Siyasal İslam’ın egemen sınıfı, tabanına, “Daha fazla ekmek veremiyorum ama, ‘ötekine’ şiddet uygulama ayrıcalığı vererek, devletin şiddet...
Siyasal İslam’ın egemen sınıfı, tabanına, “Daha fazla ekmek
veremiyorum ama, ‘ötekine’ şiddet uygulama ayrıcalığı vererek, devletin şiddet
kullanma tekelini seninle paylaşmaya başlıyorum” diyor. Böylece, bu egemen
sınıf, iktidarda kalabilmek için, bir egemen sınıfın verebileceği en büyük, en
riskli tavizi vermiş oluyor…
Cumhuriyet yazarı Ergin Yıldızoğlu, “iç savaş”, “linç”,
“sokağa yargı muafiyeti” gibi korkutucu kavramlarla analiz edildiğini söylediği
696 sayılı KHK’yi dünkü (28 Aralık) yazısında bir başka açıdan ele aldı.
Türkiye’de polis ve ordunun keyfi, sınırsız, hesap sorulması
olanaksız bir gücü olduğunu söyleyerek ve buna örnekler vererek yazısına
başlayan Yıldızoğlu, “Öyleyse, son derecede muğlaklaşmış darbe ve terör
kavramları üzerinden, iktidar yanlısı sivillere, değerleriyle uyuşmayan,
arzularıyla çelişen, ‘öteki’ üzerinde, fiziki şiddet uygulama ayrıcalığı
getiren 696 sayılı KHK’ye ne gerek vardı?” diye sordu.
Yıldızoğlu’nun soruya yanıtı ise şöyle oldu:
“Siyasal İslam rıza
üretemez hale geldi”
Kapitalist toplumda
egemen sınıfın iktidarı (arzularını topluma dayatma anlamında diktatörlüğü),
rıza alma ve şiddet uygulama kapasiteleri arasındaki diyalektik ilişki üzerinde
durur. Egemen sınıfın rıza alma kapasitesi yüksek olduğu oranda, “demokratik”
yöntemler geçerlidir. Rıza alma kapasitesi düştükçe şiddetin dozu artar, ucu
faşizme kadar uzanan, örtülü, açık diktatörlükler gündeme gelir.
Türkiye’de bugün
iktidarda olan “Siyasal İslam”ın AKP’de temsil edilen egemen sınıfı (dinci
entelijansiya) 2000’lerde başlattığı “pasif devrim” sürecinde, başlangıçta,
“kandırdığı”(?!) güçlerin desteğini giderek kaybetti. Kaybettikçe de toplumda
rıza alma kapasitesi zayıfladı. Zayıfladıkça da şiddetin dozu giderek arttı.
Nihayet Siyasal İslam’ın rıza alma kapasitesinin sınırları, Gezi olayı, Haziran
seçimleri, Anayasa referandumu gibi eşiklerde kesin ve aşılamaz çizgilerle
belirlendi.
Siyasal İslam, bunca
yıllık iktidarının topluma dayattığı dönüşümlere, dindarlığı bir kimlik sorununa
dönüştürmesine karşın (belki de tam da bu yüzden), seçmenin yarısından
fazlasının, nüfusun çoğunluğunun rızasını almayı başaramadı. Geldiği noktada,
olağan koşullarda seçimleri kazanamayacağını anladı. Rıza alma kapasitesini
genişletememe sorunu da giderek alınmış rızayı koruma sorununa dönüşmeye
başladı.
“KHK, rızayı
koruyacak araçların tükenmesinin ürünü”
AKP’de temsil edilen
Siyasal İslam’ın egemen sınıfı, şimdi kendi tabanından (rıza aldığı kesimi)
kaybetmeye başlama riskiyle yüz yüzedir. Diğer taraftan, dindarlığı bir kimlik
haline getirmiş olmanın olanaklarından yararlanmaya devam etmekle birlikte,
alınmış rızayı koruyan maddi kaynaklar hızla tükeniyor, aynı anda, siyasal
İslam içindeki sınıf farklılıkları (yolsuzluklar), yönetim beceriksizlikleri
daha bir görünür olmaya başlıyor.
İktidar söylemini,
şoven milliyetçilikle, Kemalizmle takviye çabası Aydınlanma’nın kavramlarını
içeri sızdırarak zayıflatıcı etki yapıyor. Özetle AKP’de temsil edilen Siyasal
İslam’ın egemen sınıfının kendi tabanına verecek ekonomik ve simgesel/kültürel
yeni bir şeyi kalmadı. 696 sayılı KHK, alınabilecek rızanın sınırına dayanmış
olmakla, alınmış olan rızayı koruyacak araçların tükenmeye başlamış olması
arasındaki çelişki ile, dinin bir kimlik sorununa dönüşmüş olması arasındaki
ilişkinin bir semptomudur.
“Ekmek veremiyorum
ama şiddet tekelini paylaşıyorum”
Siyasal İslam’ın
egemen sınıfı, tabanına, “Daha fazla ekmek veremiyorum ama, ‘ötekine’ şiddet
uygulama ayrıcalığı vererek, devletin şiddet kullanma tekelini seninle
paylaşmaya başlıyorum” diyor. Böylece, bu egemen sınıf, iktidarda kalabilmek
için, bir egemen sınıfın verebileceği en büyük, en riskli tavizi vermiş oluyor.
Bu noktada aklıma şeytanın uyarısı geliyor “ne istediğine dikkat et bakarsın
gerçekleşir”.
Bu noktada muhalefete
de, evet “Susmanın bedeli ölümdür” ama, “lafla da peynir gemisi” yürümez demek
gerekiyor!