Sendika.Org, Yüksel Direnişi’nin birinci yılına ilişkin olarak hazırladığı dosyada ilk olarak açlık grevinin 250. gününe yaklaşan Semih Özakça ile bir söyleşi gerekleştirdi. Aşağıda ilginize sunuyoruz. (GAZETE DEMOKRAT)


KHK’ler ile dalga dalga ihraçların yaşandığı günlerde Nuriye Gülmen, “İşimi geri istiyorum” yazılı bir dövizle çıktı Yüksel Caddesi’ne. Onun çaktığı kıvılcımı önce Semih Özakça, ardından yeni direnişçiler çoğalttı. Sendika.Org, Yüksel Direnişi’nin birinci yılına ilişkin dosyasında ilk olarak açlık grevinin 250. gününe yaklaşan Semih Özakça’nın kapısını çaldı.

Bir saati aşkın söyleşide Özakça, ihraçlarından tutuklanmalarına ve tahliyelerine uzanan hukuksuzlukları anlattı, zorla müdahalenin risklerine dikkat çekerek “Bunun altından kalkamazlar” dedi, “çocuklarım” dediği öğrencilerine geri dönme ve birlikte oyun oynama hayalini anlattı.

Özakça’nın çağrısı ise herkeseydi: “Bu direnişi ucundan bucağından tutan, destek olan, gönüldaş olan, gelmese de dillendirmese de içinde onu hisseden kişilerin artık bir adım daha atmasını bekliyorum. O adımı attığımızda direnişimiz kazanacak.”

Semih Hocam, son duruşmada tahliye oldun ama Nuriye Hoca halen tutuklu ve zorla müdahale tehdidi ile karşı karşıya. Nasıl yorumluyorsun bunu?

Öncelikle belirtmek gerekir ki iktidarlar hakların tamamını vermezler. Bir kazanımın, hakkın elde edilmesi, iktidarın sana altın tepsi ile sunduğu bir şey değildir. Benim serbest kalmam, bizim ve dışarıdaki direnişin bütünleşmesiyle iktidar üzerinde oluşan baskının sonucudur. Zira benim ile Nuriye Hoca arasında hiçbir hukuksal farklılık yok.

İkincisi; bunu iktidarın bir taktiği olarak değerlendirebiliriz. Direnişi parçalama ve gücünü kırma üzerine bir taktik diyebiliriz. Bizim üzerimizde işkence boyutunda baskı uygulaması denendi. İktidar açısından yapılacak çok bir alternatif kalmadı. Bu yolu denediler. Ben de tutuklu kalabilirdim bu mantıkla.

Üçüncüsü; Nuriye Hoca şu anda Numune Hastanesi’nde. Kesin nedenini bilmiyorum ancak onu denetim altında tutmak istemelerinin önemli bir nedeni, durumunun kötüleşmiş olduğunu görmeleri. Yani bir karar anında ona yapılabilecek bir zorla müdahale işkencesi için hazırlıklı olmak istemeleri. Benzer bir mantıkla bizim fotoğraf çektirip bunu dışarıya göndermemize de izin vermiyorlardı, “infial yaratır” gerekçesi ile. Kaldı ki bu da iktidarın ne kadar zorda olduğunun göstergesidir. Hapishane hastanesindeki doktorların, Nuriye’nin enerjisinin düşük olmasından dolayı tedirgin olduklarını da duymuştum.

Oysa Nuriye Hoca hapishanedeki doktorların raporu sonucunda değil, talimat sonucunda Numune Hastanesi’ne kaldırılmıştı.

Tabi ki. Biz oraya zor kullanılarak, işkence yapılarak, bedenlerimizde tahribatlar yaratılarak getirilmiştik. Benim kollarımda bacaklarımda morluklar oluşmuştu. Slogan atmamı engellemek için ağzımı kapamaya çalışırken bulaştırdıkları mikroplardan ağzımda yaralar oluşmuştu. Bu o kadar pervasız bir saldırıydı ki, savcı beni kaldırdıkları hastane odasına gelerek bununla ilgili soruşturma başlatmak istediğini söyledi ve ifademi aldı. Normal şartlarda bir hapishane uygulamasının ve gardiyanların soruşturma geçirmesini pek tercih etmezler biliyorsunuz.


“Suçlama yok, delil yok, hatta dava yok”

Bu uygulamayı size nasıl açıklıyorlardı?

Onlar bize resmi bir prosedürü uyguladıklarını söylüyorlardı ancak öyle bir prosedür yok. Örneğin, avukat görüşümüzü sınırlandırdılar. Soruyoruz, “Neye dayanarak yapıyorsunuz?” Yanıt yok. Ya da aynı anda iki avukat gelebiliyordu ama onu bire düşürdüler. Görüşmemize bir saat sınırı getirdiler. Avukatlarımız bunun nedenini öğrenmeye çalıştıklarında yanıt bulamadı. Savcı, hapishaneye yönlendirdi. Hapishane, doktorlara yönlendirdi. En son “sağlık koşulu” diye bir açıklama yaptılar ama öyle bir prosedür yok.

Bir başka örnek, hapishanede geçirdiğim soruşturma. Bununla ilgili dava açıldığını söylediler ama halen tam bilmiyorum. Neden bilmediğimi anlatayım. Hapishanedeki Batı İnfaz Hakimliği, bana bir kağıt yolladı. 12 Ekim’e duruşma koymuşlar. Ben suçlamanın, içeriğin ne olduğunu bilmeden duruşma bekledim. Ne beklersiniz, duruşmaya çıkmayı değil mi? Ama yok. 12 Ekim’de avukatım geliyor duruşma için. Ne hastanedeki görevlilerin ne gardiyanların ne kurum yetkililerinin ne jandarmanın haberi var. Sonra jandarma alelacele tutanak düzenliyor, “personel yetersizliği” diye. Bizim 14 Eylül’de duruşmaya getirilmememizin nedeni olarak da bunu sunulmuştu. Ciddiyetsizliğe bakar mısınız?

Sonra aynı duruşmayı 7 gün sonraya, 19 Ekim’e vermişler ama ben bunu 17 Ekim’de öğreniyorum. Peki 19 Ekim’de ne oluyor? Yine kimsenin haberi yok. Avukatım geliyor, duruşma salonuna gidiyor ama duruşma salonlarında yer yok. Sonra şunu fark ettik ki, 19 Ekim’e duruşma tarihi aylar öncesinden verilmiş. E ama 12 Ekim’de de duruşma tarihi vermişlerdi aynı soruşturmadan? Aylar öncesinden hem 12 hem 19 Ekim’e tarih verebilir misin? Böyle bir ciddiyetsizlik, böyle bir işbilmezlik hali veya da bu işbilmezliği bizim için eziyete dönüştürme hali… Bunlar gibi onlarca şey yaşandı içeride.

“Eskiden adalet yoktu, şimdi hukuku arar olduk”

Esas davanızdaki işleyiş de bundan farksız değil.

Zulüm aynı zulüm. Bu aslında Türkiye’nin manzarası. Yargılamasıyla, hapishanesiyle, aklınıza gelebilecek her şeyiyle bir çöküntü var. Eskiden de hukuk yoktu belki ama en azından bir usul vardı. Karşınıza bir dava çıktığında, az çok bir öngörü sahibi olabiliyordunuz. Oysa ben hiçbir zaman “Biz serbest bırakılırız” gibi bir şey diyemedim. Tahmin edemiyorsunuz, akıl yürütemiyorsunuz. Tahliyemiz bir emre bakıyor. Her şey talimat ile!

Son duruşmada bir başka pervasızlığı dile getirdim. Benim dışarıya yolladığım mektup. Annemin günlükleriydi onlar. Başka türlüsünü kabul etmediklerinden ben yollamak durumundaydım. Onları “suç delili” olarak dosyaya koymuşlar. O zaman her şeyi suç delili olarak dosyaya koy!

Bakın, biz bir iftiracının beyanlarıyla tutuklanmadık. Nuriye Hoca için bu iftiraları söylüyorlar ama biz duruşmaya götürüldüğümüz zaman bu iftiralar falan daha yoktu ortada. Sonradan eklendi bunlar. Bizim iddianamenin bu kadar kof, bu kadar dayanaksız olması bundan. Öyle ki suç delili diye hapishaneden yolladığım mektubu gösteriyorlar.

Sonuç olarak; bu hem adaletsizlik hem hukuksuzluk. Türkiye’deki devrimci, demokrat, aydın insanlar hukuk ve adaletin eş olmadığını bilerek adalet talep ederdi. Hukuk devlet mekanizmasının bir sistemiydi. Ülkenin yönetiliş biçimine göre değiştirilir, yönlendirilirdi. Şimdi öyle bir duruma getirdiler ki, hukuku arar olduk. Duruşmaya getirilmiyoruz, ifademiz alınmıyor. Bu nedir, kimin aksaklığıdır? Nuriye Hoca’nın ifadesini alamıyorlar. Tahliye olduğunda gelip ifade verebileceğini söylemesine rağmen devlet, bu beceriyi yerine getiremiyor.

Başa dönersem; Nuriye Hoca’yı tutup beni tahliye etmelerinin esas sebebi bizim direnişimizin bütünselliğini bozmak, onu bölmek ve etkisini kırmaktı. Ancak bunu başaramazlar.

“Zorla müdahale ölüm demektir, altından kalkamazlar”

Bugün de benzer bir tehditle karşı karşıyasınız, zorla müdahale tehdidi ile…

Bakın direniş, birinci senesine girmek üzere. Bu zamanda birçok badireler atlattı. 1-2 kişi başladı. Zamanla çoğaldı. Çoğaldıkça saldırılara uğradı, işkence gördü. Ama oturma hakkı kazanıldı. Sonra yine saldırılar oldu, provokasyonlar gördü. Tutuklama dahi yapıldı. Şu anda da zorla müdahale tehdidi ile sürmekte.

Zorla müdahale demek, yaşayan ölü haline getirmek demek. Bu kadar uzun açlıklarda serumla beslemeye çalışmak o kişinin sakat kalmasına, çocuklaşmasına, felç kalmasına ve hatta ölmesine neden olur. Bunun altından kalkamazlar çünkü bu bir insanlık suçudur. “Ben kandırıldım” diye kurtulamazlar.

Direniş sürüyor. Gerçekten de güçlü biçimde sürüyor. Güne “Direnişimiz var” diye başlıyorum. “Esas olan direniştir” diyerek içimde bu coşkuyu yaşıyorum, umut doluyorum. Yüksel’de bir kişi bile olsa, bir kişi bile dua etse, bir kişi bile mektup yollasa onlar da bu direnişin bir parçası ve çok değerli.


“Birlikte, bir adım daha…”

Tam bu noktada; bu direnişi izleyen, takip eden insanlara çağrınız nedir?

Bugün artık her an bir şeylerin beklenilmesi gereken durumdayız. Ben, bu nedenle insanların şu bilinçle hareket etmesini istiyorum: Bu direnişi ucundan bucağından tutan, destek olan, gönüldaş olan, gelmese de dillendirmese de içinde onu hisseden kişilerin artık bir adım daha atmasını bekliyorum. O adımı attığımızda direnişimiz kazanacak. Kazandığımızda Nuriye Hoca zorla müdahale tehdidinden kurtulacak. Biz ölümden kurtulacağız. Bir halk olarak içimize su serpilecek, umutla dolacağız. “Biz bunca şeye rağmen bunu yaptık, kazandık” diyeceğiz.

Biz iki kişi olarak kendimize devrimci-demokrat dedik ama açlık grevimizle devrim istemedik. İşimizi, ekmeğimizi istedik. Sokakta hakkımızı aradık. Çok güzel bir aile olduğumuzu fark ettik. Dayanışma gücümüzü gördük, eylem ve etki gücümüzü gördük.

“Mevzuat diyen bile hainken, direniş kazanmalı!”

Söyleşimizin başında “iktidarın zayıflığı” olarak nitelediniz. Bu zayıflığı biraz açsak?

Başkan “İki terörist öğretmen için dünyayı ayağa kaldırıyorlar” diyor Eğitim Şurası’nda. Burada iki handikap var. Birincisi öğretmen demesi, ki bu beni sevindirdi. İkincisi terörist demesi, ki bu da üstümüzde hüküm kesmesinden dolayı bir niteleme.

AKP iktidarı öyle bir ruh halinde ki… “Her şeyi yaparım, suç olmaz, Anayasa’ya aykırıymış değilmiş, fark etmez. Ama birisi bana aykırı bir şey yaparsa suç olur, suç olmasa da, yasaya uygunsa da suç olur.”

İtirafçılık politikası bile böyle. Reza Zarrab ile ilgili Amerika’ya “İtirafçı yapmak istiyorsun” diyor. Ve bu öyle bir söyleniyor ki, sanki ülkemizde böyle bir uygulama yokmuş, bu kültürüne bile tersmiş, ahlakına bile tersmiş gibi. İnsanın şaşırmaması gerek ama şaşırıyoruz işte.

Binali Yıldırım, valileri toplamıştı, tam hatırlayamıyorum ama şöyle bir şey demişti; “Mevzuata takılmayın, hainlik yapmayın.” Yani mevzuata takılan hain olacak.

Sizin davanıza yansıması nasıldı bunun?

Bizim davamızda davayı açan savcı, sonra bizi duruşmaya çağırmayan savcı ve şu anki savcı, hepsi farklı. Davamızı yürüten yargıç değişti, 14 Eylül’deki yargıcı zaten görmedik ama o da değişti. Biz iki yargıcı ıskaladık yani. Neden? Talimatı uygulamadıkları için. Bizimle ilgili olumlu bir karar aldıklarında kendilerini tehlikede görebilirler. Ertesi gün FETÖ’cü olabilirler, yeri değiştirilebilir vs.

Biz bu koşullarda direnmeyi seçiyoruz ve direnişin kazanması gerektiğini düşünüyoruz. Kazanmak hiçbir zaman kolay olmadı Türkiye’de.

“Nuriye-Semih olmaz ama direniş mutlaka olur”

Söz Türkiye’deki mücadelelere gelmişken, kendinizi bu toplam mücadeleler içerisinde nerede konumlandırıyorsunuz?

Benim kişisel tarih okumamda bizim ülkemiz, yeni sömürge olmasından, yani 1950’lerden bu yana faşizmle yönetilir.

Faşizm politik bir tahlildir. Buraya bir parantez açayım, bunu niye diyorum; yok, “faşist dediğin devlette neden çalışmak istiyorsun.” Biz zaten oralara hakkımızla geldik. Demokrasi olsun, demokratik yöntemler olsun diye uğraşıyoruz.

Hangi baskı olursa olsun, hangi boyutta olursa olsun, direnmek isteyenler her daim güçlü çıkıyor. Direnen insan her şartta direnebiliyor, her şartta sözünü söylüyor. Bu gibi tarihsel anlarda da sözünü söylemekten sakınmayan, bunu bir zorunluluk olarak gören, tarihsel görevi yerine getiren insanlar tarihte yerini ve değerini alıyor diye düşünüyorum.

Semih Özakça’nın, Nuriye Gülmen’in isim olarak hiçbir önemi yok. Burada hakkı için direnen insanlar var, yaratılan bir çerçeve var. Biz olmasaydık başkası olurdu ama kesinlikle birileri olurdu. Egemenlerin handikapı, kapitalizmin korkusu tam da budur. O direniş bir idealdir, çıkar. Emeğimizle çıkar, kültürümüzle çıkar, onur meselesi olur çıkar. Ben bunları bilerek, halkımın bana verdiği değerle direndim, direniyorum. Bu direniş, çok güzel günler için sadece bir damla. Beni en mutlu eden şey budur.


“İstedikleri kadar ‘terörist’ desinler, ikna ederim”

Kimse şundan korkmasın; biz pirüpakiz. Ne kadar karalama olursa olsun, hakkımızı çok temiz bir şekilde istiyoruz.

Birkaç gün önce Twitter’da bir şey görmüş bir arkadaşımız. Bizimle ilgili kara propaganda yapmak için hashtag açılmış. Orada bir fotoğraf yollanmış. Eşim Esra ile evde sarıldığımız fotoğrafta elimdeki su şişesini bira şişesi yapmışlar. Bu kadar da olmayın. “Terörist” deyin mesela, ben sana anlatırım neden terörist olmadığımı, nasıl terörist olamayacağımı, kimin terörist olduğunu. Ya biz içerideyken, İçişleri Bakanlığı “çok terörist öğretmenler” diye İngilizce ve farklı dillerde kitap yayımladı. İçişleri Bakanlığı’nın hakkında kitapçık çıkaracağı kadar “tehlikeli” olan ben, tahliye oldum yahu. Bir “Acaba?” diye sormasını isterim ama ikna etmeye çabalarım.

İnsanları bu havuza sokmaya çalışıyorlar. Bunun tek çıkar yolu, bilgi ve bilinç. Bileceksin ve bilginle o bilince kavuşacaksın. Sen, herkesin gördüğü şey üzerinde çarpıtma yapmaya çalışıyorsun. Aslında çok önemsememeye çalışıyorum böylesini ama sosyolojik bir vaka olduğu için paylaşmak istedim.

“Yüksel’deki barikat Türkiye’deki baskıdır, o barikat kalkacak!”

Semih, bir başka sosyolojik vakayı da Yüksel Caddesi’nde yaşıyoruz. Direniş alanınızda şu an bir karakol var. Heykelin etrafı çevrilmiş, yol ve alan kapatılmış durumda. Ne düşünüyorsun buna dair?

O yaptıklarının sembolik bir önemi var. Memlekette karakol mu yok yoksa. “Ben burada varım ve sana saldırıya hazırım, sana saldırmaktan vazgeçmeyeceğim, seni burada var etmeyeceğim, bu direnişe izin vermeyeceğim” demiş oluyorsun. Bir de “Fotoğraf çekmek yasaktır” yazmışlar.

Neyden korkuyorlar? Yüksel’deki, o direnişteki potansiyelden korkuyorlar. O kadar baskılar yapıldı, o kadar suçlar işlendi ki bir hesap sorulacağından korkuyorlar.

O alan Türkiye’dir. O barikat, Türkiye’ye uyguladıkları baskıdır. O barikat oradaysa hiçbir yerde özgürlük yoktur. O barikat oradaysa Türkiye’de kimse eylem yapma özgürlüğü var diyemez.

İddia ediyorum; o hesap sorulacak, o barikat kalkacak ve biz kazanacağız.

“Çocuklarımla oyun oynamayı hâlâ istiyorum”

“İşime geri döndüğüm zaman öğrencilerimle oyun oynamak istiyorum” demiştiniz daha önce. İsteğiniz halen canlı mı?

Çok istiyorum. Ben bu cümleyi kurduğumda çocuklarım üçüncü sınıftı, 3/C. 27 öğrencim vardı. 27’sini de ayrı ayrı o kadar seviyordum ki, hepsi çocuğum gibiydi.

Bir gün teneffüste bir öğrencim geldi arkamdan, “Öğretmenim, sizin hiç çocuğunuz var mı?” diye sordu. “Yok kızım” dedim. “Olur mu öğretmenim, sizin 27 tane çocuğunuz var” dedi. Çok mutlu olmuştum. Onları büyütme üzerine kurmuşum her şeyimi. Birinci sınıftan itibaren hep derslerinde nasıl daha iyi olurlar, nasıl kendilerini daha çok geliştirirler diye düşünüyordum. Ayrılacağımı da hiç düşünmemiştim. Uzun vadeli planlarım vardı.

Mazıdağı küçük yerdi. O yüzden insanlarla iç içeydim. Onların evine gidebilen, okula gelmeyen öğrencilerimi arayıp soran bir öğretmendim. Duygusal bir bağ kurmuştum. Ders içinde ve dışında onlara katılırdım, onlarla hareket etmek gerektiğini düşünürdüm.

Mardin’e geldikten birkaç ay sonra, Makarenko’nun eğitim üzerine bir kitabını okuyordum. Orada çocukların hayatın ve doğanın içinde hayatı öğrenmesinden yanaydı. Okulda dahi durmayan bir öğretmen. Çocukları okul dışına çıkarıyor. Bizde ise çocukları pikniğe bile götürsen hakkında soruşturma açılıyor. Eğitim değil bu, prosedür. Biz de bu prosedürde olduğu kadarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.

O kitap bir ruh kazandırdı bana. O ruhu, o coşkuyu, çocuklarla bir şeyler yapma isteğini hâlâ taşıyorum. Şu anda onlarla ip atlamak, top oynamak… Bizim köyümüzde “yakar top”a “ortada sıçan” derdik. Ben çocuklara “Ortada sıçan oynayalım” dediğimde dalga geçerlerdi. Bak şimdi aklıma geldi, tekrar oynamak isterim. (Sendika.Org/ Ankara)

Daha yeni Daha eski