HIDE

GAZETE DEMOKRAT / EKONOMİ

GRID_STYLE

SON HAVADİS

SHOW_BLOG

1960’ların Sol Sübjektivizmi: İbrahim Kaypakkaya (GÜN ZİLELİ)

(Bu yazı, bir buçuk yıl önce, Gökhan Atılgan’ın solla ilgili hazırladığı bir kitapta yayınlanmak üzere hazırlanmıştı. Fakat, o gün hayvan d...

(Bu yazı, bir buçuk yıl önce, Gökhan Atılgan’ın solla ilgili hazırladığı bir kitapta yayınlanmak üzere hazırlanmıştı. Fakat, o gün hayvan dostlarımla ilgili yaşadığım bazı bireysel acılar nedeniyle, Gökhan Atılgan’ın akademik kaygılarla yaptığı düzeltme önerilerini yerine getirecek gücü kendimde bulamadım ve Gökhan Atılgan’dan özür dileyerek yazıyı olduğu gibi rafa kaldırdım. Daha sonra arkadaşım Ergun Aydınoğlu’nun bazı düzeltme önerilerini dikkate alarak düzeltmeler yaptım, fakat bugüne kadar yayınlamayı düşünmedim. İbrahim Kaypakkaya’nın ‘68’in 50. Yılı münasebetiyle yeniden tartışılmakta olduğu günümüzde bu oldukça uzun değerlendirmeyi yayınlamanın yararlı olacağına karar verdim. Bugün Hill Hotel’de katıldığım ‘68’in 50 Yılı sempozyumunda da belirttiğim gibi, tarih olmuş, bitmiş bir şey değildir. Geçmişin gelişen bilinçler doğrultusunda yeniden ve yeniden ele alınması kaçınılmazdır.) 

(Önemli Not: Yazı ilk konduğunda dipnotların çıkmadığı fark edilmemiştir. Birçok arkadaş bu durumda yazıyı dipnotsuz okumuş oldu ki, bu, yazının anlaşılması açısından bir eksikliktir. Dipnotları yeniden yerleştirdim. Yazıyı daha önce okumuş arkadaşlardan dipnotları okumalarını rica eder, hatadan dolayı özür dilerim. G.Z.) 


1960’ların Sol Sübjektivizmi: İbrahim Kaypakkaya 

İbrahim Kaypakkaya’yı, 1960’ların dünya ve Türkiye’sindeki genel sola kayışın zirve noktalarından biri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu sola kayışın, 1968’e kadar görece sağlıklı bir gelişme izlediği söylenebilirse de, bu tarihten sonraki, 1970’lere ilerleyen süreçte, gerek kitle hareketlerinin geri çekilmesi, gerek solun egemen sistem tarafından yenilgiye uğratılması sonucu, tedricen bir sol sübjektivizme dönüşmüş, önce sisteme sert ve umutsuz saldırılarla “ileriye kaçmış” (1) , sonra da yer yer yozlaşarak dağılmıştır. 

——————————- 

(1) Bu deyimi Ergun Aydınoğlu’ndan ödünç aldım. Ergun Aydınoğlu, ‘Sol Hakkında Her Şey’ mi?, Versus, 2008. 

——————————– 

Dünyada 1960’lar 

Bu sola kayışın hangi koşullarda ve hangi etkenlerle ortaya çıktığını incelemek üzere önce o zamanın dünyasındaki belli başlı gelişmeleri kısaca gözden geçirelim. 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1960’lı yıllara uzanan süreçte, özellikle Avrupa’da yeni bir kuşak ortaya çıktı. Kapitalist sistemden rahatsız olan özgürlükçü bir kuşaktı bu. Reel sosyalist sistem de dahil olmak üzere dünyanın hâkim kapitalist sistemini yepyeni bir özgürlükçü (bir ölçüde de varoluşçu) perspektifle sorgulayan bu kuşak, sonunda Avrupa 1968’ini yarattı. Bu, o zamana kadar Avrupa’da ve Birleşik Devletler’de görülmemiş ölçüde yenilikçi bir sol yükselişe tekabül ediyordu. Ayrıca, Birleşik Devletler’deki ve Avrupa’daki kültürel yenilenmenin ve ikinci dalga kadın hareketinin yol açtığı feminist uyanışın da bu yenilikçi sol eğilimle eklemlendiği göz ardı edilmemelidir. 

Küba’daki diktatörlüğe karşı birkaç gerillayla işe girişen Küba Devrimi’nin 1959 yılında başarıya ulaşması, genelde küçük bir silahlı grubun, elverişli koşullarda kitleselleşerek ve büyüyerek iktidardaki zorba yönetimleri devirebileceğine ilişkin umutları körükledi. Latin Amerika başta olmak üzere özellikle üçüncü dünya ülkelerinin gençliği bu örnekten son derece etkilenmiş ve benzeri örnekleri hayata geçirmek üzere hareketlenmişti. 

Bu hareketlenmeyi derinden etkileyen başta gelen faktör ise, Hindiçin’de, yani Vietnam başta olmak üzere, Tayland, Laos, Kamboçya, Filipinler gibi ülkelerde Amerikan emperyalizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı süren ve giderek zafere ilerleyen etkili gerilla savaşlarıydı. Vietkong gerillalarının devasa ABD silahlı güçlerine indirdiği başarılı darbeler dünya yüzünde bir efsane gibi yayılıyor ve sola kayışı teşvik ediyordu. 

Bir zamanlar dünya devrimci hareketlerine umut veren Sovyetler Birliği, giderek parlaklığını yitirmiş, 1956 Macaristan işgalinden sonra prestij kaybetmiş, 1960-70’lerdeki Brejnev iktidarı altında “durgunluk dönemine” girmişti; fakat buna karşılık başarılı ve uzun süreli bir gerilla savaşının zafere ulaşmasıyla 1949’da dünya sahnesine çıkan Çin Halk Cumhuriyeti, 1960’larda Sovyetler Birliği’nden doğan boşluğu doldurmuştu. Çin, Sovyetler Birliği’ni “sol”dan, “revizyonist” diyerek eleştiriyor, sosyalizme olduğu kadar, dünya devrimine de yeni açılımlar getiriyordu. Özellikle 1966 yılında başlayan ve Sovyetler Birliği’nin “revizyonizm”e yönelmesinin alternatifi olarak sunulan (kısa sürede Parti içi iktidar kavgalarının aracına dönüşerek ve “aşağıdan bir Stalinizm” tarzı tutturarak yozlaşacaktır) Çin Kültür Devrimi, sosyalizme yeni kan veriyor, yankıları, Avrupa entelijansiyası başta olmak üzere bütün dünya solunu etkiliyor ve daha fazla sola kaymayı teşvik ediyordu. 

Sola kaymayı teşvik eden bir diğer gelişme ise, II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürge ülkelerdeki anti-sömürgeci savaşların ve mücadelelerin başarıya ulaşması, bu ülkelerin “bağımsız” devletler olarak ortaya çıkması ve ilk başlarda, kapitalizm yolundan gitmek yerine, “sosyalist” ülkelerle ittifaka yatkın bir yöneliş içinde olmaları, hatta bu “sosyalist” ülkelere benzer devletçi modelleri denemeleriydi. Ortadoğu’daki Baas rejimleri de dahil, “Bloksuz ülkeler” diye bir olgu çıkmıştı ortaya ve bu ülkeler, en azından görünürde dünyanın egemen sistemi olan kapitalizme ve emperyalizme kafa tutuyordu. Bu da sola ve sola kayışa cesaret veren bir olguydu. 

Dünyadaki bu sola kayış, Türkiye’de, 1960’ların başından itibaren meydana gelen toplumsal gelişmelerle üst üste oturmaktaydı. 

Türkiye’de 1960’lar 

Son derece ironiktir ki, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, Türkiye’de solun önündeki barajların yıkılmasına yol açtı. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri şiddetli bir baskı altında tutulmuş sol, Cumhuriyet’in bu yeni darbesinin etkisiyle oluşan toplumsal ve siyasi ortamda yasal alana çıkmış, T.C.’nin yasalarına göre “Komünizm” yasak olmaya devam etmesine rağmen, gerek yayın alanında (YÖN), gerekse yasal siyasi parti olarak (TİP) kendini ifade etmeye başlamıştı. Türkiye İşçi Partisi’nin, yeni seçim yasasındaki milli bakiye sistemi sayesinde, 1965 seçimlerinde 15 milletvekili ile temsil edilmesi, solun yükselişine hız vermişti. 

Türkiye’de solun yükselişinde, dünyadaki sola yönelişin olduğu kadar, Türkiye entelijansiyasının belki solun üstündeki baskıların azalmasının da etkisiyle sola akın etmesinin tayin edici rol oynadığı söylenebilir. Bilindiği gibi, ülkenin kültürel ve toplumsal atmosferinde entelijansiyanın yönelişinin önemi büyüktür. Türkiye entelijansiyası sola yönelişini özellikle edebiyat ve sanat alanlarında ifade etti. Bu da kaçınılmaz olarak siyasal alanda yankısını buldu. Öte yandan, solun üzerinde yıllarca süren baskının, toplumda sola karşı bir merak, hatta açlık yarattığını söylemek de mümkündür. Bu merak ve açlık, aynı zamanda Türkiye’deki sol yayın patlamasını da izah eder. 

Kültürel ve toplumsal alandaki bu canlanış, Kemalizmin yeni bir sol yönelimle canlanışını getirdi. Yeni Türkiye’nin kurucu ideolojisi olan Kemalizmin bu sol yorumu, solun meşruiyet kazanmasında önemli bir unsur oldu. Dünya çapında Amerikan emperyalizmine karşı yükselen sol tepki, Kemalizmin bu yeni yorumuyla birleşip Türkiye’nin ABD karşısındaki bağımsızlığı sorununu gündeme getirdi. Türkiye’nin Kıbrıs politikasının ABD’nin ve Batı’nın engelleriyle karşılaşmasının yol açtığı milliyetçi tepkiler, giderek anti-emperyalist, sol bir tepkiyle birleşti ve ortaya yeni bir anti-emperyalist sol akım çıktı. Öte yandan, Sovyetler Birliği’nin, Stalin dönemine göre daha ılımlı politikalar izlediği izlenimi vermesi de, ülke içindeki Sovyetler Birliği korkusunu zayıflatmıştı ya da belki daha doğru bir ifadeyle, Türkiye’nin hâkim sınıfları eskisi gibi sert bir anti-Sovyet politika yürütmenin kendi çıkarları açısından pek akıllıca olmadığını düşünmeye başlamışlardı. Bu da solun üzerindeki baskıyı azaltan ve sola yönelişi teşvik eden bir faktördür. Sol artık 1960’ların parlayan yıldızıydı. 

CHP’nin tek parti yönetimi altında oluşturulan Köy Enstitüleri, güçlü bir köy aydını-öğretmeni kuşak yaratmıştı. Köyden yetişen bu öğretmenler kuşağı, halkçı yönelimli bir köy edebiyatının da öncüleri oldular. Bu toplumcu-gerçekçi köy edebiyatı, Türkiye’deki sola açılımın bir kanalını oluşturdu. Keza, T. C.’nin başından beri uyguladığı laik eğitim de (DP iktidarı döneminde tavizler verilmiş olsa da) seküler eğilimleri ağır basan bir gençliğin yetişmesine yol açmıştı. 1968’de ayağa kalkan gençler bu kesimden geliyordu. 

Diğer yandan, 1960’lar aynı zamanda büyük bir köyden kente göç dönemiydi. Zaten verimsiz olan köy ekonomisi çözülüyor, büyük şehirlerde gelişmeye başlayan sanayileşmeyle birlikte köylüler kente akın ediyordu. Bu, aynı zamanda şehirlerde büyük işsiz yığınlarının ve büyüyen bir işçi sınıfının oluşumu anlamına geliyordu. Böyle bir gelişme, 1960 sonrasında gerçek anlamda tanınan sendikalaşma hakkıyla birleşince kentli işçi sınıfı kendini doğrudan sendikal alanda ifade etmeye başlamıştı. Bu da sol bir sendikacılığın gelişmesi için olumlu bir ortam yaratmıştı. Kısacası, işçi sınıfının büyümesi ve sendikal örgütlenmesi de ülkedeki sola kayışı teşvik eden bir faktördü. Toplumun köy/köylü yapısı kent/işçi-işsiz yapısıyla yer değiştiriyordu. 

Cumhuriyetin kurucu partisi CHP, geçmişte her ne kadar sol karşıtı ve hatta sola karşı baskıcı politikaların baş müsebbiplerinden biri olmuşsa da, 1950’den sonraki siyasi ve sosyal saflaşma içinde, Anadolu muhafazakârlığının temsilcisi olan Demokrat Parti’nin ve onun devamı olan1960’lardaki Adalet Partisi’nin (AP) karşısında kendini “sol” ve modernist bir konumlanış içinde buldu ve bizatihi kendisi de modernist olan sola karşı korumacı (bir yandan da denetimci) bir çizgi izledi. Solun üzerindeki CHP “şemsiyesi” solun toplumsal meşruiyetinde önemli bir rol oynamıştır. Elbette bunun aynı zamanda solu bir yönüyle sisteme bağımlı hale getirdiği unutulmadan. 

İşte 1960’lı yıllarda sol bu koşullardan yararlanarak büyüdü, kök saldı, dallanıp budaklandı ve 1960’ların sonlarına doğru bu büyüme, solun bölünmesini getirdi. Bölünme, bazen yenilginin, bazen de büyümenin, hatta “zafere” doğru ilerlendiği duygusunun yol açtığı bir olgudur. 1960’ların sonlarına doğru Türkiye’de olan ikincisidir. Sol rüzgâr bir fırtınaya dönüşmüştü ve soldaki bütün akım ve oluşumlar kendilerini “sağlarındakinden” kopuşa göre tarif etmeye başlamıştı. Yani artık kendini sol olarak ifade eden mevcut hangi oluşum varsa, sonradan gelen ya da o oluşumun içinden çıkan yeni oluşum tarafından “sağ” olarak görülüyor ve kendini daha solda tanımlıyordu. Domino taşı misalinde olduğu gibi, bütün taşlar sola doğru yıkılıyor ve her biri solundakini daha sola doğru yıkıyordu. İşte İbrahim Kaypakkaya, bu sola doğru savruluşun ürünüdür. Sol solu doğurmuştu. 

Kısa Bir Sol Bölünme Tarihçesi 

İbrahim Kaypakkaya’nın ultra sol çıkışını anlayabilmek için, 1960’ların ortalarından itibaren sola kayışın yol açtığı soldaki bölünmeleri kısaca gözden geçirmemiz gerekiyor. 

1960’ların ilk yarısında solun örgütsel alandaki tek temsilcisi Türkiye İşçi Partisi’ydi (TİP). Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sola akın eden sanatçılar ve yazarlar da dahil olmak üzere entelijansiya, o zamanlar bir sol havuz rolü oynayan TİP’te toplanmıştı. Keza kendilerini solda ifade eden sendikacılar da (TİP’i kuran da zaten onlardı) TİP’te toplanmıştı. Ne var ki, 1965 seçimlerine doğru TİP büyük bir yükseliş içine girmişken bu iki kesim, yani entelijansiya ile sendikacılar arasında bir anlaşmazlık, bir anlamda da bir iktidar kavgasının ortaya çıkmasına yol açtı. Aralarında Fethi Naci, Demir Özlü, Edip Cansever, Doğan Özgüden gibi kalburüstü entelektüel, sanatçı ve gazetecilerin bulunduğu bir grup, TİP tüzüğünde yer alan, parti yönetici organlarında işçilerin (aslında sendikacıların) yüzde 51 çoğunlukta olması ve bu nedenle parti kongrelerinde çift sandık sistemi uygulanması maddesine itiraz eden bir dilekçe imzaladılar ve kısa süre sonra Parti’den ihraç edildiler. Bu olay bir bölünmeye yol açmadı, ancak olayın kendisi, o zamana kadar sağlıklı bir gelişme gösteren solun geleneklerinde var olan monolitik anlayışların ve tasfiyeciliğin uğursuz bir işareti gibiydi. 

Bunun ardından, TİP içinde daha ideolojik ve derin bir bölünmenin ilk işaretleri görülmeye başladı. Mihri Belli’nin başını çektiği, “Eski Tüfekler” diye anılan, Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) eski liderlerinden Türkiye’de kalmış bir kesim, TİP içinde bir muhalefet başlattı ve bu muhalefet kendini, TİP’in Malatya’da yapılan 1966 kongresinde ifade etti. Gerçi bu muhalefet o kongrede pek varlık gösterememişti ama ilk çıkış olarak da sesini duyurabilmişti. 

Daha sonra Milli Demokratik Devrimciler (MDD’ciler) adını alacak bu muhalefet, tuhaf bir şekilde, ideolojik çizgisiyle ve teorik önermeleriyle TİP yönetiminin sağında yer almasına rağmen, pratik önerileriyle solda duruyordu. Daha doğrusu, MDD’ci muhalefetin dikkat çekici ve cazip yanı, Türkiye’nin yapısına ilişkin açtığı tartışmadan çok, TİP yönetimini “parlamentocu” olarak nitelemesi ve yükselmekte olan anti-emperyalist gençlik hareketine taraftar olmasıydı. 

Elbette “parlamentoculuk” ithamının zaten parlamentoda yer alan bir partiye yöneltilmesi biraz tuhaf kaçmaktadır ama bu ithamda bazı haklı yanlar da yok değildi. TİP yönetimi, özellikle 1965 seçimleriyle parlamentoya girdikten sonra, bir “parti kapatılabilir” paranoyasına kapılmıştı ve bu yüzden parlamento mücadelesiyle doğrudan bağlantısı olmayan eylemlere, Parti’nin kontrol etmekte güçlük çektiği anti-Amerikan gösterilere, hatta 1968’de başlayacak öğrenci hareketlerine kuşkuyla bakıyordu. Kitle hareketlerine bu sakınımlı bakış TİP yönetimini sağa savurdu ve gençlik mücadelelerine destek veren MDD akımı ister istemez sol bir görünüme büründü. Gerçi unutmamak gerekir ki, bu sağa ya da sola yönelmeler, bu ideolojik gösteriler ya da pratiğe yönelik iddialar esasen iktidar mücadelesinin çeşitli atraksiyonlarıdır. 

Yukarıda da belirttiğim gibi, aslında MDD’cilerin ortaya attığı, Türkiye’nin yarı-sömürge, yarı-feodal bir toplumsal yapıya sahip olduğu, dolayısıyla Türkiye’nin önündeki devrim aşamasının Milli Demokratik Devrim olduğu fikriyatı, Stalinist Komintern geleneğinin dikte ettiği oldukça sağ bir tezdi. Her şeyden önce, ortaya atılan “yarı-sömürge yarı-feodal” şablonu Türkiye’nin gerçek toplumsal yapısına uymuyordu. Tersine, TİP’in kendini MDD’cilere karşı savunma güdüsüyle ortaya attığı görüşler gerçeğe daha yakındı. TİP’lilerin dediği gibi, Türkiye, hızla kentleşen, esasen küçük köylülüğe dayanan kırsal yapısı hızla çözülen, orta gelişmişlikte kapitalist bir ülkeydi. Emperyalizmle bağımlılık ilişkisi de herhangi bir sömürge ya da yarı-sömürgelik ilişkisi değil, orta gelişmişlikteki kapitalist bir ülkenin gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkelere mali bağımlılık ilişkisiydi. Öte yandan, emperyalizme karşı “milli burjuvazi”yle ittifak yapma ya da cephe kurma önerisi de oldukça sağ ve saçma bir öneriydi. Çünkü burjuvazinin çeşitli katmanları, en büyüğünden en küçüğüne kadar, finans merkezleriyle bağlantılıydı ve kapitalist-emperyalizmin yanındaydı. Bizatihi bu bağımlılık, yerel burjuvaziyle emperyalist-kapitalist burjuvazi arasında bazı çelişmelere yol açsa da son tahlilde yerel burjuvazi bütün kesimleriyle birlikte kapitalist-emperyalist sistemden besleniyordu ve anti-kapitalist veya anti-emperyalist bir tutum alması mümkün değildi. Kısacası, çizilen stratejiye uygun bir “milli burjuvazi” aramak boşa kürek çekmekti. Ve aslında bu teori, eski komünistler tarafından, ilerici subaylarla bir cunta ortaklığı kurmak amacıyla da kullanılmaktaydı. Bu yönüyle de sağ bir teoriydi. 

Fakat, belirttiğim gibi, global olarak baktığımız zaman, MDD hareketinin veya bölünmesinin genç devrimcilerin daha sola kayma eğilimlerine kısmen cevap verdiğini, dolayısıyla, TİP içinde 1968 yılında meydana gelen sosyalist devrimci-milli demokratik devrimci bölünmesinde MDD’ci kanadın bir sola savruluşun temsilcisi olduğunu söyleyebiliriz. Elbette o dönemde Marksist ve Leninist dogmatik okumaların moda olmasının bu gelişmeyi desteklediğini de. 

Bundan sonraki bölünme 1970 yılı başında, MDD hareketi içinde meydana geldi: Beyaz Aydınlık-Kırmızı Aydınlık bölünmesi. Bu bölünmede Kırmızı Aydınlık, işin başında daha solda görünmektedir. Fakat, günün modası sol olduğu için, Beyaz Aydınlık da kısa sürede Maoculuğu benimseyerek sola doğru bir sıçrama yaptı ve Kırmızı Aydınlık grubunu soldan topa tuttu. İlk başta, Mihri Belli’nin de içinde yer aldığı Kırmızı Aydınlıkçılar, “Kampus Maocusu” diye alaya aldıkları Beyaz Aydınlıkçıları “pasifist” olarak nitelendirdiler ve o sırada solda moda olan “silahlı mücadele”yi reddetmekle suçladılar. Buna karşılık Beyaz Aydınlıkçılar, Kırmızı Aydınlıkçıları, soldan “burjuva devlet teorileri”ni savunmak ve “Kemalizmle bağlarını kopartmamak” türü eleştiriler yönelttiler. Kısacası, bir grup diğerini pratik mücadele açısından soldan; diğer grup ötekini teorik açıdan soldan eleştiriyordu. Yani, herkes bir tür “sol” olduğu iddiasına sarılıyordu ve soldan esen rüzgâr devam ettiği sürece bu böyle gidecek gibi görünüyordu. 

Nitekim, daha 12 Mart öncesinde her iki grupta da yeniden “sol”a doğru bölünmeler oldu ya da bölünmenin sinyalleri verildi. Kırmızı Aydınlık grubundan “silahlı mücadele”ye karar vermiş bir kesim, Mihri Belli ve taraftarlarını “sağ” eğilimli veya “cuntacı” bularak ayrıldı ve bu hareket daha sonraki THKP-C adlı örgütü doğurdu. THKP-C ve yine MDD hareketi içinden çıkmış THKO adlı örgütler, vakit kaybetmeden ve birbirleriyle rekabet halinde silahlı eylemlere giriştiler. Sola savruluş bu örgütlerle zirvesine varmıştı. 

Benzeri bir gelişme, kendini Maocu olarak ilan etmiş olan ve artık Proleter Devrimci Aydınlıkçılar (PDA’cılar) olarak anılan Beyaz Aydınlık grubu içinde de meydana geldi. 1971 yılının ortalarına doğru önce, Hindistan’daki Naksalbari Maocu gerillalarını ve onların lideri Çaru Mazumdar’ı kendine örnek alan ultra sol ve Maoist bir grup, PDA hareketini, “silahlı mücadeleyi ertelemek”le eleştirerek ayrıldı. İbrahim Kaypakkaya’nın başını çektiği diğer grup ise, bir süre daha PDA hareketinin içinde kaldıktan sonra, 12 Mart’ın baskı koşullarında, 1972 yılında, PDA hareketini “sağcı”lıkla, “Kemalizm kuyrukçuluğuyla” ve “silahlı mücadeleyi reddetmekle” eleştirerek “sol”a doğru bölünüp TKP-ML adlı yeni bir örgüt kurdu. Bu kesimde de sola savrulma kendini bu yeni hareketle zirve noktasına taşımıştı. 

Sol Sübjektivizmin Ortaya Çıktığı Belli Başlı Noktalar 

Sol sübjektivizm, sübjektivizmin bir türü olarak da ele alınabilir, fakat daha önemlisi, bir hareketin sola savruldukça, gerçeklikten kopup, gerçekliği kendi sübjektif bakışına göre çarpıtması, hatta bu yönde illüzyonlar görmesi, daha da beteri, bu illüzyonlar yönünde bir pratiğe girip ne yazık ki duvara toslaması ve çok ağır kayıplara uğramasıdır. İbrahim Kaypakkaya hareketinin böyle bir sol sübjektivizmin zirve noktalarından biri olduğunu düşünüyorum. Dogmatizm, şablonculuk ve “devrimci romantizmle” el ele giden bu sol sübjektivizm en belirgin olarak hangi noktalarda ortaya çıkmıştır? 

I. Silahlı Mücadele 

a. Silahlı mücadele fetişizmini körükleyen ortam: 

Silahlı mücadelenin sol militanlarda artık devrimin kendisi kadar (hatta devrimle özdeşleşecek ölçüde) bir tutku haline gelmesinin Türkiye’nin o özel koşullarında bazı nedenleri vardır. 

1968 büyük öğrenci hareketlerine doğru ve sonrasında da devrimci gençlik hareketinin saflarında, kimsenin ne olduğunu tam olarak açıklayamadığı bir devrimci şiddet lafı dolaşır olmuştu. Faşistlerle kavga mı edilmişti: Devrimci şiddet! Sol fraksiyonlar arasında itiş kakış mı olmuştu: Devrimci şiddet! Böylesi bir “devrimci şiddete” taraftar olmayanlar (ki, bunlar da açıktan bir karşı çıkış içinde olmazlardı) kınanıyor ve hatta “pasifist” denerek küçümseniyordu. “Devrimci şiddet”in ise en üst biçimi, “emperyalizme ve işbirlikçilerine” karşı silahlı mücadele yapmaktı. Silahlı mücadele, devrim yapmanın, yani o zamanki anlayışa göre devrimcilerin iktidara gelmesinin en başta gelen şartıydı. Rusya’da böyle olmuştu. Çin’de, Küba’da böyle olmuştu. Vietnam’da vb. böyle olmaktaydı. Bu, devrimin ve devrimciliğin amentüsüydü. 

Elbette bunu destekleyen bol malzeme vardı. Che Guevara’nın destansı öyküsünden, Ostrovski’nin, Rus İç Savaşı’ndaki kızıl askerlerin kahramanlıklarını anlatan Ve Çeliğe Su Verildi romanına kadar. Öyle ki, 1960’ların sonlarına doğru, silahlı mücadele, devrimle özdeşleşmiş, hatta neredeyse ondan bile daha çekici bir amaç haline gelmeye başlamıştı. 

Bunda genç militanların kısa sürede amaca ulaşma kolaycılığı taşıyan devrim anlayışının ne ölçüde payı olmuştur, bu nokta üzerinde de durulmalıdır. “Devrim andı” içilirken her ne kadar devrimci çileciliğin bir göstergesi olarak “devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır,” mısraları terennüm edilir idiyse de, genç devrimciler esasen sabırsızdı ve silahlı mücadeleye duydukları özlem biraz da bu sabırsızlığın ürünüydü. Üstelik 27 Mayıs örneğinden güç alan “sol cunta” beklentileri de bu sabırsızlığı körükleyen bir etki yapmaktaydı. Bir silahlı mücadeleye girişilir ve bu kargaşalığın ardından belki de bir “sol cunta” devrimci özlemler adına iktidara el koyardı. Elbette, İbrahim Kaypakkaya’nın da aralarında olduğu silahlı mücadeleye taraftar olan gençlerin önemli bir kısmı böyle bir cuntacılığa karşıydı, hatta sol içi tartışmalarda cuntacılık eleştirilmekteydi ama “sol cuntayı” ciddi ciddi tasarlayanların silahlı mücadelenin yaratacağı ortamdan yararlanmayı düşündükleri de bir gerçektir. 

Solu destekleyen halk kesimlerinde de gençlerin bu silahlı mücadele tutkusunu teşvik eden bir tutumu gözlemek mümkündür. Devrimcilerle devrimcileri destekleyen halk kesimleri arasında karşılıklı bir kendini beğendirme (kur yapma) ilişkisi söz konusuydu. Devrimciler, keskin ve kararlı tutumlarıyla kendilerini “devrimci halka” beğendirmeye özen gösterirdi. Bunun karşılığında, “devrimci halk” da, devrimcilerin girişeceği silahlı mücadeleye taraftar olduğunu, onları bu konuda desteklediğini göstererek kendini devrimci gençlere beğendirmek isterdi. Bunu gören devrimci gençler, böyle bir mücadeleye giriştiklerinde bu halk kesimlerinin kendilerine destek olacağını, hatta bilfiil silaha sarılacağını sanırdı. Oysa, devrimi destekleyen halk kesimleri, her ne kadar silahlı mücadeleye taraftar gibi gözükse ve bunu teşvik etse de, kendisini böyle bir riske atmaya hiç de hazır değildi. Onlar “devrimci lafazanlığın” ötesinde kendi normal hayatlarını sürdürmekten yanaydı. 

Öte yandan, yerel alanlarda halk, devrimci gençleri kendi “fedaisi” olarak da görmek istiyordu. Muzaffer Oruçoğlu’nun şu anlatımı bunu çok iyi ortaya koymaktadır: “Tam hazırlanmadan, halkın taleplerini de çok dikkate alarak ‘şu bizi dövüyor, o bizi mahvediyor, siz de geziyorsunuz’ gibi eleştirilerin etkisi altında kalarak zamansız harekete geçtik.” (2) Yerel halk, kendisini baştan çıkartmaya çalışan devrimciyi baştan çıkartmaya çalışıyordu. 

———————————— 

(2) Muzaffer Oruçoğlu Anlatıyor, Söyleşi: İbrahim Ekinci, s. 66, Ayrıntı, 2016. 

————————————– 

1971 yılına gelinirken, silahlı mücadele tutkusuyla harekete geçmek üzere derme çatma bir hazırlık yapmış örgütler, sol içindeki iktidar kavgasını, birbirlerinden önce silahlı mücadeleye girişme rekabeti şeklinde sürdürdüler. THKO banka soygunlarına girişti ve sol taraftarlardan takdir topladı. Daha uzun vadeli bir hazırlığı hedefleyen THKP-C, THKO’nun silahlı banka soyma eylemlerinin sonucunda kendi taraftar kitlesinin THKO’ya kayacağını, hatta kaymaya başladığını görerek erken bir şekilde harekete geçti ve o da banka soygunları yapmaya başladı. 12 Mart’ın ilan edilmesiyle gerçek kitle hareketinin daha da geri çekilmekte olduğunu gören devrimci örgütler, biraz da “Kurtuluş Savaşı”ndan kalan “ya istiklâl, ya ölüm” teranesiyle ileri atıldılar. Beyaz Aydınlık-Kırmızı Aydınlık bölünmesi sırasında, bu tür eylemleri “maceracılık” olarak niteleyen Maocu PDA hareketi de bu silahlı mücadele furyasından geri kalmak istemedi ve “fokocu” diye eleştirdiği sol gruplara alternatif bir Maocu “halk savaşı” stratejisi geliştirerek köylülere dayanan silahlı mücadele propagandasına girişti. Bu yöneliş, kaçınılmaz olarak, PDA hareketi içinde, silahlı halk savaşı stratejisini ciddiye alan ve derhal pratiğe uygulamak isteyen bir eğilimin ortaya çıkmasını getirdi: İbrahim Kaypakkaya’nın başını çektiği, daha sonra Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist (TKP-ML) adını alacak eğilimdi bu. 

b. Kaypakkaya’nın silahlı mücadelenin koşulları hakkındaki görüşleri:

Şimdi, İbrahim Kaypakkaya’nın silahlı mücadele ile ilgili olarak PDA hareketine yönelttiği eleştirileri ve Türkiye’de silahlı mücadelenin derhal başlatılmasının koşullarının var olduğuna ilişkin argümanlarını inceleyebiliriz. 

Sadece İbrahim Kaypakkaya’yı değil, PDA hareketini de dizginsiz bir şekilde sola sürükleyen en önemli amillerden biri, Mao Zedung’un başında bulunduğu o zamanki Çin Komünist Partisi’nin, Komintern’den devraldığı, genelde iyimser sübjektivist dünya tahlilidir. (3) ÇKP’nin bu konudaki formülasyonunun, o zamanki PDA hareketinin yanı sıra, İbrahim Kaypakkaya tarafından da büyük bir şevkle tekrarlandığını görüyoruz (4) : 

—————————————- 

(3) Komintern geleneğindeki bu iyimser sübjektivist dünya tahlilinin kaynakları, son derece ilginç bir araştırma konusu olabilir. Burada kısaca belirterek geçeyim: Büyük hedeflerle harekete geçen her örgüt, taraftarlarını yakında gerçekleşecek bir zafer için teşvik etmek üzere boş bir iyimserliği körükler. 

(4) Bu yazıdaki atıflar, Dipnot Yayınları’nın bastığı İbrahim Kaypakkaya Kitabı’ndaki, İbrahim Kaypakkaya’nın “Seçme Yazılar”ından yapılmıştır. Bu makaleler şunlardır ve alıntıların sonunda belirtilen kısaltmalar kullanılacaktır: “Kürecik Bölge Raporu (KBR); “Bir Köylük Bölgedeki Yönetici Yoldaşlara Mektup” (BKB); “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” (KSİ); “TİİKP Program Taslağı Eleştirisi” (PTE); “Şafak Revizyonizminin Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri” (KİD); “Türkiye’de Milli Mesele” (TMM); “Şafak Revizyonizmi ile Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi: TİİKP Revizyonizminin Genel Eleştirisi” (ŞRE) 

—————————————– 

“Günümüzde ise artık hiçbir yarı-sömürgede (ve tabii sömürgede de) Beyaz rejimlerin uzun süre istikrar içinde olacağı söylenemez. Devrimci durum gerek dünya açısından gerek tek tek ülkeler açısından (bazı istisnalar olsa bile)(5) fevkalâdedir. Emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin ise bütün dünyada zafere ilerlediği çağımızın tipik bir özelliğidir bu. (O zamanki bu net formülasyonun altını ben çizdim, G. Z.)” (İbrahim Kaypakkaya Kitabı, Dipnot Yayınları, 2015, KSİ, s. 45) 

——————————-

(5) Kaypakkaya, bu satırları yazarken, muhtemelen son anda, 1965 yılında, Endonezya’da, yüz binlerce komünistin öldürülmesiyle sonuçlanan darbeyi hatırlamış olmalıdır. 

——————————- 

“2) Bütün dünyada emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği, dünya çapında mükemmel bir devrimci durumun mevcut olduğu (Abç, G. Z.) söylenmeliydi.” (Age, PTE, s. 107) 

Kaypakkaya, dünyaya ilişkin bu genel formülasyonu kendi cümleleriyle de açıklamaktadır: 

“Emperyalizm ve gericiler, bütün dünyada buhrandan buhrana sürüklenmekte, bunun sonucu olarak, işçi sınıfı ve bütün devrimci halklara karşı azgınca saldırılara girişmekte, işçi sınıfı ve devrimci halklar ise, Türkiye halkları da dahil, her geçen gün daha büyük kitleler halinde hışımla ayağa kalkmakta, gerici şiddete devrimci şiddetle karşı koymaktadır. Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın birçok ezilen halkları işçi sınıfı önderliğinde silahlı mücadele yürütmektedir.” (Age, ŞRE, s. 254) 

Eğer durum gerçekten de ÇKP’nin, PDA hareketinin ve Kaypakkaya’nın dediği gibi, emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği kadar “mükemmelse”, o zaman silahlı mücadeleye derhal girişmek mantıklı görünmektedir. Fakat zaten sübjektivizm de burada ortaya çıkmaktadır. Çünkü, her ne kadar, yazının başında izah etmeye çalıştığım gibi, dünyada devrimcilere cesaret verici bazı önemli gelişmeler mevcutsa da, aslında 1960’ların sonlarına doğru ya da 1970’lerin başlarında bu olumlu gelişmeleri dengeleyecek bir o kadar da olumsuz gelişme söz konusudur. Ne yazık ki devrimci sübjektivizm her zaman tek yanlı olmuştur ve genellikle olumsuz gelişmeleri görmemekte ısrar etmiştir. Nedir bu olumsuz gelişmeler? Burada en belli başlılarını sıralamaya çalışayım: 

Yukarıdaki dipnotta da belirttiğim gibi, 1965 yılında meydana gelen ve yüz binlerce komünist parti üye ve taraftarının katledildiği Endonezya’daki darbe, ilk uğursuz işaret olarak görülmelidir. Yunanistan’daki, 1974 yılında yıkılacak olan Albaylar cuntası halen işbaşındadır. Portekiz ve İspanya gibi Avrupa ülkelerinde uzun süreli sağcı diktatörlükler halen hükmünü sürdürmektedir. 1968 hareketi 1970 yılından itibaren kitlesel bir geri çekiliş içine girmiştir; Almanya’daki Baader-Meinhof, İtalya’daki Kızıl Tugaylar gibi örgütlerin silahlı çıkışları, aslında bu geri çekilişin göstergeleridir. Sosyalist Blok 1960’ların başından itibaren büyük bir parçalanma içindedir; II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve 1950’lerde zirve noktasına ulaşan Stalin-Tito çekişmesine 1960’larda Çin-Sovyet yarılması eklenmiştir; 1966’da Çin’de büyük bir coşkuyla başlayan Kültür Devrimi, kısa sürede yozlaşma işaretleri vermiş ve parti içi iktidar mücadelesine dönüşmüştür. Aslında, 1980’lerde ve 1990’larda açık seçik görüleceği gibi, sosyalizmin dünya çapında zafere değil büyük bir bunalıma ve hatta çöküşe gittiğinin ilk işaretleri daha bu zamandan görülebilmektedir. ABD ve Avrupa ülkeleri, her şeye rağmen görece bir ekonomik istikrar içindedir. Latin Amerika’daki silahlı gerilla hareketleri yer yer ilerleme sağlarken, yer yer yenilgi almakta, 1970’lerdeki sağcı askeri cunta rejimlerinin adım sesleri duyulmaktadır. Afrika’da sömürgelerin bağımsızlık yönünde attığı adımların hemen ardından sahneye, halkları baskı altına alan tek parti diktatörlükleri çıkmaktadır. Öte yandan Güney Afrika Apartheid Rejimi henüz dimdik ayaktadır. Keza Ortadoğu’da da Baasçı diktatörlükler halkları bastırmakta ve İsrail devleti Ortadoğu’da batı kapitalizminin savaş topu gibi her yana ateş saçmaktadır. Çekoslovakya’nın “Prag Baharı” (gerçi o dönemde Maocular bile “Prag Baharı”na liberalizmin bir göstergesi olarak bakıyordu), 1956’da Macaristan’da olduğu gibi Sovyet tankları tarafından bastırılmaktadır, vb vb. 

İbrahim Kaypakkaya da dahil olmak üzere Türkiye solunun hiçbir kesimi, dünyayı tahlil ederken, olumlu gelişmelerin yanı sıra bu olumsuz gelişmeleri de tahlil etmeye yanaşmamış, özellikle İbrahim Kaypakkaya (bir yere kadar PDA hareketi de) ÇKP’nin iyimser tahlilini, “silahlı halk savaşı”na girişmenin başlıca dayanağı olarak almıştır. Tabii bununla yetinilemezdi. Ülke içindeki durum, işçilerin ve köylülerin silahlı mücadele konusundaki tavrı neydi acaba? Burada da durum “mükemmel”di. Bütün “ezilen sınıflar”, ezilmelerinin derecesine göre, silahlı mücadeleye şu ya da bu ölçüde ve genelde büyük çoğunluğuyla “hazır”dı: 

“Bu tabaka [yoksul köylüler], devrime ve silahlı mücadeleye güçlü bir istek duymaktadır; her türlü reformist ve burjuva görüşlere dudak bükmektedir.” (Age, KBR, s. 23) “Yoksul köylülerin ve özellikle yoksul köylü gençlerinin hemen hemen hepsi silahlı mücadele düşüncesinde birleşiyorlar.” (Age, KBR, s. 28) “Bölgemizdeki çobanlar… silahlı mücadelenin en ateşli savunucularıdır.” (Age, KBR, s. 22) “Genç kadınların, gelin ve kızların çoğu devrimci mücadeleye güçlü bir sempati duyuyorlar. Silahlı mücadelenin özlemini çekiyorlar.” (Age, KBR, s. 29) “Orta köylülerin alt kesimi devrime isteklidir. Kendi kurtuluşlarının silahlı mücadele ile olacağı gerçeğini gün geçtikçe daha derinden hissediyor ve kavrıyor. Reformcu görüşlere kuşkuyla bakıyorlar.” (Age, KBR, s. 24) “Devrimci mücadelemizin ileri aşamasında… (zengin köylülerin alt kesimi), emekleye emekleye devrim katarının peşinden sürüklenecek…” (Age, KBR, s. 26) “Geniş köylü kitlesi (yoksul ve orta halli köylüler, hatta zengin köylülerin aşağı kesimi) Demokratik Halk Devrimi’nin güçlerini oluşturmakta ve hızla devrimci mücadelenin saflarında yerlerini almaktadırlar.” (Age, KBR, s. 30) “Silahlı mücadeleye büyük bir özlem duyan halk…” (Age, KBR, s. 31) “Ülkemizde büyüyen ve derinleşen ekonomik ve siyasi bunalım, silahlı mücadelenin objektif koşullarını yaratmış ve olgunlaştırmış durumdadır. Bölgemizde silahlı mücadele için koşullar daha da elverişlidir.” (Age, KBR, s. 35) “Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu (abç, G. Z.), kurtuluşlarının ancak silahlı mücadeleyle olacağını kavramış durumdadır (abç. G. Z.).” (Age, ŞRE, s. 254) “Bugün ülkemizdeki devrimci mücadele çok önemli bir noktaya, silahlı mücadele yolunu tutmayan bir akımın, bunun adı isterse komünist hareket olsun, kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor.” (Age, ŞRE, s. 254) “… silahlı mücadele, şartların elverişli olduğu bölgelerden başlatılmalıdır ve hemen başlatılmalıdır.” (Age, ŞRE, s. 274) “Silahlı halk savaşına girişmek için objektif şartlar son derece elverişlidir. İşçi ve köylü yığınlarının kendiliğinden gelme mücadelesi çığ gibi büyüyor ve yer yer silahlı çatışmalara kadar varıyor.” (Age, ŞRE, s. 221) “İşçilerin ve köylülerin önemli bir kısmı kurtuluşlarının silahlı mücadeleyle olacağını biliyor (abç. G. Z.).” (Age, ŞRE, s. 335) “Bu hain burjuva baylar, derhal sınıf düşmanlarını imha etmek isteyen köylülerin karşısına çıktıkları için onlardan kopmuşlardı.” (Age, ŞRE, s. 276) 

İbrahim Kaypakkaya’nın “sınıfsal tahlili”nin, her ne kadar somut bazı bölgelerin incelenmesine dayansa da, aslında gerçek durumdan çok, kendi isteklerine uygun olduğu görülebilmektedir. Bir kere, araştırma yapılan bölgedeki bütün sınıfsal katmanlardan insanlarla tek tek konuşulmuş olamaz. Konuşulmuş olsa dahi, o bölgedeki köylülerle yapılan akşam sohbetlerinden ne derecede sağlıklı bir sonuç çıkabilir? Devrimci gençler köylerine konuk gelmiştir. Köylüler onları geleneklerine uygun olarak ağırlamıştır. Konuk kalınan evler, genellikle sola eğilimli evlerdir. Zaten bölge Alevi bölgesi olduğundan iktidarlara karşı geleneksel bir karşıtlık söz konusudur. Dolayısıyla köylüler, devrimci gençlerin fikirlerini, kısmen katıldıkları, kısmen onlarla ters düşmek istemedikleri, kısmen de onların takdirini toplamak için onaylamaktadır. Bu akşam sohbetlerinde devrimci gençler elbette köylülerin ekonomik durumunu da öğrenmeye çalışmış ve buna ilişkin sorular sormuşlardır. Hatta onlardan, köyün genel olarak ekonomik ve sınıfsal durumuna ilişkin de bilgi almışlardır ama bu bilgiler ne kadar sağlıklıdır? Daha uzun süreli sosyolojik saha araştırmalarında bile yanılma payı büyükken bu tür yüzeysel sohbetlerden hemencecik sağlıklı sonuçlara varmayı beklememek gerekir. 

Oysa Kaypakkaya, vardığı sonuçları kesin ve değişmez doğrular olarak ortaya koymuştur. Öte yandan, tek tek sayım yapsanız tam ve kesin bir sonuca varamayacağınız sınıfsal eğilim ve yönelişler konusunda kesin kanaatler ileri sürmüştür. Bu kanaatlerin sübjektif olduğu o kadar açıktır ki, her sınıfsal kesim, sanki mekanik bir alete bağlıymış gibi kendinden beklenen tavrı şıp diye ortaya koyuvermektedir: Yoksul köylüler silahlı mücadele konusunda en kararlıdır; orta köylüler orta kararlıdır; zengin köylülerin alt kesimi zayıf kararlıdır; daha üst kesim devrimin peşinden isteksizce sürüklenmektedir vb vb! Bunların gerçeğe tekabül edip etmediğini bilmek mümkün değildir elbette ama Kaypakkaya’nın kafasındaki “öyle olsa gerek” yargısının ürünü olduğu çok açıktır. 

Hele çobanlarla, köylü gelin ve “kız”larla ilgili ileri sürülen yargılar sübjektivizmin zirvesini oluşturmaktadır. Yoksul, genç çobanların ya da köylü genç kadınların devrimcilere en sıcak ilgiyi gösterdiğini tahmin etmek zor değildir. Köydeki eşkıya efsanelerinin en fazla etkisi altında kalanların ve köylü romantizmine çabucak kapılıverenlerin öncelikle reel toplumsal bağları henüz oluşmamış ya da nispeten zayıf bu kesimlerden çıkacağı açıktır, hatta köylü genç kadınlarda bu ilgi, ideal kahramanlara duyulan platonik ve romantik aşkla da birleşebilmektedir. Bu tür romantik ilgilerden köylü çobanların ve genç kadınların silahlı mücadelenin ateşli taraftarı ya da daha fazlası silahlı mücadeleye bilfiil katılmaya gönüllü oldukları sonucunu çıkartmak sübjektivizmin naifliğe evrildiği noktaya işaret etmektedir. Bu insanların çoğu, her ne kadar devrimcilerin hoşuna gidecek şeyler söylemiş, hatta içlerinden en gözüpek olanlar mağaralara yiyecek taşımışlarsa da, doğaldır ki sıradan hayatlarını altüst edecek bir mücadeleye girmek için –belki bir iki istisna dışında – herhangi bir adım atmamışlardır, atmalarını beklemek de verili koşullarda saçma olur zaten. Gerçi daha sonraki dönemlerde PKK’nin başlattığı gerilla savaşına özellikle genç kadınların katılımındaki yüksek oran, Kaypakkaya’nın tespitlerini ileriye yönelik bir öngörü olarak kaydetmemizi gerektirir, fakat bu da ancak belli şartlar göz önüne alındığında geçerlidir. PKK’nın gerilla savaşı, Kaypakkaya’nın umduğu gibi bir toprak devrimi savaşı değil, bir milli savaştı ve daha önemlisi, böyle bir savaşa katılım ancak ülke dışında (Bekaa’da, daha sonra Kandil’de) insanlara güven veren görece güvenli üs bölgelerinin oluşmasıyla mümkün olabilmiştir. Kaypakkaya’nın öngördüğü silahlı mücadelede bu koşulların hiçbiri mevcut değildi ve onun tarafından aranır koşullar da değildi. 

Köylülerin büyük çoğunluğunun silahlı mücadelenin gerekliliğini kavramış olduğunu ileri sürebilmek için, örneğin 1920’lerdeki Çin’in kırsal bölgelerindeki gibi bir durumun olması gerekirdi. Öyle ki, orada köylü kitleleri ölmekle-yaşamak arasında bir çizgideydiler. Açlıktan ölüm, günlük, sıradan bir olaydı. En yoksul insanlar, yaşayabilmek için çocuklarını satıyordu. Feodal ağaların ve savaş ağalarının zulmü had safhadaydı. Bir avuç toprak elde etmek için köylüler bir ölüm kalım mücadelesine girmeye gerçekten hazırdılar. Merkezi otorite diye bir şey yoktu ve savaş ağaları arasındaki silahlı çatışmalar günlük hayatın bir parçasıydı. Kısacası yarı aç köylü kitleleri zaten ölümün sınırında yaşıyordu. Böyle bir ortamda, köylülerin, silahlı mücadeleyi hiç düşünmeseler, lafını etmeseler bile, kendilerine toprak ve yaşam vadeden bir partinin (ÇKP’nin) başlatacağı bir silahlı mücadeleye akın edeceklerini ve silaha sarılacaklarını, bu mücadeleye omuz vereceklerini tahmin etmek hiç de zor değildir ve zaten öyle olmuştur. Ne var ki, 1920’lerin Çin köylülüğünün yaşadığı ortamla 1960’ların Türkiye köylülüğünün yaşadığı ortam arasındaki benzerlikler çok azdır. Türkiye köylülüğü açlık içinde değildir. Merkezi otoritenin ortadan kalktığı bir iç savaş ortamı içinde bulunmamaktadır. Çin’den farklı olarak Türkiye köylülüğünün büyük kesimi küçük köylü ekonomisi içinde yaşamaktadır ve büyük bir toprak özlemi içinde değildir. Türkiye köylülüğü, Almanya’da ve büyük şehirlerde işçilik yapan yakınlarından önemli bir ekonomik destek aldığı gibi, büyük şehirlerdeki akrabalarına da ürettiği bulgur, yağ, peynir vb. gibi ürünlerle destek olmaktadır. Dolayısıyla, köylülerin “silahlı mücadele isteği” ya da “kavrayışı”, özellikle Alevi köylülerin, devletle çatışma içindeki devrimci gençlere Alevi geleneklerinden gelen dostça ama o ölçüde de ihtiyatlı bir destek ifadesinin İbrahim Kaypakkaya gibi devrimci gençlerde yarattığı bir illüzyondan başka bir şey değildir. 

c. Kızıl siyasi iktidar üzerine görüşler 

İbrahim Kaypakkaya’nın silahlı mücadele konusundaki sübjektivizmi, silahlı mücadele yoluyla kurulacak (Çin’den ve Mao’dan aktarılma) “Kızıl siyasal iktidar” anlayışında kendini net bir şekilde göstermektedir. 

Bu noktada sübjektivizmle dogmatizm (bu ikisi kendi aralarında çok iyi anlaşır) el ele gitmektedir. Mao Zedung’un Çin’in o günkü ortamından yola çıkarak “kızıl siyasi iktidar” için öngördüğü koşullar, mekân ve zamandan azade bir şekilde, bir Kur’an tefsiri gibi ele alınıp tartışılmaktadır: 

“1. Ülkemiz, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkedir. Bu açıdan ülkemizde kızıl siyasi iktidar imkânı mevcuttur.” (Age, ŞRE, s. 296) 

Kaypakkaya bu formülasyonu, “yarı-sömürge, yarı-feodal yapı” görüşü MDD’ciler arasında o zaman genel kabul gördüğü için bu kadar rahat bir havada ileri sürebilmektedir. Ne var ki, zaman içinde, Türkiye’nin ne yarı-sömürge ne de yarı-feodal bir ülke olduğu ortaya çıkmıştır. Günümüz dünyasında, emperyalist-kapitalist sistem içinde kaçınılmaz olarak yer alan Türkiye gibi orta gelişmişlik düzeyindeki, emperyalist büyük devletlere ekonomik bakımdan bağımlı ülkeleri “yarı-sömürge” olarak nitelemek pek doğru görünmemektedir. Burada etraflı olarak tartışmamız mümkün değil ama kısaca belirtecek olursam, “yarı-sömürge” kavramı, 20. Yüzyılın başında, Osmanlı imparatorluğu, Çin ve İran gibi ülkeler için ileri sürülmüş ara bir kategoridir. Sebebi de şudur: Emperyalist ülkelerin, sömürgelerde olduğu gibi doğrudan yönetemediği veya işgal edemediği, ancak yıkılmış ekonomileriyle ve kapitalizme ağır borç yükleri nedeniyle (kapitülasyonlar vb.) neredeyse sömürgelere benzer bir bağımlılık içinde olan bu büyük ama çökmüş ülkelere yarı-sömürge denmiştir. Dolayısıyla, 20. Yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye gibi, emperyalizme ekonomik bakımdan bağımlı, fakat siyasi bakımdan bağımsız ülkeleri yarı-sömürge olarak nitelemek, neredeyse sömürge statüsüne düşmüş ya da düşmek üzere olan Çin, İran, Osmanlı gibi ülkelerle önemli toplumsal yapı farklılıkları gösteren ülkeleri aynı kategoride görmek son derece yanıltıcıdır. 

Diğer yandan, “yarı-feodal” nitelemesi de 1960’lar Türkiye’sine uymamaktadır. 20. Yüzyılın başındaki Çin’e oldukça uyan bu niteleme, ticari sermayeye bağımlı küçük köylü ekonomisinin hâkim olduğu Türkiye’de geçersizdir. 1960’ların Türkiye’sinde bile kırsal alanlarda ticaret kapitalizmi hâkim üretim tarzıydı. Bu konuda, Korkut Boratav’ın o zaman yaptığı çözümlemelerin geçerli olduğunu düşünüyorum. 

Kaldı ki, Kaypakkaya’nın dediği gibi, Türkiye gerçekten “yarı-sömürge, yarı-feodal” olsaydı “kızıl siyasi iktidar”ın koşulları otomatikman var olur muydu? Hiç sanmıyorum. “Kızıl siyasi iktidar”, tamamen Çin’in özel koşullarına bağlı bir olgudur. Hâkim rejimlerle göğüs göğüse gelmiş her güç, kendisini yaşatacak geri üs bölgelerine ihtiyaç duyar. Başka yerlerde bu üs bölgeleri komşu ülkelerin topraklarında bulunmuştur. Fakat Çin gibi merkezi iktidarı parçalanmış, savaş ağaları arasındaki savaşların sürdüğü, devasa büyüklükteki bir ülkede bu üs bölgeleri ülke içinde de tesis edilebilirdi ve nitekim öyle olmuştur. Ancak, merkezi iktidarı yerli yerinde duran, ülkenin her köşesi polis, jandarma ve ordu güçleriyle denetim altında tutulan bir ülkede “kızıl siyasi iktidar”ı kurmak ve yaşatmak neredeyse imkânsızdır. Nitekim, 1960’lardan bu yana yaşanan bütün gerilla deneyleri bunu ispatlamıştır. PKK, silahlı güçlerini, ancak ülke dışındaki üsleri sayesinde var edebilmiştir. 

“2. Ülkemizin, her bölgesinde değil ama, birçok bölgesinde kuvvetli bir kitle temeli mevcuttur. Köylüler, son yıllarda birçok demokratik mücadelelerden geçmişler; köylük bölgelerimizde bugüne kadar görülmedik bir birikim meydana gelmiştir.” (Age, ŞRE, s. 296) “… ülkemizin birçok bölgesinde sağlam bir kitle temeli mevcuttur. Bu bölgelerde Kızıl siyasi iktidarlar, diğer şartların da mevcut olmasıyla gerçekleştirilebilir ve gelişebilir.” (Age, KSİ, s. 46) 

Bu noktada da gerçeklerden tamamen kopulmuştur ve sübjektivizm illüzyon noktasına doğru ilerlemektedir. Kızıl siyasi iktidar, ülkenin içinde, merkezi devlet güçlerinin giremediği bölgeler yaratmak demektir ki, ne o zaman ne de bir başka zaman Türkiye’nin kırsal bölgelerinde böylesi bölgeler yaratacak kadar güçlü bir kitle gücü oluşmuştur. Hatta şunu söyleyebiliriz ki, eğer merkezi iktidar parçalanmamış ve kızıl güçler Çan Kay-şek’in güçlerinin ulaşamayacağı kadar uzak bölgelere çekilmemiş olsaydı, Çin’de bile, o kadar güçlü kitle desteğine rağmen kızıl siyasi iktidarı yaşatmak mümkün olmayabilirdi. Nitekim, Mao’nun ünlü “uzun yürüyüş”ü, esasen yaşayabilmek için Çan Kay-Şek’in silahlı güçlerinden çok uzaklara kaçmak anlamına gelir. Mao Zedung’un ÇKP’nin yönetimindeki güçlerini çok uzak bölgelere çekmesinin tek nedeni vardı: Çan Kay-şek’in silahlı saldırılarından kaçınarak güçlerini korumak ve böylece, görece daha barışçı bir ortamda, köylülere dayanan kızıl üs bölgeleri inşa etmek. Kısacası, “Kızıl siyasi iktidarlar”, sanıldığının tersine, silahlı mücadelenin sert olduğu bölgelerde değil, silahlı çatışmalardan daha uzak bölgelerde kurulabilmiştir ve sağlam kitle temeli de ancak böyle uzak bölgelerde anlamlı bir etken olabilmiştir. 

“3. Devrimci durum, gerek dünya çapında gerekse ülke çapında son derece elverişlidir. Geçici ve kısa süreli istikrar dönemleri olsa bile devrimci durum esas olarak yükselmeye devam ediyor. Bu, ‘emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere doğru ilerlediği’ çağımızın en bariz, en tipik özelliğidir. Kızıl siyasi iktidar için bu bakımdan da şartlar son derece elverişlidir.” (Age, ŞRE, s. 296-297) “ ‘Devrimci durum’un ülke çapında gelişmesi meselesine gelince, birinci olarak bu, bütün dünya çapında ve özel olarak ülkemiz çapında mevcuttur. ‘Beyaz rejimin’ istikrar dönemleri çok kısa ve geçici olmaktadır.” (Age, KSİ, s. 50) 

Yukarıda da açıkladığım gibi, o günkü koşullarda, dünya çapında “devrimci durum” olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Kapitalist-emperyalist sistem her zamanki buhranlarıyla uğraşmaktadır ama devrimci cephe de, daha sonraki yıllarda belirgin bir hal alacağı gibi, önemli buhranlar içindedir. Dolayısıyla, o gün Çin’in formüle ettiği gibi, “emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin zafere ilerlediği” bir durum yoktur ve bu formülasyon aldatıcıdır. Sanırım, Kaypakkaya bu formülasyonun cazibesine kapılmıştır. Diğer yandan, Kaypakkaya’nın temel yazılarının çoğunluğunun yazıldığı 1972 yılında ülke içinde “devrimci durumun” esamesi okunmamaktadır. 1972 yılı, Türkiye’nin devrim açısından en karanlık yıllarından biridir. Sol, 12 Mart rejimi tarafından baskı altına alınmış, sola eğilimli halk kesimleri sindirilmiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, bu yılın 6 Mayıs günü idam edilmiş; Mahir Çayan ve arkadaşları, bu yılın 30 Mart günü Kızıldere’de topluca katledilmiştir. Bir yıl sonra da İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır’da öldürülecektir. 

Bütün bunların ötesinde, dünya çapında da durum, Kaypakkaya’nın öngördüğü gibi değildir: Bu yazıların yazılmasından yirmi yıl sonra Sovyetler Birliği ve sosyalist tanımlı diğer Doğu Avrupa ülkelerinde sistem çökecek, Çin Halk Cumhuriyeti ise, bizzat ÇKP’nin yönetiminde dizginsiz bir kapitalizme yönelecekti. 

II. Sınıf Tahlili 

a. Milli burjuvazi meselesi 

Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketinin 1960’lı yılların ortalarından itibaren ortaya çıkmasıyla birlikte “milli burjuvazi”nin varlığı-yokluğu tartışması neredeyse Türkiye solunun ana tartışma konusu olmuştur. Bugünden bakıldığı zaman oldukça saçma görünen bu tartışmanın zihinleri bu kadar meşgul etmesinin nedeni elbette Türkiye’nin yapısının ve dolayısıyla Türkiye’nin önündeki devrim aşamasının ne olduğu ve bununla bağlantılı olarak devrimin müttefiklerinin hangi sınıflar olacağıydı. İşin aslına bakılacak olursa, elle tutulamayan, koklanamayan, görülemeyen ve duyulamayan “milli burjuvazi”nin gündemi bu kadar işgal etmesinin esas nedeni, “milli burjuvazi”ye atfedilen bazı “milli” özellikleri taşıdıkları farz edilen, MDD’cilerin ve YÖN’cülerin o zaman verdikleri adla, asker-sivil aydın zümre ya da daha objektif bir adlandırmayla, 27 Mayıs hareketiyle tarih sahnesine çıktığı söylenebilecek, Kemalist eğilimli askerler ve aydınlar kesimiydi. MDD’ciler, bu kesimle ittifak yapmayı, hatta onların yapması muhtemel yeni bir askeri darbede yer almayı planlıyorlardı. 

Öte yandan, MDD’cilerin paradigmalarını dayandıracakları teorik temeller de vardı. Lenin, Rusya’da, “milli” burjuvaziden değil ama “kaypaklık” veya “iki tarafa da çekilebilirlik” gibi benzer özellikler gösteren “liberal burjuvazi”den söz etmişti. Daha önemlisi, Ekim devriminden sonra Lenin’in önderliğindeki Komintern, batılı emperyalistler tarafından yalnızlaştırılan ve ambargo altına alınan Sovyetler Birliği’ne yeni müttefikler bulmak için gözlerini “doğu halklarına” çevirmiş ve Afganistan, Türkiye, Hindistan gibi emperyalizmin baskısı ve sömürüsü altındaki ülkelerin egemen sınıflarının emperyalizme karşı çıkıp çıkamayacağını, dolayısıyla bu kesimlerle ittifak yapılıp yapılamayacağını tartışmaya başlamıştı. Komintern içinde Hintli Roy’la Lenin arasında bu konuda bir tartışma cereyan etmişti. Roy, böyle bir ittifakın bu tür ülkelerde devrimi bitireceğini ileri sürmüş, Lenin ise bir orta yol bulmaya çalışmıştı. Emperyalizme karşı olacağı farz edilen “milli burjuva” teorisini esas geliştiren ise, Çin’de Guomintang adlı milliyetçi-modernist partiyle ittifakı savunan Stalin olmuştu. Stalin, kurucusu Sun Yat-sen olan ve 1920’li yıllarda Çan Kay-şek’in başında bulunduğu Guomintang’la, Komintern’in güçlü ve gelişen partilerinden ÇKP’nin ittifakını savunmuş, hatta ÇKP’yi buna zorlamıştı. Bu teoriye göre, Guomintang’ın temsil ettiği farz edilen Çin’in “milli burjuvazisi” ile emperyalizm arasında bir çelişki vardı ve bu sınıfı temsil eden Guomintang’la emperyalizme ve feodalizme karşı mücadelede ittifak yapılabilirdi. Her ne kadar sonunda temelde Menşevik olan bu teori, bizzat Guomintang’ın giriştiği bir komünist katliamıyla sonuçlanıp hüsrana uğradıysa da Mao zedung, Komintern’in “milli burjuvazi” teorisini sürdürdü, hatta yarı-sömürge yarı-feodal diye kategorileştirdiği ülkelerde “komprador burjuvazi-milli burjuvazi” ayrımı yaparak teoriyi daha da geliştirdi ve genele teşmil etti. 

Türkiye’deki MDD’ciler bu teoriyi neredeyse aynen aldılar ve kendi, “asker-sivil aydın” zümreyle ittifak politikalarının temeli yaptılar. MDD hareketinin içinden gelen Kaypakkaya ise bu teoriyi temelde kabul etmekle birlikte, “milli burjuva” denilen kesimin ya da “milli burjuva” denilen Mustafa Kemal hareketinin aslında “milli burjuva” olmadığını ileri sürerek genel olarak MDD’ci kesimde, özel olarak da PDA hareketi içinde önemli bir yarılma yarattı. Ne var ki Kaypakkaya, bu yarılmayı yaratırken, “milli burjuvazi-komprador burjuvazi” paradigmasını reddetmedi, hatta iyice pekiştirdi bile denebilir. Onun karşı çıktığı, doğrudan “milli burjuvazi” teorisi değil, Kemalizmin “milli burjuvazi”yi (“orta burjuvazi” de denmektedir) temsil etmediğiydi. Dahası, gerçeklikte böyle bir ayrım var olsa dahi, bu ayrımların sanki eczacı tartısında tartılırmış gibi yapılabilmesinin gerçeklikten değil, kafadaki ayrımlardan doğduğu görülebilmektedir. Dolayısıyla Kaypakkaya’nın bu noktadaki teorisi yanlış bir temele dayandığı gibi, “sınıf mücadelesi teorisine” uygun olması kaygısıyla yaptığı ayrımlar da tamamen sübjektif ve mekanikti. Şimdi Kaypakkaya’dan alıntılarla bu “milli burjuvazi” meselesine daha yakından bakalım: 

“Sosyal alanda, eski komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hâkim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski komprador Türk büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır.” (Age, PTE, s. 75); “Kemalist iktidar bir bütün olarak, milli karakterdeki orta burjuvazinin çıkarlarını temsil etmemekte…” (Age, PTE, s. 75); “CHP’ye hâkim olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği, iktidarı ele geçirdikten sonra, 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi birdenbire karşısına almayı doğru bulmamıştır; orta burjuvazinin, 27 Mayıs Anayasasına giren bazı sınırlı demokrasi taleplerini bu nedenle kabul etmiştir.” (Age, PTE, s. 84); “Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları… demokratik halk devrimiyle ‘hâkim’ mevkilerinden alaşağı edildiği zaman, hâkim sınıflar kimler olacaktır? Esas olarak işçi sınıfı, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, milli burjuvazinin devrimci kanadı.” (Age, PTE, s. 95); “Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar (6) , Kemalist devrimden bahsederken “milli burjuva” kavramını, Türk olan burjuva anlamında kullanmaktadırlar. Milli burjuva-komprador burjuva ayrımı, onlarda henüz yoktur. Bu kavramı daha sonra, yeni anlamıyla Mao Zedung yoldaşta görmekteyiz. Lenin, Stalin ve Şnurov yoldaşlar, Kemalist devrime, ‘milli burjuva devrimi’ derken, kastettikleri ‘komprador olmayan burjuvazinin devrimi’ değildir; kastettikleri ‘Türk olan burjuvazinin devrimi’dir.” (Age, KİD, 114); “Geri ülkelerde komprador olmayan burjuvazi, yani milli burjuvazi… sınırlı da olsa, devrimci bir nitelik taşır. Devrimci olmayan sınıf, emperyalizmle menfaat birliği halinde olan komprador burjuvazidir.” (Age, KİD, s. 115); “Milli karakterdeki orta burjuvazi, Kurtuluş Savaşı’nın önderi değildir ama, Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir rolü vardır.” (Age, KİD, s. 116); “Hatta Kemalist diktatörlük bir ölçüde, emperyalizmle işbirliği halinde olmayan orta burjuvaziyi de eziyordu.” (Age, KİD, s. 121); “Nasıl, 1924-1927 Çin Devrimi’nden hemen sonra iktidar, orada komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının eline geçmişse, Türkiye’de de bu olayın bir benzeri Çin’den daha önce cereyan etmiştir.” (Age, KİD, s. 121); “Şafak revizyonistleri, M. Kemal’i Sun Yat-Sen’e benzetiyorlar. M. Kemal, Sun Yat-Sen’e değil, Çan Kay-Şek’e benzer.” (Age, KİD, s. 159) “CHP’ye nispeten ilerici bir karakter kazandıran şey, onun içinde başından beri sosyal bir güç olarak mevcut olan fakat partiye hâkim olmayan bu milli karakterdeki orta burjuvazidir.” (Age, KİD, s. 122); “Geri ülkelerde, halk sınıflarına bir de emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizmine karşı, demokratik halk devrimi safında yer alan milli burjuvazinin devrimci kanadı girer.” (Age, TMM, s. 166-167); “Gerek TİP hareketi, gerekse M. Belli hareketi sınıf muhtevası itibarıyla milli burjuvazinin iki siyasi akımıydı.” (Age, ŞRE, s. 217); 

———————————– 

(6) İbrahim Kaypakkaya’nın biraz da safça bir tutumla, neredeyse Lenin, Stalin ve Mao düzeyinde gördüğü, Türkiye Proletaryası (çev: Güneş Yarkaya, Yar Yayınları, 2006)adlı kitabın yazarı “Şnurov Yoldaş”ın kimliği konusunda herhangi bir bilgiye rastlayamadım. Muhtemelen, Türkiye’deki Sovyet Konsolosluğu’nda görev yapmış, Parti’nin emriyle kitap yazmış bir Sovyet memuruydu. 1930’lu yıllardaki Büyük Temizlik’ten sağ çıkıp eceliyle ölmüşse eğer, daha sonraki çalışmaları konusunda da hiçbir bilgi yoktur. G. Z. 

————————————- 

Bu konuya, Marx’ın sınıflar ve sınıf mücadelesi üzerine saptamalarının, tilmizleri tarafından genelde yanlış ve mekanik bir biçimde anlaşıldığını söyleyerek gireyim. Öyle ki, Marx’ın, toplumların gelişmesinde sınıf mücadelesine verdiği tayin edici rol, tilmizleri tarafından adeta, sınıflar birer şahısmışçasına öznelleştirilmiş ve aslında Marx’ta bir soyutlama olan sınıflar, mekanik bir tarzda, topluca şöyle ya da böyle hareket eden, şu anda böyle yapıp, sonra başka bir istikamete doğru yola çıkan birer bireymiş gibi ele alınmıştır. Bu, İbrahim Kaypakkaya’da, yukarıda örneklerini verdiğim gibi, şahikasına çıkmaktadır. Öyle ki, bir sınıfın ya da sınıfsal kesimin (örneğin “milli burjuvazi”nin) geneldeki “tavrı”na uygun düşmeyen bir durum ortaya çıktığı zaman devreye derhal “milli burjuvazinin sol kanadı” ya da “devrimci kanadı” girivermektedir. Belli ki, bunlar, gerçeğe tekabül etmeyen, gerçekliğin kafadaki kategorilere göre kesilip biçildiği bir düşünce biçiminin yansımalarıdır. 

Mao zedung, “komprador burjuvazi-milli burjuvazi” ayrımını hangi donelere dayanarak yaptı ve bu ayrım Çin’de ne kadar gerçeğe uyuyordu bilemiyorum ama Türkiye açısından duruma baktığımızda böyle bir ayrımın gerçeğe tekabül etmediğini görebiliriz. Kısacası, emperyalizmle işbirliği yapan bir “komprador burjuvazi” ve emperyalizmle çelişkisi olan bir “milli burjuvazi” yoktur; ne Osmanlı imparatorluğu zamanında, ne Cumhuriyet döneminde ne de bugün. Gerçeğe çıplak gözle baktığımız zaman gördüğümüz apaçık şudur: Türkiye’de, Osmanlı döneminde de, Cumhuriyet döneminde de merkezileşmiş iktidarın çevresinde toplaşmış, asker ve sivil bürokrasiden ve devlete sırtını yaslayarak palazlanmış sermaye kesiminden oluşan bir hâkim tabaka veya eğer illa sınıf demek icap ediyorsa hâkim sınıf vardır. Bu hâkim sınıfın elbette üst, orta ve alt kesimleri bulunmaktadır, fakat bu kesimlerin toplumsal ve politik yönelimleri emperyalizme göre belirlenmemektedir. Örnek verecek olursak, bugün bu hâkim sınıfın en alt kesimini oluşturan dükkân sahibi tüccar-bayiler, sanıldığının tersine emperyalist-kapitalist sermayeye en bağımlı ve aynı zamanda en reaksiyoner kesimdir. Bu hâkim sınıf, üst, orta ve alt kesimleriyle, bir bütün olarak kapitalist dünya ekonomisine bağımlıdır ve bu nedenle kapitalist-emperyalist sistemle hem işbirliği içindedir, hem de çelişmeleri mevcuttur. Sonuç olarak, farklı katmanlardan ve kesimlerden oluşan Türkiye’nin hâkim sınıfı, genelde emperyalist-kapitalist sisteme bağımlıyken, aynı zamanda bu sistemden doğal olarak bir takım noktalarda şikâyetçidir. Bunun “komprador”lukla da “milli”likle de bir ilgisi olmadığı gibi, “üst” ya da “orta” veya “aşağı” kesimde yer almakla da bir ilgisi yoktur. Konjonktüre göre, hâkim sınıfın en üst ve yönetici kesimleri emperyalist sistemle daha fazla çatışan bir tutuma girebileceği gibi, daha alt veya orta kesimleri kapitalist sistemle daha uyumlu ilişkileri savunabilir. 

Kaypakkaya olsun, Marx’ın sınıfsal analizlerini güncel siyasi tahlillere taşımaya çalışan diğer mekanik Marksistler olsun, toplumsal ve siyasi olayları izah etmek için, çok yapısal gibi görünen sınıf analizini güncel alanda mekanik ve sübjektif bir tarzda kullanmaktadırlar. Hâkim sınıf 27 Mayıs’ta “ilerici” bazı uygulamalar mı getirmiştir, olayın izahı kolaydır: Bu uygulamayı getiren, emperyalizm işbirlikçisi “komprador burjuvazi” olamayacağına göre, mutlaka “milli burjuvazi”dir. Hâkim sınıfın içinden bir kesim sola doğru bir eğilim göstermiş, hatta “milli burjuvazi”nin çapını aşacak ölçüde sola mı kaymıştır, bunun da izahı vardır: “milli burjuvazinin sol kanadı” veya “devrimci kanadı”nın yönelimidir bu. Hatta sol içinde bir kesimin, diyelim ki TİP veya MDD’ci Mihri Belli kesiminin ne olup ne olmadığı mı açıklanmak isteniyor, bunun da kolayı vardır: Sol siyaset veya ideoloji açısından eleştirilen bu örgüt ya da eğilimlere de “milli burjuva” veya “orta burjuva” yaftası yakıştırılıp işin içinden çıkılır. Böylece bu örgüt ve eğilimler hem “burjuva” denerek dışlanmış, hem de “milli” ya da “orta” denerek yine de sol görüşleri savunmaları izah edilmiş olmaktadır. Kısacası, tahlilleri olgular değil, olguları tahliller yönlendirmektedir. Ayrıca, bu ince “sınıfsal” ayrımlar acaba hangi hassas eczane terazisinde ölçülerek ortaya konmaktadır, insan gerçekten merak etmektedir. Dahası, koca sınıflar veya sınıfsal kesimler, nasıl oluyor da bu kadar kısa zaman dilimleri içinde, adeta birer birey gibi karar verip tutum değiştirebiliyor, oradan buraya buradan oraya yer değiştiriyor, tutum değiştiriyor, parti değiştiriyor, bu da ayrı bir merak konusudur. Kaldı ki, “milli burjuvazi” denilen kesim veya kesimlere böylesine “anti-emperyalist” roller biçmek, bir anlamda sol gösterip sağ vurmak anlamına gelmemekte midir, yani pek “sol” görünen Kaypakkaya, acaba “milli burjuvazi” denilen kesimlere fazla kredi açmamış mıdır? 

Nitekim, Çin’le ilgili Sun Yat-sen/Çan Kay-şek ayrımında bunu belirgin bir şekilde görmekteyiz. Bu ayrımı ilk yapan Stalin’in Komintern’idir. PDA hareketi ve Kaypakkaya da aynı ayrımı olduğu gibi tekrarlamıştır. Ne var ki, bu da gerçeğe tekabül etmemektedir. Sun Yat-sen ile Çan Kay-şek arasındaki tek farklılık, birincisinin daha önce ölmüş olmasıdır. Sun Yat-sen, Çin’in yeni hâkim sınıfının partisi Guomintang’ın kurucusudur; Çan Kay-şek ise Sun Yat-sen’den sonraki yöneticisi. Çin hâkim sınıfı, Guomintang’la siyaset sahnesine adım atmış ve Çin’in yönetimine talip olmuştur. Bunu yaparken elbette, kendi dışındaki siyasi güçlerle ya da sınıf ve tabakalarla da, kendi önderliğinde bir konsensüs aramıştır. Yeni gelişen ÇKP, başlangıçta bu konsensüsün önemli unsurlarından biridir. ÇKP, Komintern’in talimatları doğrultusunda Guomintang’la ittifak politikası yürütmüş, hatta ÇKP üyeleri aynı zamanda Guomintang’ın üyesi olmuşlardır. Böyle bir duruma olumlu bakan sadece Sun Yat-sen değildir, halefi Çan Kay-şek de ÇKP üyelerinin Guomintang içinde yer almalarına başlangıçta olumlu bakmıştır. Fakat ÇKP çığ gibi büyüyüp Guomintang için bir tehlike haline gelmeye başlayınca Çan Kay-şek bu durumu karşı önlemler almaya ve bir noktaya gelince de ÇKP üyelerine karşı katliama girişmiştir. Sun Yat-sen yaşıyor olsaydı o da farklı davranmayacaktı. Dolayısıyla Sun Yat-sen’i “milli burjuvazi”nin, Çan Kay-şek’i “komprador burjuvazi”nin temsilcisi olarak görmek ve “milli burjuvazi”nin partisi olan Guomintang’ın birkaç yıl içinde “komprador burjuvazi”nin partisi haline geldiğini ileri sürmek saçmadır. Değişen Guomintang değil, koşullardır. Aynı şekilde, eğer illa analoji yapılacaksa, Mustafa Kemal, hem Sun Yat-sen, hem de Çan Kay-şek’tir. Yani, Türkiye’nin, Osmanlı imparatorluğu zamanında oluşmuş, asker-sivil bürokratlarının ve cılız sermayedar kesiminin oluşturduğu hâkim sınıf bloğunun, aynı Sun Yat-sen ve Çan Kay-şek gibi, emperyalist-kapitalist sistemle işbirliği yapan, aynı zamanda da bu sistemle çelişmeleri olan Türk egemenler bloğunun temsilcisidir. Dolayısıyla bu tartışmada, paradigmalarını “komprador burjuvazi-milli burjuvazi” ayrımına dayandıran hem PDA’nın, hem Kaypakkaya’nın (diğer MDD’ci fraksiyonların da) saptamaları yanlış bir temele dayanmaktadır. 

Sonuç olarak, Kaypakkaya’nınkiler de dahil olmak üzere, kapitalist sistemden soyutlanmış bir emperyalizm paradigmasına dayanarak yapılan sınıf tahlilleri son derece sübjektif ve gerçeklerden kopuktur. 

b. Sürekli Faşizm Meselesi 

Kaypakkaya, o dönemde kendisi de bir hayli sola kaymış ve buna bağlı olarak Kemalizme karşı da solun geri kalanına göre epey eleştirel ve mesafeli bir tutum almış olan PDA hareketini daha da soldan eleştirmek endişesiyle Kemalizme karşı aşırı denebilecek bir eleştirellik içine girdiği gibi, onu olabilecek en olumsuz yerlere koymaya gayret etmiştir. Böyle bir teori inşa edebilmek için de Kemalist diktatörlüğü “faşist” olarak niteleme noktasına kadar gitmiş, dahası Mustafa Kemal’in ölümünden sonraki CHP diktatörlüğünü de “Almancı faşist diktatörlük” olarak tanımlamıştır. 

“7) Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.” (Age, Program, s. 75; KİD, s. 132); “Kemalizm, bizzat faşizm demektir.” ( Age, KİD, s. 159); “Türkiye’de de ABD emperyalizminin desteğiyle ve CHP’nin Almancı faşist diktatörlüğüne halkın ve demokratik unsurların duyduğu nefret ustalıkla kullanılarak 1950’de DP iktidara getirilmiştir.” (Age, PTE, s. 76) 

Kaypakkaya bununla da yetinmemiş, kendi faşizm teorisini “yarı sömürge-yarı feodal” paradigmasıyla birleştirerek taçlandırmış ve böylece Türkiye gibi ülkelerde “sürekli faşizm” olduğu sonucuna varmamıza yol açacak saptamalar yapmıştır: 

“… Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı feodal ülkelerde faşizm, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür.” (Age, ŞRE, s. 237) 

Gerçi birkaç sayfa sonra Kaypakkaya, parlamentonun rolünü açıklarken “yarı-faşist diktatörlük” diye bir kavram da ortaya atmış ve “AP hükümetleri dönemini” “yarı-faşist” olarak nitelemiştir. Bununla da yetinmemiş, faşizmin “daha ehven biçimi” ve “daha koyu biçimi” gibi kategoriler de yaratmıştır. 

“Türkiye’de parlamento başından beri toprak ağaları ve komprador büyük burjuvazinin faşist ve yarı-faşist diktatörlüklerinin maskesi olmuştur… AP hükümetleri döneminde yarı-faşist bir idare mevcuttu. İktisadi ve siyasi buhran, hâkim sınıfları faşist zorbalıkları artırmaya zorladı. Adım adım faşizm ilerledi. Sıkıyönetim, bu gelişmenin doğal sonucu ve biraz daha ileri bir aşaması oldu. Yani burjuva demokrasisinden faşizme değil, faşizmin daha ehven bir biçiminden daha koyu bir biçimine geçildi.” (Age, ŞRE, s. 240) 

Görüldüğü gibi, Kaypakkaya’nın faşizm teorisinde de “yarı-sömürge, yarı-feodal” veya “komprador burjuvazi-milli burjuvazi” paradigması belirleyici olmuştur. Türkiye gibi “yarı-sömürge, yarı-feodal”, “komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının” iktidarı altında olan ülkelerde ya “faşist diktatörlük” vardır ya da faşizm kategorisinin bir versiyonu olarak görülebilecek “yarı-faşist diktatörlük”. “Faşizm” ile “yarı-faşizm” arasındaki farklılığın hangi noktalarda ortaya çıktığı da net değildir. Galiba Kaypakkaya, faşizmi, bir rejim olarak ele almak yerine, devletin şiddetinin oranına göre belirlemektedir. 

Kaypakkaya’ya göre, M. Kemal zamanındaki Kemalist diktatörlük, “komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının” “faşist askeri diktatörlüğü”dür. M. Kemal’in ölümünden sonra kurulan Milli Şef Dönemi’nde de bu “faşist diktatörlük” “Almancı faşist diktatörlük” olarak devam etmiştir. 1950’de kurulan Demokrat Parti iktidarı, bu konuda Kaypakkaya çok net değildir ama, anlaşılan “yarı-faşist diktatörlük” olarak görülmektedir. 1960’lardaki AP iktidarları da “yarı-faşist diktatörlük” olarak değerlendirmektedir. Daha sonra gelen 12 Mart dönemi ise yeniden “faşist askeri diktatörlük”tür. Dolayısıyla, toplamda bakacak olursak, Türkiye’nin cumhuriyet tarihi, “askeri”, “Almancı” ve “yarı” gibi ekleriyle birlikte sürekli faşist diktatörlüktür. Sonuç olarak, Kaypakkaya’nın, batıdaki “burjuva demokrasileri” dışında kalan, “yarı-sömürge, yarı-feodal” olarak nitelendirilen bütün ülkelerdeki rejimleri “faşist diktatörlükler” olarak gördüğü anlaşılmaktadır. 

Bu bakış, gizli bir “burjuva demokrasisi” hayranlığı barındırdığı noktasını bir yana bıraksak bile, oldukça toptancıdır ve gerçeğe tekabül etmemekte, baskıcı her türlü hâkim sınıf diktatörlüğünü otomatikman “faşizm” ilan etme kolaycılığına kaymaktadır. Oysa faşizm, burjuva rejimleri içinde özel bir kategoridir. İlk başta Mussolini tarafından ilan edilen bu rejim daha sonra Hitler tarafından daha net hatlarla ortaya konmuştur. Türkiye de dahil dünyanın birçok ülkesindeki hâkim sınıf diktatörlüklerinin birçok özellikleri faşizmin özelliklerini bir hayli andırmakla birlikte, bu rejimleri doğrudan “faşizm” ya da “yarı-faşizm” olarak nitelendirmeyi engelleyen önemli farklılıklar da söz konusudur. Burada konuya fazla derinlemesine girmem mümkün değil ama modernist üçüncü dünya diktatörlüklerinin öncüsü olan Kemalist diktatörlüğün batı dostu yönelimiyle İtalyan-Alman faşizmlerinin batılı burjuva demokrasilerini düşman alan tutumunu; Kemalizmin Sovyetler Birliği ile iyi geçinme tavrıyla, Avrupa faşizmlerinin Sovyet düşmanlığı arasındaki zıtlığı; Kemalist milliyetçiliğin asimilasyoncu yönelimiyle, Alman Nazizminin ırkçı politikaları arasındaki farklılıkları göz önüne almak bile sanırım yeterli olacaktır. 

Diğer yandan, toplumlar ya da rejimler arasında gerçek hayatta o kadar da kesin çizgiler çizmek mümkün değildir. Örneğin Kemalist rejimin baskıcılığı ve anti-komünizmi faşist rejimlere bir hayli benzemektedir. Sanırım Kaypakkaya’yı toptancılığa sürükleyen etkenlerden biri de bu benzerlikler olmuştur. Bu baskıcılığın daha sonraki dönemlerde de devam ettiğini görmek onu “yarı-faşist” ya da “ehven” ve “koyu” gibi kategoriler icat etmeye sürüklemiştir. Kanımca, bu noktada hataya düşmemek için yapılması gereken, belli özelliklerden hareket ederek rejimlerin hepsini aynı çuvala doldurmak yerine, özgünlüklerini saptamaya önem veren bir tefrikçilikte ısrar etmek olmalıydı. 

III. Sübjektivizmle El Ele Veren Dogmatizm ve Sekterizm 

Kaypakkaya’da doğrularla dogmalar iç içedir. Stalinist Komintern geleneğini ve onunla birlikte Mao Zedung’un fikirlerini aynen ve tartışılmaz bir şekilde devraldığı ve içinde bulunduğu koşullara bire bir monte etmeye çalıştığı için dogmatiktir. Bazı doğru fikirleri ileri sürerken, dogmalara uymayan gerçekleri görmezden gelip kafasındaki şablonlara uydurmak istediği için sübjektivisttir. Dogmalarına ve sübjektif yargılarına uymayan görüş ve eğilimlere karşı sekterdir, ideolojik ve siyasi muarızlarına karşı, biraz da geleneğin ve dönemin icaplarına uyarak hakarete varacak nitelemelerde bulunmaktan kaçınmaz. Özellikle içinde bulunduğu PDA hareketinden (kısa bir dönem “Şafak hareketi” de denmişti) ayrılık sırasında yazdığı makalelerde hakaretler, bu makalenin sonlarına doğru göreceğimiz gibi, ayyuka çıkar. Keza ayrıldığı PDA hareketiyle arasındaki fikir ayrılıkları düzgün bir tartışma ortamında giderilebilecek şeylerken, sol geleneğe uygun olarak, bu ayrılık noktalarını abartır da abartır. Elbette PDA’yı soldan eleştirmiştir ama o sırada PDA da epeyce sola kaymış bir hareketti. Sola kaymış bir hareketi soldan eleştirebilmek için eleştirilerini abartmak zorunda hissetmiştir kendini. 

Kaypakkaya’nın, o dönem genel olarak sol içinde Kürt meselesinde görece olumlu bir tutum alan PDA’yı, “Kürt milleti” yerine “Kürt halkı” dedi diye ağır bir şekilde topa tutması bu abartmaların örneklerinden biridir: 

“Kürtlerin bir millet oluşturmadığını ileri süren tez, besbelli ki baştan sona saçmadır, gerçeklere aykırıdır ve pratikte zararlıdır. Zararlıdır çünkü, böyle bir tez, ancak ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının işine yarar. Onlar böylece ezilen, bağımlı ve uyruk milletlere uyguladıkları milli baskıyı ve zulmü, kendi lehlerine olan bütün imtiyazları ve eşitsizliği haklı çıkaracak bir gerekçe bulmuş olurlar.” (Age, TMM, s. 168) 

Görüleceği gibi, temelde haklı olan bir eleştiri bile kasıtlı olarak abartılıp “önemli” bir teorik ayrılık (dolayısıyla örgütsel ayrılık gerekçesi) haline getirilmiştir. Öte yandan, Kaypakkaya, Kürt meselesindeki eleştirilerini PDA ile sınırlı tutmamakta, geçmişteki TKP’nin Kürt meselesindeki tutumuna da uzatmaktadır: 

“O dönemlerde TKP yanlış bir politika izlediği için, Türk hâkim sınıflarının milli baskı politikasını kayıtsız şartsız destekledi. Kürt köylülerinin milli baskılara duyduğu kuvvetli ve haklı tepkiyi proletarya önderliğiyle birleştirmek yerine, Türk burjuva ve toprak ağalarının peşine takıldı, böylece de iki milliyetten emekçi halkın birliğine büyük zarar verdi.” (Age, TMM, s. 184-185); “Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş ilerici, ‘devrimci’ bir hareket diye alkışlayanlar, sadece ve sadece iflah olmaz hâkim ulus milliyetçileridir.” (Age, TMM, s. 185); “Bir de, Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hâkim sınıflarının milli baskı politikasını savunmaya yeltenen sözümona ‘komünistler’ var.” (Age, TMM, s. 185) 

Kaypakkaya’nın bu noktada TKP’ye yönelttiği eleştiriler doğru görünmekle birlikte, hatanın esas kaynağına yönelmediği için son derece eksiktir. Hatalı değerlendirmenin kaynağı, TKP’ye eleştirilen politikaları öneren Stalin yönetimindeki Komintern’den başkası değildir. Komintern ve Stalin eleştirilmeden TKP’yi eleştirmek anlamsızdır. Kaypakkaya, Komintern’in milli meseledeki yanlış siyaset ve yönlendirmelerinden o dönemde habersiz olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Sözünü esirgemeyen bir genç olan Kaypakkaya, sıra “Stalin yoldaş”a ve Komintern’e gelince sesini kesivermektedir (7). Keza Kaypakkaya’nın, Lenin’in Finlandiya’nın “kaderini tayin hakkına” saygı gösterip Finlandiya’nın bağımsızlığını tanımasını milli meselenin çözümüne olumlu bir örnek diye göklere çıkarırken (Age, s. 206-207), Sovyetler Birliği içindeki diğer milliyetlerin “kaderini tayin hakkının” fiilen bastırıldığını görmezden gelmesi de kaydedilmelidir. Elbette bu eleştirimi zaman ve mekândan bağımsız olarak yapıyorum. O günün Türkiye’sinde, “sol” olmanın Stalinist geleneğe sorgulamasız bağlılık olarak anlaşıldığını, solun neredeyse tüm fraksiyonlarının bu konuda yarış içinde olduklarını unutmuş değilim. Dolayısıyla, eleştirdiğim bu hatalı yönelim Kaypakkaya’ya özgü değildir. 

—————————-

(7) Bu noktaya, aynı kitapta Kaypakkaya üzerine bir değerlendirme yapan Erdoğan Aydın da değinmektedir: 

“Ancak Kaypakkaya, TKP’nin Kemalizm karşısındaki tutumunun dönemin SB’nden bağımsız değerlendirilemeyeceği gerçeğini dikkate almadığı gibi eleştirilerinde seçmeci ve eklektik bir tutum sergilemiştir. Nitekim… ‘biz Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP’nin mirasçısıyız’ derken de Ş. Hüsnü’ye karşı öznel bir dayanak oluşturulmuştur. Çünkü devrim yolunda katledilmiş M. Suphi’nin de, SB’nin Kemalizmle ittifak politikasına güvenle ve M. Kemal öncülüğünde yürüyen Milli Mücadele’ye katılmak üzere Türkiye’ye geldiği bilinmektedir. Bu anlamda M. Suphi ile Ş. Hüsnü arasında kategorik bir ayrım çizgisi koymanın gerçekçi olmadığı bir yana, Şefik Hüsnü’yü Kemalist iktidara karşı ‘işçi-köylü ittifakına’ dayanarak ‘silahlı mücadele yolunu reddettiği’ gerekçesiyle suçlamak da büyük bir haksızlıktır. Kemalist dönemde Kürtler dışında silahlı mücadele için koşulların olmadığı bir yana böyle bir işe yeltenecek bir Ş. Hüsnü, bizzat karşısında Komintern’i ve Stalin’i bulacaktı.” (Age, s. 472) 

——————————- 

Aynı şekilde, Kaypakkaya, “proletarya iktidarı altında, üretim araçlarının… kolektif mülkiyeti gerçekleştikten sonra, artık sömürüden söz” edilemeyeceğini (Age, Program, s. 97); “devrimci şiddet”in “meşru ve haklı” olduğunu (Age, PTE, 97); proletaryanın “mülkiyetle bütün bağlarını” kopardığını (Age, PTE, s. 58) yazarken; keza, “bilinçli Türkiye proletaryası”nın (Age, TMM, s. 190) “öncü müfrezesi” (Age, PTE, s. 58) diye yazarak Stalin’in “Leninist parti” formülasyonlarını tekrar ederken; “ileri işçi ve köylüleri üretimden çekmek, profesyonel devrimciler haline getirmek” (Age, ŞRE, s. 280) gerektiğini ileri sürerek Lenin’in parti teorisini, şartları göz önüne bile almadan aynen uygulamayı önerirken; “hizipçilik”i kötüleyerek (Age, ŞRE, s. 250-251-252) ve örgüt içindeki ayrılıkları “proletarya ile burjuvazi arasında bir iktidar mücadelesi” olarak görüp Stalinist monolitik parti anlayışını tekrarlarken; o zamanki Çin Halk Cumhuriyeti’nin empoze ettiği, Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung’dan oluşan (Age, Program, s. 60-61) bir “beş büyükler” tartışılmaz panteonunun savunuculuğunu yapar ve bu liderlerin gösterdiği iddia edilen “yolu” tarif ederken “ışıklı yol” (Age, ŞRE, s. 339) gibi dinsel temalar kullanırken; “Mao Zedung yoldaşı yalanlamaya” çalışmanın (Age, KİD, s. 142) akla bile getirilmeyeceğini söyler; “Mao Zedung Düşüncesi’ne sadakat”ten (Age, ŞRE, s. 272) söz eder; ideolojik muarızlarını “Marksizm-Leninizmin zır cahili” (Age, ŞRE, s. 273) olmakla eleştirir; banka soygunlarının doğruluğunu Lenin’e ve Stalin’in bu doğrultudaki eylemlerine dayandırır (Age, ŞRE, s. 290); “Troçki’nin ülkemizdeki ajanları” (Age, ŞRE, s. 315) diyerek 1930’ların Stalinist Komintern söylemini tekrarlar; “Leninist devlet teorisini”, “sosyalizmin genel teorisini açıkça ve alçakça” çiğneyenlere (Age, KİD, s. 144-145) hiddetlenir; partinin adının ne olması gerektiğini bile “bilimsel olarak doğru” (Age, PTE, s. 61-62) olup olmadığına göre tartışır; “Revizyonist” ve “modern revizyonist” deyimlerini (Age, KİD, s. 145; ŞRE, s. 227) asla tartışılmaz kavramlar olarak ileri sürer; Hikmet Kıvılcımlı’yı “Stalin’e küfreden” biri olarak mahkûm eder ve onun kurduğu 1950’lerin “Vatan Partisi”ni “Revizyonist” olarak (Age, ŞRE, s. 228) ilan eder; Doğu Avrupa ülkelerinde II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan rejimleri önce “proletarya önderliğinde anti-faşist halk cephelerinin iktidarı”, sonra da “proletarya diktatörlüğünde sosyalizmin inşasına” geçen (Age, TMM, s. 181) rejimler olarak görür ve bu tür rejimler altında “gerici sınıflara karşı” “devrimci şiddet”in “kaçınılmaz” olduğunu (Age, ŞRE, s. 331); “sosyalist bir ülke”nin “başka bir ülkedeki devrime destek olmak üzere elbette silah ve gönüllü” gönderebileceğini (Age, PTE, s. 103); “yerine göre işçi sınıfı temsilcileri”nin de banka soyabileceğini (Age, ŞRE, s. 289); “proleter devrimcileri”nin “ilke olarak” “adam kaçırma”yı reddetmeyeceğini, “hak etmiş toprak ağalarını ve benzeri halk düşmanı zalimleri kaçırarak kurşuna” dizmenin “ihtilalci, Marksist-Leninist çizgiye uygun” (Age, ŞRE, 291) olduğunu savunurken; “şehirlerde sınıf düşmanları”nın “imha edilebileceğini”, “mesela, polis ajanları, faşist subaylar, işkenceci polisler, faşist teşkilatların elebaşları, zalim patronlar ve yardakçıları, grev kırıcılar, ajan-provokatörler, ihbarcılar, devrimcileri kurşunlayanlar ve bunlara idam cezası verenler, emperyalizmin ajanları vs. kurşuna dizilebilir” (Age, ŞRE, s. 293) diye yazarken de, hem sol geleneğin dogmalarını, hem de dönem solunun, genç romantik devrimcilerin başını çektiği fraksiyonlarının dizginsizce sürdürdüğü keskinlik yarışının belli başlı temalarını tekrarlamaktadır; bu yüzden de Kaypakkaya, ileri sürdüğü bu tür görüşlerinden dolayı, zamandan ve mekândan soyutlanarak ve özgün bir şekilde eleştirilemez. Kaypakkaya’nın bu genel akımın dışında eleştirilecek çok az fikri olduğunu belirtmem gerekir. 

Yukarıdaki ara başlıkta işaret ettiğim gibi, sektarizm, sübjektivizmin, dogmatizmin ve solda o dönem hâkim olan keskinlik yarışının olmazsa olmaz ikiz kardeşi gibidir. Dolayısıyla, Kaypakkaya’nın, aşağıya alacağım, Lenin’e özenen (özellikle Türkiye kültürüne pek yabancı “baylar” hitabı) ve henüz ayrılık olmadan görece yumuşak, fakat ayrılık anında iyice sertleşen sekter dili (ki bu konuda yalnız değildir. Hem sol gelenek hem de o dönemki sol ne yazık ki bu sekter davranışın ve dilin kurbanıdır) bunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. (Kelimelerin altı tarafımdan çizilmiştir.) 

Kaypakkaya’nın ideolojik muarızı olarak gördüklerine karşı baş suçlaması “hainlik”tir. Sosyalizm hainleri, revizyonist hainler, hain klik, ihanetin elebaşıları, hain (26 kez) olarak nitelendirdiği kişi ya da grupların ihanet çizgisi ve ihanet yolu izlediği, ihanete giden yollarda olduğu, ihanet içinde olduğu, ihanet teorileri ileri sürdükleri, hainlik yaptıkları, hainleştikleri, haince davrandıkları kanaatindedir. 

Bu “hain”lerin en önemli ideolojik nitelikleri, kitaptaki yazıların hiçbir yerinde ne olduğu açıklanmayan “revizyonizm” ya da “revizyonistlik”tir. Revizyonist önderlik, adi revizyonistler, revizyonistler, mülteci revizyonistler, Bay revizyonist, revizyonist hainler (15 kez), bizim revizyonistler, pespaye revizyonistler, revizyonist yazarlar, revizyonist-Troçkistler, Şafak revizyonistleri (12 kez), revizyonist klik (7 kere), reformist-revizyonist klik, revizyonist sahtekârlar, revizyonist baylar (23 kere), revizyonizmin başı olan kişi, revizyonizmin batağına batmışlardır. Ayrıca bu revizyonistler, sosyal şoven olup kaba şovenizm içindedirler ve diğer ideolojik nitelikleri, oportünizm, anarşizm, pasifizm, idealizm, reformizm, ekonomizm, Troçkizm, anti-Marksist-Leninistlik ve Buharinciliktir. 

Bu “hain revizyonist”lerin sınıfsal konumu ise “burjuvalık”tır. Bu baylar ve baylarımız (78 kez), burjuva demagogları, beyinsiz burjuvalar, burjuva, küçük burjuva, revizyonist-burjuva klik, tipik küçük burjuva, reformist burjuva sendikacıları, burjuva baylar (10 kez), burjuva kliği, iğrenç burjuvalar, bir grup burjuva, burjuva ideolojisinin etkisi altındaki burjuva bay ve bayanlar, burjuva kadroları, yüreksiz burjuvalar, idealist burjuvalar, burjuva unsurlar, iflah olmaz burjuvalar, burjuva önderlik, burjuva sahtekârlar, hain burjuva baylar, burjuva kafalılar, burjuva ajanları, burjuva hokkabazları, burjuva demokratlarının kıçından yürüyen, cahil entelektüel beyler ve baylar ve entelektüel gevezelerdir ki, Kaypakkaya, tilki, köpek, horoz, domuz, bukalemun, kedi ve eşek gibi hayvan cinslerine benzettiği bu “baylar”ın aşağıda sıralayacağım epeyce olumsuz özelliklerine değinmektedir: 

Edepsizlik, şarlatanlık (6 kez), dalkavukluk (3 kez), uşaklık, yaltakçılık, kuyrukçuluk, çömezlik, hokkabazlık (2 kez), gülünçlük (2 kez), kıvırtmacılık, kakavanlık, gevezelik (4 kez), sahtekârlık (6 kez), kurnazlık (4 kez), sinsilik (2 kez), bezirgânlık (3 kez), iftiracılık (3 kez), karalamacılık, tahrifatçılık (2 kez), kışkırtmacılık, teslimiyetçilik (2 kez), pısırıklık, gerilik, aç gözlülük, miras düşkünlüğü, maskaralık, yalan söylemek ve yalancılık (7 kez), zırvalık (3 kez), saçmalık, dar kafalılık, zır cahillik, çok bilmişlik (2 kez), beyinsizlik, mekanizm (2 kez), geri zekâlılık, akıldanelik, fikir zavallılığı, laf ebeliği, budalalık, uyuşmuşluk, kafasızlık, zavallılaşmak, dalaverecilik, safsata yapmak, demagoji yapmak (3 kez), ahlâksızlık, iğrençlik, bayağılık, hayasızlık (3 kez), iki yüzlülük. Bütün bu olumsuz vasıfların üstünde ise alçalma-alçaklık-alçakça davranmak kategorisi gelmektedir ki, bu kavram Kaypakkaya’nın kitaptaki yazılarında 17 kez geçmektedir. 

“Burjuva-hain-alçak-revizyonist-baylar” diye tarif edilen kişi ve kişilerin tek kelimeyle ifade edilemeyecek başka davranış özellikleri de sıralanmaktadır. Örneğin bu kişiler; devrimci düşüncenin ırzına geçmekte, küfretmekte, çöreklenmekte, kıç üstü yan gelip yatmakta, çöplükten kırıntı toplamakta, pis koku yaymakta, palazlanmakta, kötü şeylerin şampiyonluğunu yapmakta, sinsi sinsi ve sinsice davranmakta (4 kez), pisliğini gizlemekte (3 kez), suratına maske takmakta, kılık değiştirmekte, kamufle etmekte, kendini temize çıkarmaya çalışmakta, kendini şirin göstermeye çalışmakta, fakat bütün bu çabaları sonuç vermeyip sonunda bataklığa saplanmakta, can havliyle çırpınmakta, ıkınıp sıkınmakta, renkten renge girmekte, buram buram ter dökmektedir. Sonuçta bunlar, silahlı komplo ve sabotaj yapmak ciğerlerine işlemiş, suç ortaklığı yapan, pazarlık yapan, burjuvaziyle sarmaş dolaş olan, küçük burjuvazinin kıçından yürüyen bir avuç çete, siyasi mevta, müteveffa ve su katılmamış ham demirdir. Kaypakkaya’ya göre, kavga meydanından tüyen bu kavga kaçaklarının suratlarına tükürülmelidir. 

Doğrular 

45 yıl sonra İbrahim Kaypakkaya hakkında yapılan bu değerlendirmede olumsuz yanların fazlasıyla öne çıktığının farkındayım. Yazıyı bitirirken, ondan bugüne kalan olumlu bir mirasın üzerinde durmanın da gerekli olduğunu ve bunun çalışmayı bütünleyeceğini düşünüyorum. 

İbrahim Kaypakkaya’nın, Mustafa Kemal ve Kemalizm değerlendirmesi, her ne kadar tek yanlılıkla ve analitik olmamakla malul olsa da son tahlilde solun Kemalizmin ağırlığından ve “ağabey akım” sendromundan belli ölçülerde kurtulmasında, Kemalizmden kopmasında tayin edici olmuştur. Türkiye’de sol, “Kurtuluş Savaşı”nın başından beri (Kaypakkaya’nın mesnetsiz bir şekilde ayırmaya çalıştığı Mustafa Suphi dönemi de dahil) Kemalizmin yedek gücü rolünü oynamış ve “ağabey akım”ın yolunu izlemiş, ona destek olmuştur. Yazının başında bahsettiğim topluca “sola kayış” döneminde, genel olarak Maoculuğu temsil eden PDA hareketi, ideolojik muarızlarını Kemalizm konusunda da soldan eleştirmeye girişmiş, İbrahim Kaypakkaya ise bu tutumu daha da ileri götürerek, o günkü, Kemalizmi eleştiren PDA’yı bile “Kemalizm kuyrukçusu” olarak eleştirip solda Kemalizm karşıtlığının bayraktarlığını yapmıştır. Sonuç olarak “Kemalizm eleştirisi ihalesi” İbrahim Kaypakkaya hareketine kalmış ve Kaypakkaya solda Kemalizmi toptan ve kesin bir şekilde ilk eleştiren komünist ya da solcu olarak tarihe geçmiştir. Kaypakkaya’nın eleştirisi her ne kadar tek yanlı ve fazla keskin olsa; “komprador burjuva-milli burjuva” karşıtlığı gibi ulusal bir paradigmanın sınırları içinde kalsa da, sonuç olarak, solun Kemalizmden kopuşunun öncüsü olarak anılmayı hak etmektedir. 

Aynı şekilde milli meselede ya da Kürt meselesinde İbrahim Kaypakkaya’nın öncü olduğu düşünülebilir. Bugün her ne kadar “ulusların kaderlerini tayin hakkı”nın kendisi de, gerçekte ne olup ne olmadığı da tartışma konusu olsa bile, Kaypakkaya “Kürt ulusunun kaderini tayin hakkı” konusundaki görüşleriyle Kürtlerin Türk devletinin baskısından kurtulma mücadelesine olumlu katkılarda bulunmuştur. Gerçi, o zamanki Maocu PDA hareketine bu konuda yönelttiği kılı kırk yaran eleştirilerde epeyce haksızlık da vardır. Çünkü Kürtlerin kaderini tayin hakkı konusunda en sol ve net çıkışları yapan, yine soldaki ideolojik muarızlarını bu konuda da soldan eleştirme telaşı içinde olan PDA hareketi olmuştur. Kaypakkaya’nın, Kemalizm konusunda olduğu gibi, Kürt meselesinde de PDA’yı soldan eleştirebilmesi, PDA’nın sola kayışı sayesinde olmuştur. Ne var ki, burada da yukarıdaki “ihale” metaforunu kullanacak olursak, Kürt meselesinde de ihale en solda yer alan Kaypakkaya’ya kalmış ve Kaypakkaya, Kürt meselesinde en radikal tutumun temsilcisi olarak anılmayı hak etmiştir. (8) 

———————————- 

(8) Gerçi bu konudaki esas öncü, 1930’larda yazdığı İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) kitabıyla genç Hikmet Kıvılcımlı’dır. 

———————————- 

Kaypakkaya ile ilgili üçüncü bir olumlu noktayı daha belirtmeliyim. Kaypakkaya, bugün aşırı sağcı bir çizgiye oturan PDA hareketinin (bugünkü ismiyle Vatan Partisi) varacağı noktayı o günden görmüş ya da bu hareketin sağcı niteliğini daha o günden tespit etmiştir denebilir. Gerçi evet, ortada böyle bir sonuç vardır ama bu sonuç o zamanki tespitlerin sekterliğini haklı çıkarır mı, bu da ayrı bir tartışma konusudur. Hatta biri çıkıp, bu sonuca o zamanki sekter ve dışlayıcı tavırların da katkısının olduğunu iddia ederse, bunun tersini kanıtlamak için çok fazla argümana sahip olmayabiliriz. Bazen sol, sağın doğumunda; bazen de sağ, solun doğumunda sezaryen rolü oynayabilir. 

(Gün Zileli - 16 Kasım 2016)

Business News