30 Ağustos 1922'de Mustafa Kemal'in başkomutanlığında başlatılan Büyük Taarruz'un en kritik adımı olan Dumlupınar Meydan Muha...
30 Ağustos 1922'de Mustafa Kemal'in başkomutanlığında
başlatılan Büyük Taarruz'un en kritik adımı olan Dumlupınar Meydan
Muharebesi'nide elde edilen zaferin 95'inci yıl dönümü kutlanıyor.
95 yıl önce bugün emperyalizmi ve işbirlikçilerini Andolu
topraklarından silip atan Büyük Zafer'i, komünist şair Nazım Hikmet'in 30
Ağustos 1961'de Budapeşte’deki Bizim Radyo’da Spiker Togay Benderli'ye yaptığı
konuşma ve Kurtuluş Savaşı Destanı'ndan okuduğu dizelerle kutluyoruz.
"30 AĞUSTOS'TA İLK DEFA EMPERYALİZME KARŞI MUZAFFER
OLABİLMENİN YOLUNU GÖSTERDİK"
Spiker: Bugün 30 Ağustos. Sizin ve dolayısıyla Türkiye
halkının en büyük bayramlarından biri. Bu münasebetle hem size, hem bütün
Türkiye halkını candan tebrik ederim. Acaba bize bu münasebetle bir şeyler
söyler misiniz?
Nazım Hikmet: Evvela tebrikinize teşekkür ederim. Cidden, 30
Ağustos bizim Türklerin en büyük bayramlarından biri ve zannediyorum ki yalnız
bizim değil; insanlığın bayramlarından biri. Çünkü 30 Ağustos’ta ilk defa biz
Türkler insanlığa, sömürgeciliğe karşı ve emperyalizme karşı muzaffer
olabilmenin yollarından birini gösterdik. Bu da sömürgeciliğe karşı silah elde
çarpışmakla olur.
Ve sömürgeciliğin her şeye rağmen yıkılmaya mahkum olduğunu
gösteren milletlerden biri de benim milletimdir. Bunun için cidden bu bayram
büyük bayramdır. Ve bir daha tekrar ediyorum: Yalnız Türk milletinin bayramı
değil, insanlığın da bayramlarından biridir.
Ben, yalnız izin verirseniz bu bayram günü benim "Milli
Kurtuluş Destanı" ismindeki şiirimden kısa bir parçayı okumak istiyorum.
Zannederim bu şiirden size muhtelif parçalar okumuştum zaten. Şimdi kısa bir
parçayı okumak istiyorum. Büyük Taarruz’a takaddüm eden son saatleri, en son
dakikaları okumak istiyorum.
"Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın, daha küçük kaldığı için ve bu vakitlerde
topraktan
ve yürekten evimize, aşkımıza ve kendimize dair sesler
geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıklan gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler
yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde ve şayak kalpaklı
nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçücük
bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı’ında değirmenlieri çevirip ve kılçıksız
yılan balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları bir,
bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde Altıgözler köprüsünün altından
gündoğuya dönerek ve Konya tren hattına rastlayıp
yolda Büyükçobanlar köyünü solda ve Kızılkilise'yi sağda
bırakıp, gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam kaynakları ve
yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük, ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız, Yunan'dan önce
ve Seferberlik'ten evvel Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık
ederken
Manisa'da geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak
kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere
inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: 'Üç', dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz
yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı
söyleyen. Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı tezkere alıp Urfa'ya
girdiği akşam.
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu
mahkemeye verdiler ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete
kalktığı için
ona 'Deli Erzurumlu' derdiler. Yedinci Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle
vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.
Saat: 4
Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin
adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun
büküp
el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır. Ve yenilseler de, yenseler
de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat: 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü. Ve sarkık, siyah bıyıklı
süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü. Karşı dağlar ardında,
düşman elinde kalan bir başka horoz vardır:
Baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak sökecek.
'Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde.
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti ve onların
genci,
uzunu, Darülmuallimin mezunu Nureddin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:
Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam, Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın 'Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın.
'Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
'Kim bilir belki yarın...'
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzimi Hasan'ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük.
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü
ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
Saat kaç?
Beş.
Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle ve vatan uğrunda, yani, toprak ve hürriyet
için
ölebilmek kabiliyetleriyle Birinci ve ikinci Ordu'lar
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, beygirinin yanında
duran sarkık,
siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nureddin Eşfak baktı saatına:
Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz..."