“Cihat mı? Elbette ki o da “zamanın ruhu”nu temsil
etmektedir. Kifayetsizliğin ve vasıfsızlığın ödüllendirildiği ve asla
karşılıksız bırakılmadığı bir ütopya olarak yeni Türkiye’de tek vasfı şoförlük
olan bir zat milletvekili olabilmiştir, yetmemiş Meclis Milli Eğitim Komisyonu
üyesi yapılabilmiştir ve cehaletin olanca cüretiyle ve köy değneksiz gezmeye
son derece müsait olduğundan, olanca pervasızlığıyla şöyle diyebilmektedir:
“Namaz dinin direğiyse, cihat çadırdır. Direksiz çadır bir işe yaramaz. Cihat
bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin faydası yok.” Zamanın ruhu işte budur!”
Diyelim ki fizik alanında çalışan bir bilim insanı ya da
akademisyensiniz ve alanınızla ilgili bir makale yazıp çalıştığınız kurumun
dergisine teslim ettiniz. Bir süre sonra makalenizin yayımlanmayacağına dair
size bir geri bildirim yapıldı ve siz de bunun nedenini öğrenmek istediniz.
Dergi yönetimi size verdiği cevapta şöyle dedi: “Makalenizde yerçekiminden
fazla söz ettiğiniz için makalenizi yayımlamadık.”
“Böyle bir şey olabilir mi” diyecek olanlar hayli fazladır
ama oldu. Marmara Üniversitesi, By-pass ameliyatlarında bacak yerine koldan
alınan toplardamarların kullanılmasının daha iyi sonuçlar verdiğini, bunun da
gerisinde insan evrimine dair mekanizmaların bulunduğunu ortaya koyan bir
makaleyi “uygunsuz içerik” gerekçesiyle reddetti. Uygunsuz içerikle kastedilen
ise evrim teorisiydi ve dekan makale yazarına aynen şöyle demişti: “Evrim
teorisi ve evrimsel argüman çok fazla kullanılmış. Şimdi bunu yayınlarsak böyle
bir dönemde sıkıntı yaşarız.”
Evet, fizikle ilgili bir makaleyi “Yerçekiminden çok fazla söz
etmişsiniz” diyerek yayımlamamak neyse, bu makaleyi de “Evrimden çok fazla söz
etmişsiniz” diye yayımlamamak oydu ve oldu, çünkü burası yeni Türkiye’ydi. Söz
konusu yeni Türkiye olduğunda ve “zamanın ruhu” akla getirildiğinde böylesi bir
skandalın şaşırtıcı olmadığını bilmek gerekir. Çünkü üniversite yönetiminin bu
makaleyi yayımlamadığı Türkiye, evrim teorisinin müfredattan çıkarıldığı ve
bunun “Çocukların felsefi altyapısı evrimi anlamaya yeterli değil” denilerek
meşrulaştırıldığı bir Türkiye’dir. Çocukların felsefi altyapısı, tanrıyı,
şeytanı, cenneti, cehennemi, yani soyutluğun zirve noktası diyebileceğimiz
şeyleri anlamaya, hatta ve hatta cihat eğitimi almaya yeterlidir ama her ne
hikmetse, canlı yaşama dair yegâne bilimsel teori söz konusu olduğunda ortada
bir yetersizlik vardır.
Cihat mı? Elbette ki o da “zamanın ruhu”nu temsil
etmektedir. Kifayetsizliğin ve vasıfsızlığın ödüllendirildiği ve asla
karşılıksız bırakılmadığı bir ütopya olarak yeni Türkiye’de tek vasfı şoförlük
olan bir zat milletvekili olabilmiştir, yetmemiş Meclis Milli Eğitim Komisyonu
üyesi yapılabilmiştir ve cehaletin olanca cüretiyle ve köy değneksiz gezmeye
son derece müsait olduğundan, olanca pervasızlığıyla şöyle diyebilmektedir:
“Namaz dinin direğiyse, cihat çadırdır. Direksiz çadır bir işe yaramaz. Cihat
bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin faydası yok.” Zamanın ruhu işte budur!
Cihatçılık ve cihat kavramlarının neredeyse tüm dünyada
terörizmle eş anlamlı olarak kullanılmaya başlandığı bir zaman diliminde
müfredatına cihat eğitimini ekleyen yeni Türkiye, televizyonlarında
ilahiyatçıların deve sidiğinin şifalı olup olmadığını tartışıp birbirlerine
ikram ettikleri ve bunun gayet normalmiş gibi karşılandığı bir tımarhanedir.
Aynı tımarhanede yurt yönetmeliği değiştirilmekte ve öğrencilerin ya tek
kişilik ya da üçer, dörder, beşer kişilik odalarda kalabileceği
belirtilmektedir. İki kişinin yalnız kaldıklarında ahlaka aykırı birtakım
faaliyetlere girebilecekleri yönündeki paranoya, tımarhanenin yeni gündemidir.
Tımarhanede ahlaksızlık denildiğinde anlaşılan budur!
Yurtlarda kaç kişilik odalarda kalınabileceğini ahlaki
paranoyaları üzerinden belirlemeye çalışan aklın ve yaslandığı tabanın, 9
yaşındaki çocukların gidecek yerleri olmadığı için yatılı Kuran kurslarında
tecavüze uğramasına bir itirazı var mıdır peki? Elbette ki yoktur. Ensar’a
baktığında tecavüzleri, Aladağlar’a baktığında yanıp kül olan çocukları
görmeyecektir, bir kere bile “Batsın, yıkılsın bu ülke” demeyecektir ama
örneğin Bodrum’da deprem olduğunda bunun nedeninin fuhuş, zina ve alkolden
kaynaklanan ahlaki çöküntü olduğunu iddia edebilecektir. Yeni Türkiye’nin ideal
vatandaş tipi budur!
İktidarın yolu yoksulluğun idaresinden geçmektedir çünkü ve
bu nedenle yoksulların cahil kalması gerekmektedir. Süreklileşmiş cehalet için
ise dinden daha iyi bir araç yoktur. O yüzden düzen, o yüzden rejim, Ensar’a,
Aladağlar’a, tarikatlara, cemaatlere mecburdur. O yüzden Sakarya Valisi’ni
makamına tekbirler eşliğinde tarikat mensupları oturtmaktadır. O yüzden
“Cemaatle mücadele” bir palavradan ibarettir.
Cehaletin sürekliliği bir mecburiyettir, aksi halde altı
yedi ay önce “Hezimet” dediğiniz Lozan’dan bugün “Destan” diye söz ettiğinizde
birileri yüksek sesle “Nasıl yani” diyecektir, aksi halde altı yedi ay önce
Misak-ı Milli haritalarını açıp “Bizimdir” dediğiniz, tapusunun Abdülhamit’te
olduğunu söylediğiniz ve kurtarılma operasyonunda “hem sahada hem masada”
olacağınızı iddia ettiğiniz Musul için bugün “İmarına katkı yapabiliriz”
açıklamasını yaptığınızda birileri yüksek sesle “Ne oldu sizin şu Musul işi”
diyecektir.
Peki böyle nereye kadar gider? Cevap nettir, gitmez.
Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının yargılandığı 24 Temmuz sansürün kaldırıldığı
gündür, çünkü o günden bir gün önce mutlakıyete son veren 1908 devrimi
gerçeklemiştir ve yüz küsür yıl sonra yeniden “Kahrolsun istibdat, yaşasın
hürriyet” denmesi bir tesadüf değildir. Her şey her şeyle ilişkilidir, evrim
cihatla, cihat deve sidiğiyle, deve sidiği iki kişilik oda yasağıyla, iki
kişilik oda yasağı Ensar’la, yoksulluk cehaletle, hafıza teslim olmamakla,
zulüm direnişle, istibdat hürriyetle… Hiçbir şey tesadüf değildir ve her şey her
şeyle ilişkilidir, tam da bu yüzden, böyle gelmiş böyle gitmeyecektir! (FATİH
YAŞLI – BİRGÜN)