsiz
girdabında gün
kefen başlık giyer
kuşlar tanıdık birilerine
söyler aynı şiirleri
uzaklarda donuk kalır ilk dokunuş
duyulur tenin sıcaklığı çok eskilerden
düş kırıklığıyla hazırlanır bavul
uyanır ölüm rengi gece
kuşlar oradadır, göğün bittiği yerde
toplarlar dizleri art arda koyup
bizim şiirlerimizdir onlar
usulca kondurulmuş öpücük
gizlice bir akşamüstü

7 Kuytu bir köşe bulmak zor… 15 Temmuz ‘etkinlikleri’ başlamış İstanbul’da. İnsanlara her tür eziyet edildi. İki dinci grup arasında hesaplaşma ağır bedel ödetti hepimize. Burada sala işitilmiyor, cır cır böceklerimiz koruyor bizi. Talihliyiz. Yüksek sesle bizi irkilten kimse yok… Kendi dünyamızı kurduk bu depremin sonlanmasını bekliyoruz. İki üç günde diner umarım… Eğer biri çok bağırıyorsa mutlaka suçu vardır…

Elimizde ‘aydınlanma’ kitaplarımız, Dionysos’a sığındık, ona kaldırıyoruz kadehlerimizi. Göğe bakınca dokunacağımızı sandığımız yıldızları görüyoruz. Bolca andık Cevat Şakir’i… Güzel günler göreceğiz, yakında gelecek ikiz bebek müjdesi aldık bir dostumuzdan, onlar için direneceğiz. Dobi’ye baktım bayağı horultulu uyuyor. uyuyor. (ENVER AYSEVER – BİRGÜN)
Daha yeni Daha eski