Cargill, ABD’nin en önem verdiği şirketlerden biri. Tam bir
sömürge imparatorluğu. Bugün dünyada Cargill’in operasyon yapmadığı hemen
hiçbir ülke yok. Cargill Cumhuriyetçilerin gözbebeğidir…
Şeker fabrikaları özelleştiriliyor: Cargill’e uymak!
Son birkaç yıldır, Türkiye bugüne kadar hiç görülmemiş
derecede “ABD karşıtı.” AKP hükümeti ve Erdoğan, ABD karşıtlığı konusunda
gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin pabucunu dama atacak denli ateşliler. Hiçbir
konuda uzlaşmıyorlar, asla taviz vermiyorlar. Bir zamanlar “Küçük Amerika”
olmakla övünen Türkiye’nin idarecileri “Büyük Amerika”ya öyle bir kafa
tutuyorlar ki, değme mahalle kabadayısı ellerine su dökemez. Yalnız ABD
karşıtlığıyla da kalmıyorlar üstelik. ABD’nin en büyük yatırımcısı olduğu
NATO’yu sorguluyor, gerekirse ABD ordusuyla karşı karşıya gelmekten
korkmayacaklarını tekrar ediyorlar. Amenna!
Çok alkış alıyorlar, kahvehanelerdeki pişpirik ve okey
meclislerinde, Cuma çıkışlarında topladıkları takdirin haddi hesabı yok. Bu vaziyeti
2019’a kadar sürdürebilirlerse, bu dille kabadayıların ve fedailerinin oylarını
alarak iktidarlarını sürdürmeye de pek hevesliler. Ona da amenna! Allah bereket versin.
Peki bu ABD karşıtlığı, Cargill söz konusu olunca neden rafa
kaldırılıyor? Pentagon’a bile kafa tutan Türkiye idaresi, nasıl olup da bir
gıda şirketinin yazdığı bir rapora bakarak elinde kalan şeker fabrikalarını da
özelleştirme kararı verebiliyor. Cargill raporundan medyaya aksedenler,
şirketin bu özelleştirmeyi bir ekonomik verimlilik sorunu olarak
çerçevelendirdiğini gösteriyor. Allah rızası için biri söylesin: Ekonominin tüm
sektörleri pek bir verimli, çok başarılı da şeker fabrikalarının verimsizliği
mi bütün mesele? Yine rapordan aksedenler, Cargill’in “özelleştirme” diye yazdığı
operasyonun aslında bir “kapatma” olduğunu ortaya koyuyor. Sözün kısası
Cargill, “Türkiye’ye, şeker fabrikalarını kapat, beni piyasanın hâkimi kıl,”
diyor. Tarıma azıcık aşina olmak, bir şeker fabrikası kapandığında bundan
yalnızca o fabrikada çalışan işçilerin hatta tedarikçi şeker pancarı
üreticisinin etkilenmeyeceğini bilir. Aşina olmayanlar için birazcık
detaylandırmakta fayda var.
Şeker pancarının Türkiye öyküsü enteresandır. Daha evvelden
üretilmeye başlansa da yaygınlık kazanması Marshall Planı’yla mümkün olur.
1947’de, henüz CHP iktidardayken açıklanan Marshall Planı ağırlıklı olarak DP
iktidarında uygulanmaya başlanır. Planın tarımı ilgilendiren kısmı
makineleşmedir. Tarım teknolojiyle tanıştırılır. Bunun için çiftçinin
desteklenmesi gerekecektir. DP döneminde üretimi, 8 kat artan şeker pancarı
desteğin çiftçiye ulaştırıldığı bir “araç/ürün” olarak iş görür. Şeker
fabrikalarının sayısı bu dönemde artar, kooperatif aracılığıyla desteklenen ve
eğitilen pancar çiftçisi, tarıma dayalı endüstrinin de önemli taşıyıcılarından
biridir artık. Çevreciler kızmasınlar. Bu arada pancar doğa dostu bir ürün
değildir. Sanayiye hammadde olarak üretilen bitkilerin hiçbiri doğaya dost
olamaz. Ama pancar, Cargill’in nişasta bazlı şeker üretmek için kullandığı
mısır kadar da canavar sayılmaz. Pancardan üretilen şeker sağlığa yararlı
değildir. Bir kere pancar genetiğiyle oynanmamış bir ürün değildir. Ama Cargill
gibi şirketlerin kullandıkları mısırla karşılaştırılamaz bile.
Pancar toprağı adeta sömürür. Bu yüzden de ancak dört yılda
bir ekilebilir. Bir tarlaya yeniden pancar ekilebilir olana kadar geçecek üç
yılda, buğday, soğan, ayçiçeği, artık ekim yapılan coğrafyanın iklim koşulları
neye izin veriyorsa o yetiştirilir. Atıyorum, 100 dönüm toprağı olan bir
çiftçi, elindeki toprakların her yıl dörtte birine pancar eker, geriye kalanı
farklı ürünlere ayırır. Pancar, şeker fabrikaları sayesinde alıcısı garanti
olduğu, sabit fiyatla elden çıkarma imkânı sağladığı ve dahası üretim sürecinin
başından itibaren -1990’lardan bu yana azalan miktarda da olsa- desteklendiği
için, geriye kalan tarımsal faaliyetin de sürdürülebilmesini sağlar. Bir başka
deyişle birçok yerde pancar ekilemezse, buğday ekmek de zorlaşır, sebze de
yetiştirilemez, hatta hayvancılık da yapılamaz. Türkiye gibi ürün desteğinin,
iklimin ve pazarın gerekliliklerine değil, tarımı idare edenlerin kafasına ve
uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde verdikleri tavizlere göre belirlendiği
bir ülkede, pancar tarımsal üretime (kotalarla payı azaltılmış olmasına rağmen)
istikrar kazandıran, geçmiş dönemlerin mirası bir üründür (Türkiye’de pancar
üreticisinin bir numaralı katili AB olmuştur. Uzun hikâye). Pancar Türkiye’nin
aşağı yukarı her yerinde üretilebilir. Bu nedenle de Türkiye’nin her yerinde
yapılan tarımın bir parçası, çiftçinin elini rahatlatan, önünü görmesini
sağlayan bir üründür. Özellikle, Anadolu’nun doğusunda, iç bölgelerinde, yani
ürün çeşitliliğinin Ege ve Akdeniz kadar çok olmadığı yerlerde pancar tarımın
kısmen de olsa finansörüdür.
Uzatmayayım, şeker fabrikalarından vazgeçmek şeker
pancarından vazgeçmek, şeker pancarından vazgeçmek ise çiftçiden vazgeçmektir.
Yalnız şeker pancarı üreticisinden bahsetmiyorum. Yukarıda izah etmeye
çalıştığım da bu. Şeker pancarı üreticisi diye bir şey yoktur, ürünün doğası,
yani toprakla ilişkisi gereği kimse yalnızca şeker pancarı üreticisi olamaz.
Şeker pancarı üreticisi, yediğimiz içtiğimiz diğer şeyleri de üreten
çiftçilerin tamamıdır. Tekrar ediyorum, bir kısmı değil tamamıdır…
Pankobirlik’in suskunluğu
Asıl meseleye geçmeden bir mevzuya daha girmem gerekiyor. O
da Pankobirlik’in neden şeker fabrikalarının özelleştirilmesi meselesinde çıkıp
iki çift laf etmediği. Çok acayip değil mi? Bu kooperatifin çiftçilerin
çıkarlarını koruması gerekir, şeker fabrikalarının kapatılması doğrudan doğruya
şeker pancarı üreticisi çiftçilerinin zararınadır. (Tüm ülkeye nasıl büyük bir
zarar vereceğini tekrarlamayacağım.) O zaman, Pankobirlik de, pancar
üreticilerinin kooperatifi olarak inisiyatif almalı, hükümete diklenmeli,
Cargill’e verip veriştirmeli ve ortaklarını korumalıdır, değil mi?
Kooperatif Yasası değiştiğinden bu yana değil. 2004’te
değiştirilen kooperatif yasasıyla (mesele gene verimlilikti), bildiğiniz tüm
kooperatifler kâr etme zorunluluğu olan işletmelere dönüştürüldü. Bu konuda en
hevesli ve hızlı davranan, zaten koşulları yaygınlığı nedeniyle en uygun olan
Pankobirlik’ti. Konya, Amasya, Boğazlıyan, Kayseri ve Çumra’da özelleştirilmek
üzere pazara çıkartılan şeker fabrikalarını aldı. Başka her yerde pancara kota
konurken, bu fabrikaların etrafında herkes dilediğince pancar ekebilmeye
başladı. Bu civardaki çiftçiler zenginleşirken, geriye kalan bölgelerin pancar
üreticilerine, yani tüm çiftçilerine, bizatihi kendi ortaklarına büyük bir
kazık atılmasına seyirci ve aracı oldu Pankobirlik. Devletin mülkiyetinde kalan
fabrikalar verimsiz çalışmakta ısrarcı oldukları ve pancara kota uyguladıkları
için Pankobirlik, aldığı fabrikaları alabildiğine verimlileştirdi. Artık devlet
destekli bir piyasa aktörüne dönüşmüştü. Fabrikaları yeniledi. Öyle ki, yanlış
hatırlamıyorsam Çumra’daki şeker fabrikası ilçenin elektriğini bile sağlar hale
gelmişti. Küspe yakıyorlardı. Bravo. Uluslar arası anlaşmalar yaptı. Önü
alabildiğine açıldı. Hatta, Cargill’e “ya hu bizimle uğraşmayın, pancar dört
senede bir ekiliyor, bir sene de sizin mısırı ekeriz işte” diye bir teklifle
bile gitmişlerdi. Kabul gördü mü teklifleri bilmiyorum. Ama 2004 senesinden
sonra Pankobirlik’in tek meselesi vardı, o da kârlılık. Çumra bir çiftçi
cennetine dönüşmüştü. Bana en tuhaf gelen ayrıntı, çiftçilerin hiç
tanımadıkları bir dolu inekleri olmasıydı. Pankobirlik’in besi çiftliklerinde
bakılıyordu hayvanları. Onlar da arada bir kendilerinden istendiğinde para
veriyor, kooperatif ineğinin süt parasıdır diye çıkarıp para verdiğinde de
alıyorlardı. Görmüyorlardı, duymuyorlardı, bilmiyorlardı hayvanları. Yalnız
faydalanıyorlardı. Çünkü Pankobirlik’in elinde koca ilçe bir tür plantasyondan
başka bir şey değildi aslında. Çiftçi eline daha önce hayal edebileceğinin çok
üzerinde paralar geçtiği için kooperatif ne derse onu yapıyor ve geriye kalan
zamanını bildiğiniz Anadolu meşguliyetlerine harcıyordu. O kadar.
Çumra’dan sonra gördüğüm Beylikova’da ya da Pasinler
Ovası’nda ise kota çiftçinin tek kelimeyle belini bükmüştü. Pancar olmayınca
başka şeyler de olamıyordu çünkü. Örneğin Beylikova, süt deposu olma özelliğini
yitirmişti. Hayvan yetiştirecek gücü yoktu çiftçinin. “Pancar yerine aspir ek”
demişti devlet, o zamanlar modaydı. Ama oraya aspiri yağa dönüştürecek bir
fabrika yapmayı akledemediği için çiftçi aspiri toplamaya bile mecal
bulamamıştı kendinde. Satamayacaktı ki. Tohum bedava verilmişti, ama toplamak
için kullanılacak emek bedava değildi ki. Bekliyordu ki ürün tarlada kurusun da
yakıp kurtulsun.
Bütün bunlar 2005-2008 arasında gördüklerim. O zamanlar
Prof. Huricihan İslamoğlu öncülüğünde bir araştırma yapıyorduk tarımın küresel
piyasalara ne derece uyumlulaştırıldığıyla ve uyumlulaştırma çabalarının ortaya
çıkarttığı sorunlarla ilgili. Raporu TÜBİTAK’a teslim ettik (Derya Nizam, Ulaş
Karakoç, Alp Yücel Kaya, Göksun Yazıcı ve Elvan Gülöksüz’le birlikte). Herhangi
bir bakanlıktan kimse baktı mı haberdar değilim. Her neyse…
Cargill ve Sarraf: Ne alaka?
Gelelim Cargill’e. Cargill, ABD’nin en önem verdiği
şirketlerden biri. Tam bir sömürge imparatorluğu. 1865’te, Minnesota’da
kuruldu, bugün dünyada Cargill’in operasyon yapmadığı hemen hiçbir ülke yok.
Varlıklarını sayıp dökmeyeceğim. Minik bir google aramasıyla rahatlıkla
bulunulabilir. Cargill, ABD’de Cumhuriyetçilerin gözbebeğidir. ABD’de
Cumhuriyetçiler çiftçileri, özellikle Cargill’in büyütüp beslediği türden mısır
üreticilerini sever, çünkü sağcıdırlar. 1960’tan beri Türkiye’de iş yapan
Cargill’in, kendi adıyla iş yapmaya başlaması için 1980’leri beklemesi gerekir.
Orhangazi’deki fabrika ise, 28 Şubat koşullarında kurulmuştur. ABD
ziyaretlerinden birinden Ecevit, kolunun altına sıkıştırılan bir dosyayla
döner. O zamanlar Fehmi Koru, Yeni Şafak’ta Ecevit’i Cargill’e özel yasa
çıkartmakla suçlar. Hey gidi günler… Fehmi Koru’ya değil, Yeni Şafak’a… Neyse…
Dosyayı Ecevit’in kolunun altına yerleştiren George W.
Bush’tur. Orhangazi’de, birinci sınıf tarım arazilerinin üzerine yerleşir
Cargill’in fabrikası. Tarlalarını Cargill’e satan köylülerle de konuşmuştum
sözünü ettiğim araştırma esnasında. Fabrikanın çocuklarına iş sözü verdiğini,
bu yüzden tarlalarından vazgeçtiklerini söylemişlerdi. Oysa Cargill’in
fabrikası emek-yoğun bir fabrika değil, çok azının çocukları, hiçbir
kalifikasyon gerektirmeyen işler görmek üzere istihdam edilmişlerdi, o kadar.
Bu arada olan zeytine olmuştu. Cargill’in mısır nişastası ürettiği fabrikanın
buharı zeytinlerin üzerine yapışıyor, hiç huyları olmadığı halde arılar
zeytinlere konuyor ve hastalık taşıyorlardı. Bu yüzden çiftçiler ilave ilaçlar
kullanıyorlardı. O zeytinler yenir miydi gerçekten? Cargill’e bu felaketin
sebebi hiç soruldu mu? Sahi kimin umurundaydı?
Aradan yıllar geçti. Cargill adını çok enteresan bir yerde
gene duydum. Rıza Sarraf davasında, New York’ta. Birkaç günlüğüne başka bir iş
için gitmiştim New York’a, ama Sarraf davası görülmeye devam ediyordu. Görmek
istedim. Arkadaşım Elif Key sayesinde de yolunu bulup girdim (Kendisine bir kez
daha teşekkür ederim. O mide bulantısını yan yana çektik). Bazen böyle tesadüfler
olur. O gün konuşulan meselelerden biri de Cargill’di. Sarraf ve Cargill,
İran’a ilki hayali diğeri gerçek ihracat yaparken, İran’ın Halk Bankası’ndaki
aynı hesabında tutulan parayı kullanıyor yani paylaşıyorlardı. Yani rakiplerdi.
Aynı şubeden yapıyorlardı üstelik işlemlerini. Hani şu, en
alt düzey çalışanının bile Sarraf’ın ve şirketlerinin işlemlerindeki
usulsüzlükleri fark ettikleri ama yöneticileri tarafından susturuldukları şube
var ya, işte o. Savcı sorgusunda Sarraf’a sordu: “Yani rakip miydiniz
Cargill’le.” Sarraf cevap verdi: “Aynı hesaptan para çekiyorduk. Onlar
gerçekten ihracat yapıyorlardı. Biz hiç gerçek ihracat yapmadık.” Savcı bir kez
daha sordu: “Yani rakip miydiniz?” Cevap yine aynı: “Evet, aynı hesaptan para
çekiyorduk.”
Buradan gerisi, Türkiye’de işlerin nasıl yürüdüğü
konusundaki yurttaşlık tecrübemden hareketle yaptığım bir kurgu: Sarraf’ın
adamlarıyla Cargill’in adamları aynı şubede, aynı işlemleri, aynı memurlarla
yapıyorlardı. Belki de Cargill’in adamları, Sarraf’ın ve adamlarının
usulsüzlüklerine orada sıra beklerken tanık olmuş ya da ne bileyim olup
bitenleri şube elemanları birbirleriyle meseleyi fısıldaşırken duymuşlardı. Kim
bilir belki de Cargill’di Sarraf davasını ortaya çıkartan ve bu kadar büyüten.
Neden olmasın? Sarraf haklı demiyorum, Cargill ise hiç masum değil. Ama malum,
böyleleri bilirler birbirlerini ve birbirleriyle hangi araçlarla mücadele
edeceklerini… Cargill’in kârı kendi hanesine yazılmayacak herhangi bir
yolsuzluğu ya da usulsüzlüğü Türkiye’de çözemeyince ABD’ye götürmüş olması
gayet mümkün. E Sarraf’ı kıskıvrak yakalamak kimleri kıskıvrak yakalamak
anlamına gelir kısmını da sizlerin hayal gücüne bırakayım.
AKP’nin ve Erdoğan’ın, her bir oy tanesine su gibi, ekmek
gibi ihtiyaç duydukları bir dönemde, Cargill’in tek bir raporuna dayanarak 14
şeker fabrikasını alelacele özelleştirmeye kalkışmalarının sebebi budur belki
de. Yalnız fabrikalardan değil, oy deposu tarımdan, çiftçilerden, hem de onlara
en muhtaç oldukları dönemde, hem de bir kalemde, hiç anlamayıp dinlemeden,
kimsenin gözünün yaşına bakmadan… Nasıl olur? O kadar sene direndiği mazot
desteği konusunda söz verdi çiftçiye AKP? Hayırdır? Pancarın yokluğuna
alıştırmak için mi bu cömertlik? Yeter mi ki, nasıl yeter? Hem mazot desteğinin
faturası hangi kaynakla ödenir? Madem karşılanabiliyordu sahi bunca zaman niye
ihmal edildi?
Kendini MHP’ye mahkûm eden AKP, OHAL koşullarını bahane
ederek çiftçilerin imza toplamasına bile göz yummayacak bir keskinlikle nasıl
vazgeçer çiftçiden? Düşünün özelleştirme kararına karşı toplanan imzalar bir
milyonu bulmuştu. Ankara Valiliği, OHAL’i gerekçe göstererek imza masası
kurulmasını yasakladı. Allah rızası için biri söylesin, bu ne acele, bu nasıl
bir telaş? Normal koşullarda AKP’nin, böyle aniden ortaya çıkmış bir özelleştirme
kararını 2019 gibi kritik bir seçim döneminden sonraya bırakması beklenmez mi?
Nedir bekletmeyen? Kovalayan mı var?
Pankobirlik, iktidarla arası gayet iyi bir kooperatif.
Seslerini çıkartmadıkları gibi, Susurluk Şeker Fabrikası’na talip oldular.
Artık çok ortaklı bir şirketi andıran Pankobirlik’in AKP ve Erdoğan’la herhangi
bir konuda hemfikir olmama ihtimali, herhangi bir şirket kadar. Düşünün
Ülker’in bile başına neler geldi. O yüzden kendilerinden muhalif bir performans
beklemek safdillik olur. Yerli ve milli Torku en önemli zaferleridir.
Ve bir de çuvaldız
Başka bir mesele daha var. Pancar çiftçisinin, yani bütün çiftçilerin
yanında, “mısır nişastası zararlı” argümanından yola çıkarak durma
girişimindeki partili ve partisiz muhalefetin pek acıklı hal ve pürmelali. Ne
acayip?! İlle de çıkar ortaklığı yapmamız gerekiyor değil mi yan yana durmak
için? Üstelik bunun da moda bir konuda olması lazım. Obezite, genetiği
değiştirilmiş ürünlerden üretilen mısır vb. heyulaların yokluğunda konuşacak
hiçbir şey bulamazmışız gibi.
Oysa bütün bunlara hiç gerek yok. AKP, daha ilk yıllarında
“köylülüğü bitireceğiz” demişti, yerine kazançlı bir çiftçilik öneriyordu.
Kazançlı çiftçilik demek geçimlik üreticiden vazgeçmekti. Ne oldu biliyor
musunuz geçimlik üretim yapan köylülerden vazgeçildiğinde. Evet, gıda
pahalılaştı Türkiye’de. Ama keşke tek sorunumuz bu olsaydı. İnşaat işçisi oldular
öldüler, madenlerde öldüler, taşeron oldular, öldüler; ölmeye devam edecekler.
Yani kıymetsizleştirilen yalnızca eğitimli emek değil, köylünün emeği de
prekaryalaştırılıyor çiftçilikten, tarımdan vazgeçildiğinde. Hepimiz aynı
cehennemin yolcusuyuz, ille de bir çıkar ortaklığı gerekiyorsa. Tüketicinin
yiyeceği pahalılaştı, bilmem nerelerden ithal edilmeye başlandığı için
yediğimizden içtiğimizden şüphe etmeye koyulduk. Bütün bunlar ve daha fazlası
da doğru. Ama bu problemin yanına, kendisinden vazgeçilen köylüye ne olduğu
konusunu koymak kimsenin aklına gelmiyor. Şimdi şeker fabrikalarının
özelleştirilmesiyle ilgili gene aynı söylem. “Ah yazık bize, mısır nişastasına
talim edeceğiz.”
Türk köylüsünün ya da çiftçisinin masum olduğu söylenemez.
Herkes gibi o da işine bakar. Bursa’da pancara attıkları gübrenin Uluabat
Gölü’nü zehirlemesini umursamayan çiftçilerle karşılaşmıştım mesela. Erzurum’da
dönümlerce arazisini yanlış ve fazla gübreyle ekilemez hale getirmiş, ama
“vatanın bir karış toprağını Kürtlere vermemek” konusunda hamaset nutukları
atan başka bir köylüyle sohbet etmiştim. Sormuştum, “Ya amca, sen o kadar
araziyi yakmışın, üretemez hale getirmişsin. O vatan toprağı değil mi yani?”
Önce şaşkınlıkla, “ne alakası var” der gibi bakmıştı yüzüme. Sonra demişti ki,
“Ha o mu, o benim çalıştığım toprak.” Yani vatan, çalıştığın toprak değildi,
fethedilmeyi bekleyen ve başkasına ait olan topraktı.
Haliyle çiftçinin, köylünün mükemmel, hümanist ve doğaperver
insanlar olduklarını söylemiyorum. Ama şeker fabrikalarının özelleştirilmesi
gibi bir meselede, çiftçinin ve köylünün yanında, sırf mısır nişastasına maruz
kalmamak için olmak da, ne bileyim, Erzurumlu amcanın “vatan” ve “çalıştığım
toprak” arasında icat ettiği ve yaşadığı sınır kadar tuhaf.
Zavallı CHP. Tek kelimeyle zavallı. Şeker fabrikası
meselesinin bir ucundan tutmaya çalışıyor ama üreticinin derdini şehirliye
tercüme edecek dilden yoksun. MHP bile, ittifak halinde olduğu AKP’yle şeker
fabrikaları konusunda anlaşamıyor. HDP de ne yapsın, Maliye Bakanı’na sordu
şeker fabrikalarını. Şimdiye kadar sordukları herhangi bir soruya sahici bir
yanıt alabilmişler gibi. E şimdi çiftçiler Türkiye’nin dört bir yanından
Ankara’ya yürümeye başlamayacaklarına, mısır nişastası içeren ürünler yaygın
bir boykota tabi tutulmayacağına, şeker fabrikalarını özelleştiriyor diye
şehirli AKP’li reisinden vazgeçmeyeceğine göre, neyi konuşuyoruz ki? Değil mi
ama?…
(AYŞE ÇAVDAR – ARTIGERÇEK)