Kim ne için yağmalıyor, talan ediyor? Bu savaş neyin üzerini örtüyor? Faşist propaganda makinesi savaşın yol açtığı hangi yıkımı, tehlikey...
Kim ne için yağmalıyor, talan ediyor? Bu savaş neyin üzerini
örtüyor? Faşist propaganda makinesi savaşın yol açtığı hangi yıkımı, tehlikeyi,
rezaleti ve başarısızlıkları örtüyor? Hiçbir gerçek gizli kalmayacak…
ASTSUBAY HASAN KUŞ'UN CENAZESİ - 11 ŞUBAT 2018 - MERSİN |
TEK ADAM’I SAVAŞ DA KURTARAMAYACAK
Erdoğan grup toplantısında ABD’ye sesleniyor: “Hiç Osmanlı
tokadı yememişler.” Erdoğan ve ekibi boş zamanlarında “mermer tokatlayarak”
antrenman yapıyor mu? Savaş suçlusu ve iç çatışmalardan IŞİD’e silah satışına
her tür musibeti içinde barındıran ÖSO adı altındaki cihatçı çetelerini,
Osmanlı’da en büyük tokatçılar olarak anılan düzensiz ordu “Deliler”e mi
benzetiyor? Bilmiyoruz.
Ama Osmanlı tokadının “yiğitliğin eriştiği son nokta” olarak
görüldüğü, bir de kavgada genelde etraftan duyulan sesi ile kavgayı
sonlandırmaya yaradığı söyleniyor. Erdoğan’ın da kendisi için son noktayı
zorladığı, ABD ile ilişkiyi yeniden düzenlemenin çaresi olarak da en yüksek
perdeden ses çıkardığı ise açık.
AKP’nin ilan edilmiş bir stratejisi var: Suriye’de savaş
sahasında var olarak masada da var olmak. Kendini denklemin bir parçası haline
getirerek ABD başta olmak üzere egemenlere kabul ettirmek. Saray kulislerinden
aktaran Abdulkadir Selvi’nin deyimiyle; “Türkiye, sahada ne kadar güçlü olursa
masada o kadar etkili olacağının farkında.”
Ancak Afrin savaşı binlerce cihatçı militanın katılımına ve
TSK yığınağına rağmen Erdoğan’ın istediği sonucu vermiyor. Sahada beklenen
ilerleme sağlanamazken, 25 günde 32 asker yaşamını yitirmiş durumda. Erdoğan
için asker ölümlerinin ne kadar anlamı var, ayrı bir konu; can sayısını
yuvarlayıveriyor. Onun için sorun odağı başka. Afrin savaşı sayesinde
kontrgerillanın birliğini sağlama, ülke içindeki kriz dinamiklerini örtme,
“milli ittifak” siyaseti ile sağı, “milli dava” siyaseti ile CHP’yi ve
şovenizmin yelkenini şişirerek halkı yedekleme planı sekteye uğramaya başladı.
Görüldü ki savaşın başında iktidara “tam destek” görüntüsü veren egemenler
cephesinde tam bir uyum yok. Aksine farklı stratejiler var.
İlk anda savaşa destek veren Kılıçdaroğlu, Afrin için
“300-400 bin nüfuslu bir şehre TSK’yi sokmak doğru değil” diyerek olası sivil
ölümlerine, yüksek askeri kayıp ihtimaline dikkat çekip Erdoğan’ın, savaşı
seçim siyasetine dönüştürmesine ilişkin eleştirilerini artırıyor. Erdoğan’ın
MHP ile yaptığı “milli ittifaka” eklemek istediği en kritik parti konumundaki
Saadet Partisi’nin Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu “Hükümet Zeytin Dalı
Operasyonu’nu, zeytinyağı operasyonuna çevirme çabasında. Afrin’i bahane ederek
her türlü ülke problemini sümen altı etmenin yolu aranıyor” diyor. 15
Temmuz’dan itibaren “Kurtulş Savaşı verdiği” iddiasıyla aktif destekte bulunan
Doğu Perinçek, Erdoğan’a “Vatan savaşını yönetemiyor” suçlamasını yöneltiyor.
Meral Akşener iktidarı “ciddiyetsizlik” ile suçlayıp “Bir kamyon korumayla geziyorsun,
Afrin’e nasıl gideceksin?” diyerek “Reis bizi Afrin’e götür” sloganlarının
ahengini bozuyor. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “Afrin operasyonu
siyasete alet edilmemeli” sözleri gerilimin ordu içindeki yansımalarına işaret
ediyor. Bahçeli ve Erdoğan’ın Başbuğ’u ayrı ayrı hedef alması ve Erdoğan’ın
“Gereği yapılacak” açıklaması ise tüm bu tabloda kontrgerilla içi gerilimlerin
Afrin savaşı ile giderilemez noktaya geldiğini ve hatta savaştaki zorlanmaların
belirmesiyle fay hatlarının yeniden harekete geçtiğini gösteriyor.
Bu gerilim eksenleri elbette ülkede yaşanacak üçlü seçim
süreci kadar Suriye sahasındaki gelişmeler ve emperyalist güçler, ittifakları
ve Erdoğan iktidarı arasındaki ilişkilerin etkisi altında şekilleniyor.
Erdoğan’ın zorladığı “son nokta” yüksek sesle dillendirdiği Afrin’i YPG/PYD’den
“temizleyip” Münbiç’e girme, “Fırat’ın doğusunda son ‘terörist’ etkisiz hale
getirilene kadar mücadeleye devam etme” ve bu arada “İdlip’i de halletme”
hedefi. İşte bu, Afrin savaşında kendisine tanınan opsiyonun da sınırlarını
zorluyor.
ABD’nin “IŞİD’le Mücadele Koalisyonu”ndaki en üst düzey
sorumlusu Korgeneral Paul E. Funk, Münbiç’te YPG/YPJ güçlerinin bulunduğu
noktada yaptığı açıklamada IŞİD’e karşı savaşan güçleri “kahraman” olarak
tanımlayıp, Erdoğan’a “Yanlış hesap yapma” diyor. Yanında taşıdığı gazeteciler
Funk’ın Türkiye ile ilgili olarak “Bizi vurursanız, agresif şekilde karşılık
veririz. Kendimizi savunacağız” dediğini aktarıyor. Bugün yarın silahları
toplaması (!) umulan ABD’nin Demokratik Suriye Güçleri’ne 500 milyon dolar
bütçe ayırdığı açığa çıkıyor.
İran “Türkiye’nin Afrin operasyonu bir an önce bitmeli”
açıklaması yaparken, Suriye Dışişleri Bakan Yardımcısı Faysal Mikdad, İsrail
uçağını düşürmelerinden kısa süre sonra ülkesinin hava savunma sistemlerinin
İsrail, ABD ve Türkiye uçaklarına karşı koymaya hazır olduğunu açıklıyor.
Sonuç? Sonuç, Erdoğan’ın hem “ABD ile ilişkileri düzeltmeyi
denemek” hem de Kürtleri sınırda etkisizleştirerek iktidarını “devlet bekası”
üzerinden türetmeye devam etmek, aynı anda da Rusya’nın önüne koyduğu görevleri
yerine getirirken besleyip desteklediği cihatçı örgütleri idare etme yeteneğini
korumak zorunda olması.
CHP’den Başbuğ’a, Perinçek’ten Akşener’e geniş bir kesimin
desteğini alarak başlayan savaşı, Türkiye’yi zapt etme aracı olarak kullanan
Erdoğan’ın şimdi bu kesimlerin itirazı ile karşılaşıyor olması hem iktidar hem
de egemenler arası muhalefet açısından yeni bir düzleme de işaret ediyor.
Suriye hamlelerine ilişkin uluslararası basınç ve ekonomideki negatif
sinyallerin de yarattığı etki ile egemen siyasette Erdoğan’a karşı yeni
hamleler gelişmesi beklenebilir.
Kurultay günü ve sonrasındaki tartışmalar, parti içinde biri
“tavizsiz, korkusuz muhalefet” talebi ile Muharrem İnce’de, diğeri sol program
vurgusu ile “Gelecek için Biz” ekibinde simgelenen iki eğilim olarak kendisini
gösterse de Kılıçdaroğlu’nun “Erdoğan’a yüzde 51 aldırmamayı” hedefleyen ve
sağa doğru “kapsayıcılığı” temel alan planının sürdüğünü, KHK’lerin Anayasa
Mahkemesi’ne götürülmesi gibi sistem içi krizleri görünürleştirmeye yönelik
adımlar atacağını gösteriyor.
Meclis’in üçüncü büyük partisi HDP’nin kongresi, Kürt
siyasetçilerine yönelik saldırganlığın hemen kongre öncesi partinin sosyalist
bileşenlerinin temsilcilerine ve delegelere genişlediği, Erdoğan iktidarının
partiyi fiilen işlemez, kongreyi yapılamaz hale getirmeye çalıştığı bir ortamda
coşkulu ve kitlesel biçimde gerçekleştirildi. Bu, HDP’ye güç vermiş, Erdoğan
iktidarına içeride tüm baskı siyasetine rağmen Kürt halk dinamiğinin üstelik
motivasyonunu Ortadoğu’daki gelişmelerden alan bir biçimde varlığını
sürdürdüğünü göstermiş durumda. Güncel politik çatışmalara müdahale, 2019
sürecine ilişkin açık ve görünür bir program tartışmasına, önermesine sahne
olmasa da Erdoğan için kongrenin kitlesel bir katılımla yapılmış olması HDP’nin
Afrin savaşı üzerinden yeniden hedef alınması için yeterli olmuş, üstelik CHP
de HDP’nin ikizi ilan edilmiştir.
Açık ki Erdoğan’ın savaştan başka seçeneği, muhalefeti
“vatan hainliği” torbasına doldurmaktan başka yolu yoktur. “Vatan savunusu”
demagojisinden daha büyük bir susturucu, giderek büyüyen bir dip akıntısıyla
yayılan hoşnutsuzluğu, “Böyle gitmez” duygusunu, kabaran öfkeyi ve çözüm
arayışını bastırmak için savaş ortamından daha elverişli bir durum olmadığını
düşünmektedir. Bu ülkenin sosyalistleri durur da savaşın ve şovenizmin
örgütlenmesine yol verirse, haklıdır da.
Ancak bir yandan sosyalistleri, halk mücadelelerinin doğal
önderlerini, demokratik kurumları, aydınları, meslek odalarını yani, kendisine
“Hayır” diyenlerin her tür birliğini, ortak hareketin katalizörü olabilecek
isimleri hedef alırken bir yandan başka bir gerçekle de karşı karşıyadır.
Üstelik anket yasağı getireceği bir gerçekle: “Diktatörlüğe hayır” diyen,
“Böyle gitmez” diyen “kalabalıklar” azalmamaktadır. Hemen her etkinlik, genel
kurullar, kongreler dahil özellikle bir program ve seçenek arayışını gösteren
biçimde kalabalık geçmektedir. Heyecan ve coşku, “Bir şey yapmalıyım” duygusu
eksik değildir. Emekçilerin bireysel patlama şeklindeki protestoları
yayılmaktadır. Ve Erdoğan her bir kişinin başına bir polis dikememektedir.
Türkiyeli kadınların İranlı kadınlarla dayanışmak için gerçekleştirdiği beyaz
tülbent eylemlerinin gösterdiği gibi en basit, katılıma açık eylemlerin politik
etkisi katlanmakta, bir dayanışma eylemi dinci gericiliğin ve erkek
egemenliğinin bu ülkedeki varlığına isyanın simgesine dönüşme potansiyeli
taşımaktadır. Mamak’ta bir kız çocuğunun uğradığı istismara karşı hızla
tepkinin örgütlenmesi yüzlerce kadını sokağa çıkarmaktadır. Şantiyelerde
kabaran hoşnutsuzluk 3. Havalimanı inşaatını eylem alanına çevirmektedir.
Parkların talanını durdurmak, termik ve nükleer santral projelerini durdurmak,
kadına yönelik şiddeti, çocuklara yönelik cinsel istismarı durdurmak,
işyerindeki onur kırıcı çalışma koşullarını durdurmak gibi çok sayıda konuda
çok sayıda insan parça parça harekete geçmekte ama bunun eksik olduğunu
görmektedir. Herkes bunları durdurmak için, Tek Adam’ın durdurulması
gerektiğini bilinçli ya da bilinçsiz görmekte, ancak savaş örtüsünü nasıl
yırtacağını bilmemektedir.
O zaman, Nazım Usta’dan 55 yıl sonra “Vatan Haini” şiirini
bugün yeniden yazmanın, iki ayrı dünyanın, ayrışmış çıkarlarımızın olduğunu
eylemimizle, sözümüzle göstermenin zamanıdır. Bu ülke kimin? Bu savaş kimin
savaşı? Bu açlığın, yoksulluğun, ödenememiş faturaların, işçilerin kendini
yakmasının sorumlusu kim? Kim çocuklarımızı istismarcılarla baş başa bırakıyor?
Kim ne için yağmalıyor, talan ediyor? Bu savaş neyin üzerini örtüyor? Faşist
propaganda makinesi savaşın yol açtığı hangi yıkımı, tehlikeyi, rezaleti ve
başarısızlıkları örtüyor? Hiçbir gerçek gizli kalmayacak.
Gerçekleri göstermekle kalmayacağız, kim olduğumuzu da
göstereceğiz, nasıl bir ülke kuracağımızı da.
Erdoğan iktidarının “vatan savunusu” demagojisinin karşısına
“Bu memleket bizim” diyerek çıkacağız. Durduracağız. (SENDİKA.ORG)