Ferman gerçeğinse, düşler bizimdir
Tevfik, Hüseyin, Mustafa, Erhan, Alp ve diğerleri için….


“E iyi ama sen böyle gözlerini gözlerime park edersen benim aklım başımdan gider, tek kelime edemem, hiç mi acıman yok senin”… Eda oralı bile olmadı. Karşısında yaklaşık yarım saatten beri dil döken genç çocuğu hiç dinlemiyordu. “Bırak şimdi bu tumturaklı lafları da sorduğuma cevap ver, her akşam, öyle koşa koşa hem de, nereye gidip duruyorsun”… Kızın sorusuna; “Sadece ben gitmiyorum ki, Hüseyin de benimle geliyor” diye karşılık verdi çocuk. “Hüseyin’den bana ne, ben sana soruyorum”… “Söylemesem olmaz mı Eda”… “Demek öyle, ‘söylemesem olmaz mı’… bana bak ya anlatırsın adam gibi, ya da bir daha yüzümü göremezsin”… Çocuk, kızın son cümlesini duyduğunda daha fazla direnmenin boşuna olacağını anlamıştı. “Tamam, dinle o zaman” diye başladı… “Hani bizim Tevfik var ya”… “Evet var, ne olmuş ona”… Çok sabırsızdı Eda. “Bi dinle yahu, anlat dedin, anlatıyorum işte”… diyerek hafiften diklendi çocuk. Eda sustu. “İşte bu bizim Tevfik, bi kıza tutulmuş. Yasemin diye bi kız. Ama güzel de bi kız haa, akça pakça, kvırcık saçlı, pırıl pırıl bi şey, bi görsen. Tevfik liseden beri işte bu kızın peşinde. Her Allah’ın günü kızın evinin önünden kaç defa geçip durur. Neredeyse iki sene oldu. Bıkmadan, usanmadan, gece, gündüz”… Eda dayanamayıp tekrar sözünü kesiverdi çocuğun. “Peki bunun senin çekip çekip gitmelerinle ne alakası var”… “Yahu dur, oraya geliyorum işte, amma sabırsızsın. Şimdi Tevfik böyle sürekli kızın mahallesinde voltalayıp duruyor ya, mahallenin çocukları da kıllanıyor haliyle. Bizimkini önce bi sorgu suale alıyorlar, yetmedi, ‘bi daha geçme bu mahalleden’ deyip tehdit ediyorlar. Tek gördüler ya, şekil yapıyorlar yani çocuğa. İşte bizim her gece Hüseyin’le beraber gitmemizin nedeni de bu tehdit. Sadece biz değil, Mustafa, Alp, Mert, Vedat, Erhan, Tevfik’in kardeşi Zafer… bazı geceler görsen sürüler halinde gidiyoruz kızın mahallesine. Kimse gıkını çıkaramıyor, Bu akşam yine gideceğiz mesela. İzni bitmek üzere çocuğun. Altı günü mü ne kalmış. Bu meseleyi halletmesi lazım, yoksa bildiğin enkaz olacak oğlan”… Eda deminden beri kendisine dil döküp duran genç çocuğun ne olursa olsun kesinlikle yalan söylemeyeceğini bildiği için rahatlamış, yüreğine bir serinlik, bir ferahlık hücum etmişti. Gülmeye başladı sonra. O gülünce çocuk bozuldu ve; “ne gülüyorsun, açıkta bi şey mi gördün” deyiverdi. Bu soru daha da güldürdü Eda’yı. Az önce içine dolan serinlik, çocuğun sorusuyla birlikte mavi bir keyifle el ele tutuşmuştu. “Hayır, henüz açıkta bi şey yok, ama öyle güzel anlatıyorsun ki, hoşuma gitti halin, ona gülüyorum, kabasın mabasın ama düzgün bi insansın sen” Çocuk utandı. Çok utandı. Her zaman böyle şeyler söylemezdi Eda. Söyleyince de çocuk hep utanırdı. Eda en çok da böyle anlarda keyiflenirdi. “Ne aşkmış ama” dedi sonra. Çocuk atıldı hemen; “sen ne diyorsun kızım, Gaziemir’den hafta sonları tüyerdi, sonra bu tüymeler hafta içine sarktı. Şimdi bu Diyarbakır’da görev yapıyor ya, bir seferinde kızı sadece iki saat görebilmek için tam iki gün yol tepti, iki gün… Gaziemir’deki askeri okuldan sürekli firar ettiği için gece sayımlarında, pencereden pencereye geçen arkadaşları yatarmış hep bunun yatağında, kaçtığı anlaşılmasın diye. Bir ara da mahallesinden iki komşu kadını yollamıştı kızın evine görücü diye. Her hafta, ama her hafta kıza mektuplar döşendi durdu. Okula gönderirmiş mektupları. Hatta mektuplardan biri kızın edebiyat öğretmeninin eline bile geçmiş. Çok şaşırmış öğretmen. Çok da hoşuna gitmiş. ‘Tanımak isterdim bu çocuğu’ falan demiş. Sonra bi gün, arkadaşlarının baskılarına dayanamayarak bi pastanede görüşmeyi kabul etmiş kız. Sana bi şey diyeyim mi, bu oğlan bu gidişle resmen kafayı yiyecek sonunda, yaz bu dediğimi bi kıyıya”

Eda hayretler içerisinde kalktı oturduğu taşlıktan. Sonra çocuğa dönüp “siz hepiniz delisiniz” dedi ve ekledi; “peki bir sonuç elde edebildi mi bari bu Tevfik?” “Ne gezer, kız bunu kabul etmiyor” diye cevapladı çocuk Eda’nın sorusunu. “Kimse kusura bakmasın ama, kızda da akıl yokmuş” dedi Eda, “sen bu kadar sevileceksin, bunca çabayı göreceksin ama hayır diyeceksin, bir daha böylesini bulabilecek mi ki bu kadar kasıyor”… Çocuk başını bilmiyorum anlamında iki yana salladı. “Ben eve gidiyorum, akşam görüşürüz” dedi Eda. Tam köşeyi dönecekken “adı Yasemin’di bu kızın değil mi” diye sordu. “Evet” dedi çocuk. “Hangi okula gidiyor peki”… “Kız Lisesi’ne”… "Hangi sınıf"... ".........." Eda evinin sokağına doğru yürüdü, gitti.

DÖRT GÜN SONRA… KIZ LİSESİ ÖNÜ… NİSAN 1982, İZMİR

Okul dağılalı epey olmuştu. Son birkaç öğrenci çıkıyordu ana kapıdan. Kapının tam karşısında epeydir bekleyen uzun boylu bir çocuk “şimdiye kadar çoktan çıkmış olmalıydı” diye mırıldanarak parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasından kallavi bir duman öbeğini daha doldurdu içine hırsla. Burada kaçıncı bekleyişi olduğunu düşündü bir an için ama bulamadı. Bugün okula mı gelmedi acaba diye geçirdi içinden. Hüzünlendi. Çok hüzünlendi. Ağladı, ağlayacaktı. Oracıkta, öylece ve hiç bir yere gitmek istemeden, böyle bir şeyi aklından bile geçirmeden bekliyordu. Çaresizce ve sadece bekliyordu. Havalar yaza dönmeye başlamıştı. İmbat kadife bir tül gibi yaladı asker traşlı ensesini. Gözleri dolmaya başlamıştı. “Ağlarsam rezil olurum millete” dedi kendi kendine. Elini cebine atıp mendil ararken bir el hafifçe omuzuna dokundu. Sonra “Tevfik” diyen bir ses. Sese döndü hemen. Ses durmuyor, bitmiyordu. “Beni o pastaneye bir daha götürsene”… "Yasemin" bile diyemedi çocuk. İzmir mavisi dedikleri galiba işte buydu!

HAYRİ GÜNEL

("ŞARKILARI OLAN HİKAYELER: 11, HAYAT BİR KURGUDUR ASLINDA")

Daha yeni Daha eski