Türkiye ise seçimle beraber, seçim öncesi ekonomik ve
politik sorunlarını ortadan kaldırmadı, sadece zamana yaydı. Seçim sonrasında
sağlandığı düşünülen siyasal istikrarın dahi yeterli olmadığı dolar kurunun
tekrar yükselişiyle kendini gösterdi…
Devletin resmi haber ajansından servis edilen verilerle TV’lerde
seçim sonuçlarının değerlendirildiği gecenin birçoğumuz açısından şoklarla dolu
bir gece olduğunu düşünüyorum.
Hani ekonomi kötüydü?
Çünkü o güne kadar ekonomideki göstergeler hızla
kötüleşmekteydi. Bu yüzden de iktidar bloku seçimi erkene almak zorunluluğu
hissetmiş ve muhalefeti de hazırlıksız yakalamak istemişti. Enflasyon, hayat
pahalılığı, döviz kuru, cari açık, işsizlik, gelir bölüşümü adaletsizliği ve
yoksulluk gibi ekonomik göstergelerdeki kötüleşme 4 dönem tek başına iktidar
olmuş bir partinin 16 yıllık döneminde zirveye çıkmıştı. Patates ve soğanın
kilo fiyatı bile 6 lirayı bulmuştu.
Üstelik ülke OHAL ile yönetiliyordu ve buna paralel bir
biçimde hak ve özgürlükler iyice kısıtlanmıştı. İnsanlar tepkiliydi,
dolayısıyla da daha fazla demokrasi talep ediyorlardı.
Meydanları dolduran milyonlar sandığa neden gelmedi?
Muhalefetin yürüttüğü seçim kampanyası ise son dönemlerin en
coşkulu kampanyasıydı. İnce’nin mitinglerini milyonlar dolduruyordu. Aynı
gözlemi iktidar blokunun kampanyası için söylemek mümkün değildi. MHP her hangi
bir kampanya yürütmezken, AKP’nin kampanyasında, uzun süreli iktidarda kalmanın
yıpranmışlığından olsa gerek, heyecan veren yeni bir söz ya da yeni bir proje
yoktu.
Buna rağmen resmi seçim sonuçlarına göre Cumhurbaşkanlığında
iktidar bloku seçimi 2-2,5 puanlık bir farkla kazandı ve yeni rejimin inşasında
belki de son dönemeç dönüldü.
Mecliste ise durum daha farklı oldu. HDP ve İYİ Parti barajı
aştılar, AKP ise tek başına iktidar olamadı ama MHP ile birlikte Meclis çoğunluğunu
sağladı. Ortasından yarılarak içinden İYİ Parti’yi çıkartmasına, neredeyse
hiçbir seçim faaliyeti yürütmemesine ve ciddi bir düşüşte olmasına rağmen
MHP’nin yüzde 11’in üstünde oy alarak Meclis’te kalması ise, nasıl olduğunu hiç
kimsenin izah edemediği bir durum oldu. Bazılarına göre bu durum AKP iktidarına
verdikleri kayıtsız şartsız desteğin bir mükâfatı olarak sistem tarafından
kendilerine sunulmuştu.
Tüm bu analiz ve değerlendirmelere rağmen hala, 16 yıldır
iktidardaki bir partinin koalisyonla da olsa, hükümet kurarak, üstelik gücü
daha fazla konsolide eden yeni bir başkanlık rejimi altında yoluna devam
edebilmesini açıklayabilmiş değiliz.
Komplo teorisyenlerinin değerlendirmelerine dün bütün gece
boyunca tanık olduk. Dikkatli olmayı da seçerek, açıkçası bu teorilere
dayanarak da sonuçları açıklamanın doğru olmadığını düşünenlerdenim.
AKP ve Erdoğan 16 yıl sonra nasıl tekrar kazanabildi?
O halde ekonomik, politik, uluslararası ilişkiler gibi
neredeyse tüm alanlarda koşullar iktidar açısından kötüye giderken, iktidar
bloku her iki seçimi de nasıl tekrar kazanabildi?
Bu soru iki düzlemde yanıtlanmalı.
İlkinde, soruyu kapitalizmin işleyiş biçimi, parlamenter
demokrasinin kapitalizmin ile yaşadığı gerilimler gibi büyük yapısal ilişkiler
açısından ele aldığımızda, tekrar
Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın yaptığı kısa seçim konuşmasında sarf ettiği şu
sözler ne demek istediğimizi yeterince açıklar nitelikte: “ Artık bürokratik
oligarşiyi tamamen etkisiz hale getiriyoruz. Bundan böyle işler çok daha hızlı
yürüyecek”(mealen).
Daha hızlı bir karar alma mekanizması devreye giriyor
Aslında bu söz büyük sermaye grupları açısından son derece
anlamlı, önemli. Zira onlar da bürokrasiden şikâyetçiler. Şu soruyu soralım
kendimize, milyarlarca dolarlık yatırım kararlarının ya da milyarlarca liralık
vergi indirimlerinin ya da teşviklerin tek bir ağızdan ve hızlıca çıkmasını mı,
yoksa parlamenter süreçlerden geçerek, tartışılarak (reddedilme riskini de
taşıyarak) geçmesini mi seçerler? Elbette (karar verici ile iyi geçinerek) ilkini seçerler.
Nitekim örneğin TÜSİAD seçim sonrasında yaptığı açıklamasında,
siyasal reformların da yanı sıra, ekonomik
“yapısal reformların” ivedilikle hayata geçirilmesini talep etti.
Yapısal reform denilen şeyin ne olduğu ve ne tür sınıfsal sonuçlar yaratacağı
konusunda daha önce yazdığım bir makaleye göz atılmasını öneririm[1].
Sermaye bir sosyal ilişki, politik bir güç
Ayrıca seçim döneminde başta TOBB ve TESK gibi işveren
örgütleri ve devletin seçilmemiş organları da yeni rejimden yana desteklerini
açıkça belirtip, aynı fotoğraf karesi içinde yer almışlardı. “Bunun ne önemi
var” dememek gerekiyor.
Çünkü sermaye sadece bir üretim faktörü değil, aslında bir
sosyal ilişki, bir güç-iktidar ilişkisi ve göstergesi. Bu bağlamda milyarlarca
dolarlık inşaat yatırımı yapmakta olan ünlü inşaat firmalarının, bir bölgede ticari-sınai
faaliyette bulunan işletmelerin, çalıştırdıkları işçilerinin, onların
ailelerinin ve bölge esnafının siyasal tercihlerini belirlemediklerini ya da
etkilemediklerini ileri sürmek mümkün değil. Aynı şekilde bu seçimler sırasında
bazı yerlerde devletin yerel yöneticilerinin açıktan koydukları tavrın bölge
insanının seçimlerini etkilemediği söylenemez.
Kaldı ki sermaye ve devlet arasındaki simbiyotik ilişkinin
(devlet bütçesinin hem harcamalar, hem de vergiler yönünden asıl kaymağını
yiyenlerin bu kesimler olduğundan hareketle) son iki yılda nasıl
kuvvetlendiğine gün be gün tanık olduk.
Popülizm, neoliberal popülizm, post popülizm
Sorunun yanıtını aradığımız ikinci düzlem ise ekonominin
ötesinde siyaset alanıyla, yönetme anlayışıyla ve ideoloji ile ilgili bir alan.
Yani yukarıdan bir okumayı içeriyor. Bu alana bakmaksızın “yeni rejim ve bunun
16 yıllık liderinin, emekçi kitleleri, yoksulları kendisine yıllardır
verdikleri desteği sürdürmeye nasıl ikna edebildiğini” anlayabilmemiz çok zor.
Bu noktada başvuracağımız kavram “popülizm”, “neo liberal
popülizm” ya da “post-popülizm” olarak adlandırılan bir kavram. Yalnız bunun
için bu alanda dünyadaki gelişmelere kısaca göz atmak gerekiyor.
1980’lerde siyaset bilimi araştırmalarından çıkartıp atılan
“popülizm” terimi, müthiş bir geri dönüşle, 1990’larda dünyadaki değişik
siyasal olguları karakterize etmeye başladı.
Bu Batı Avrupa’da “radikal sağ popülizm”, Doğu Avrupa’da
“milliyetçi popülizm” ve Latin Amerika’nın bir özelliği olarak da bu
coğrafyada, neoliberal proje ile bütünleşik, post popülizm olarak da
adlandırılan bir “içermeci popülizm” ortaya çıktı.
Aynı zamanda dünya aşırı liberal ekonomi politikalarını
popülizm ile birlikte yürüten ve ülkelere göre çeşitlilik arz eden partilere ve
liderlere tanık oldu. Bu liderlerin kafa karıştırıcı en temel özelliği ise emek
karşıtı neoliberal politikaları uygularken bu politikalardan en çok zarar gören
bu emekçi kesimlerin desteğini alabilmeleriydi[2].
Küreselleşme, kriz popülist yükselişin nedeni oldu
2008 küresel ekonomik krizinin ardından popülizmin tekrar
yükselişinin nedenleri; küreselleşmenin yol açtığı dış ticaret şokları, bu
şokların sonucunda ağırlıklı olarak ithalata dayalı bölgelerdeki işçiler başta
olmak üzere halkın işlerini, gelirlerini
kaybetmeye başlaması, artan göçler, mülteci akımları, ücret düzeylerinin
düşüklüğü, gelir ve servet bölüşümü adaletsizliğinin ve yoksulluğun artması ve
ekonomik krizler gibi nedenlerdi.
Çünkü daha öncesinde sahip oldukları güvenlik – koruma
ağından mahrum kalan emekçiler
(özellikle de düşük eğitimliler),
düzen partilerinin ve kurumlarının ekonomik çıkarlarını artık
koruyamayacağına kanaat getirdiler.[3] Bu da burjuva demokrasilerinin, İtalya’da
olduğu gibi teknokrat hükümetlerle yönetilen yarı Bonapartist rejimlere ya da
diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi
popülist, aşırı sağcı (örneğin Macaristan) yönetim biçimlerine dönüşmesi
sürecini hızlandırdı.
Türkiye gibi ülkelerde ise rejim; savaş, göç, bölüşüm
eşitsizlikleri ve ekonomik krizin yanı sıra Kürt sorunu ve giderek derinleşen
politik kriz gibi ülkeye özgü faktörler; ülkenin hızlı bir biçimde önce bir
askeri darbe denemesi, ardından da “yeni
rejim” adı altında popülizm ile destekli siyasal İslamcı otoriter bir rejime
yönelmesiyle sonuçlandı.
İçermeci-dışlayıcı popülizm
Dani Filc[4] isimli bir akademisyen ise, Arjantin’ de
1990’lardaki Menem ve günümüzde İsrail’ de Netenyahu uygulamalarından hareketle
popülizmi yeniden tanımlıyor. Ona göre, popülizm olgusu bazı genel ideolojik
önermelere ve politik bir biçime sahip bir politik proje ve bir olgular bütünü
olarak ele alınmalı.
Bu bağlamda iki tür popülizm mevcut: “İçermeci” (inclusive)
popülist hareketler ve “dışlayıcı” (exclusionary) popülizm[5]. Her iki tür de
halk sınıflarının içerilmesi /dışlanması ile ilgili çatışmaların temel olduğu
toplumlarda ortaya çıkıyor.
Ancak iki tür arasında ciddi farklılıklar da var. “İçermeci
popülizm” dışlanmış kesimlerin politik özne olarak politik sistemle entegre
olmasına, böylece de kısmen de olsa demokrasinin sınırlarının genişletilmesine
izin verirken, “dışlayıcı popülizm” halk kavramını organik bir biçimde ele
alıyor ve onu etnik- kültürel bir toplam olarak görüyor. Onu oluşturan
kitlelerin öznelliklerini ve kimliklerini reddediyor. Bu bağlamda örneğin etnik
azınlıklar ve göçmen işçiler gibi zayıf grupları dışlıyor[6].
Türkiye’de AKP dönemindeki popülizmin (özellikle de 2013
sonrası dönemi) böyle bir dışlayıcı popülist liderliğe örnek oluşturduğu ileri
sürülebilir.
Popülist parti ve hareketlerin temel özellikleri
Pratikteki deneyimlere bakılarak popülist partilerin ve
hareketlerin en az üç önemli ortak özelliğinin olduğu ileri sürülebilir:
-Seçkinlere karşı sıradan insanların, halkın çıkarlarını
savunduklarını ileri sürerler.
-İnsanların korkularını ve duygularını manipüle ederler.
-İnsanlara kısa dönemli koruma önerirler ama bunun uzun
vadede ülkeye ne tür maliyetler getireceğini dikkate almazlar. Bu bağlamda uzun
vadeli maliyetleri gündeme getirenleri, insanların seçkinlere olan kızgınlığını
kullanarak, onları seçkinci davranmakla, seçkinlerin çıkarlarını savunmakla
suçlayarak, itibarsızlaştırırlar.
Halk popülist liderlere neden destek veriyor?
Halkın, kendi çıkarlarına aykırı da olsa, neo liberal
politikalar uygulayan popülist partilere ve post-popülist /otoriter
politikacılara neden destek verdikleri gerçeği popülizm çalışmalarında kabaca
beş sav ile açıklanıyor:
– Popülizm kitlelerin manipüle edilmesinin bir
biçimidir. Karizmatik bir popülist lider
örgütsüz ve yeterince temsil edilmeyen kesimleri onların çıkarları aleyhine
manipüle edebilir.
-Popülizm, neoliberalizm ve otoriterlik birlikteliği geniş
halk yığınlarının irrasyonelliğinin ve eğitimsizliğinin bir sonucudur. Kitleler
popülist liderleri mantıki olmayan, duygusal güdülerle desteklerler.
-Popülist liderler neoliberal politikaları toplumun en
yoksul kesiminin ihtiyaçlarından hareketle bazı cazip sunumlarla bezeyerek
kabul ettirirler. Böylece ekonominin neoliberal dönüşümü için yeterli desteği
sağlarlar.
-Popülist neoliberal politikalar, toplumun en dışlanan
kesimlerini tanımaya, onların sorunlarını ve varlıklarını kabullenmeye ve bu
kesimleri kısmen de olsa içermeye dönük sembolik projeler sayesinde hayata
geçirilir. Böylece de neo liberal politikalar onların çıkarlarına karşı olsalar
da, tanınma ve kabul edilme karşılığında daha ağır bir bedel ödemeye razı
olurlar.
– “Habitus”. Filc
post popülizme olan yoksul halk desteğini bu kavramla açıklar. Aslında
Bourdieu’ya ait bir kavram olan habitus, “temsiliyet” ve “şeyleri yapma
biçimleri”nden oluşan bir settir. Esnek olduğundan zamana göre biçim alabilir
ama yok olmaz, dirençlidir. Gelecek kuşaklara aktarılabilir bir olgudur.
Popülist habitus
Filc’e göre[7], bu kavramın temelinde “içermeci popülist”
deneyimler yatar. Yani daha önce politik yaşamdan dışlanan, hatta toplumda
görünür olmayan, sorunlarına ilgi duyulmayan toplumsal kesimlerin içerilmesi
“Popülist Habitus”un oluşumunu sağlar.
Böyle bir habitus, popülist parti ve hareketlere verilen
kalıcı desteğin nedenidir. Böylece de, böyle bir parti ya da hareket
geleneğinden gelen ya da onun içinde doğan post popülist liderler ezilen halk
sınıflarını neo liberal politikalara destek vermeye ikna ederler. Bu olgu
içermeci popülizm geçmişine sahip ülkelerde gözükür.
Post popülizm: Yeniden bölüştürücü amaçtan uzaklaşmak
Diğer yandan geleneksel yeniden bölüştürücü politikalara
ters düştüğünden bu popülizmden bir kopuş anlamına da gelir. Bu yüzden Filc, bu
olguyu “post-popülizm” olarak tanımlar ve bunun iki temel örneğinin Arjantin’de
C. Menem (1990’lar) ve İsrail’de B. Netanyahu (2000’ler) olduğunu söyler.
Erdoğan’ın da post popülist bir lider olduğu bu bağlamda ileri sürülebilir.
Post popülist liderler ve hareketler, neoliberal
politikalarına halk yığınlarının desteğini sağlayabilmek için kendilerini bu
“habitus” üzerine inşa ederler. Bu liderler popülist gelenekle olan
devamlılıkları ve aynı zamanda da kırılmaları ya da kopmalarıyla vücut
bulurlar. Kırılma ya da kopuşun nedeni neoliberal politikaların çalışan halk sınıflarını
dışlamaları ya da marjinalize etme şeklindeki dışlayıcı karakteridir.
Medya gücü
Devamlılığı sağlayan şey ise popülist söylem ve tarzın
sürekli ve yaygın bir biçimde kullanılmasıdır. Ulusal ve yerel neredeyse tüm
medya kurumlarının ele geçirilmesiyle tek merkezden aktarılan bu söylemler,
kendilerini politik bir özne olarak oluşturan düşük gelirli, ezilen sınıfların
kalıcı bir biçimde bağımlılığını ve itaatlerini sağlayabilmek için kullanılır.
Bu bağlamda popülist söylemini sürdürürken, aynı zamanda da
neoliberal ekonomi ve sosyal politikalar uygulayan siyasal liderlere ezilen
sınıfların verdiği desteğin nedeni bu kesimlerin akılsızlığı, ilkesizlikleri,
etikten haberdar olmamaları ya da yozlaşmışlıkları nedeniyle kolayca benzer
özelliklere sahip liderler tarafından manipüle edilmesinden ziyade, bu
kesimlerin bir habitus olarak geçmişte uygulanmış olan ve kısmi içermeye
dayanan popülizmin etkilerini hala hissetmeleri, buna karşılık muhalefet
partilerinin ya da liderlerinin gerçek içermeci alternatifleri onlara sunmada
yetersiz kalmalarıdır.
Türkiye’de yoksullar başta olmak üzere geniş halk
kesimlerine yapılan ve özellikle de seçim dönemlerinde çok artan yardımların ve
artık bir rutine dönüşen muhtarlarla bir araya gelişlerin, iktidarı
sürdürebilmek anlamında ne kadar önemli olduğunu yukarıdaki tespitin çok iyi
anlattığına şüphe yok.
Diğer yandan popülizmin ne 1970’lerdeki ne de günümüzdeki
otoriterlikle güçlendirilmiş neoliberal popülist ya da post popülist biçiminin,
kapitalizmin artık tamir edilemez düzeye gelen defolarını gidermeye
yetmeyeceğini son 40 yıllık deneyimlerimizden biliyoruz.
Popülizm doğası gereği sınıfsal çıkar çatışmasını
hızlandırıyor. Nitekim BIS’in küresel toparlanma için yapısal reformların
başlatılması çağrısı[8] ve bunun seçimden hemen sonra Türkiye’de sermaye
örgütlerince yüksek sesten dillendirilmesi[9] bunu ortaya koyuyor.
Türkiye ise seçimle beraber, seçim öncesi ekonomik ve
politik sorunlarını ortadan kaldırmadı, sadece zamana yaydı. Seçim sonrasında
sağlandığı düşünülen siyasal istikrarın dahi yeterli olmadığı dolar kurunun
tekrar yükselişiyle kendini gösterdi. Enflasyon, işsizlik, yoksulluk, cari
açık, dış borç sorunu gibi her biri birer yapısal soruna işaret eden sorunlar
çok daha net bir biçimde kendini dayatacak.
Bunun karşısında neoliberal popülizmin yeniden bölüştürücü
politikalarından giderek daha çok vazgeçileceği, manipülatif ya da ikna etmeye
dönük çabasından ziyade, otoriterlik yanının giderek daha fazla ön plana
çıkacağı ve ekonomik hasarın faturasının her zaman olduğu gibi emekçiler
tarafından karşılanacağı daha açık görülüyor.
Dipnotlar:
[1] Mustafa Durmuş, “24 Haziran sonrası: IMF’li ya da
IMF’siz kemer sıkmaya hazır olun!”, http://sendika62.org/2018/06/24.
[2] Dani Filc, “Post-populism: Explaining neo-liberal
populismt hrough the habitus”, Journal of Political Ideologies (2011), s.
223-224.
[3] Dalia Marin, “Germany’s Populism Amid Prosperity”,
https://www.project-syndicate.org/onpoint/germany-s-populism-amid-prosperity-by-dalia-marin
( 1June 2018).
[4]Filc, agm.
[5]Hanz Betz, “Exclusionary populism in Austria, Italy and
Switzerland”, International Journal, 56 (2001),s. 393–420.
[6] Filc, agm.
[7] Filc, agm.
[8] Seize the day to secure sustained growth, BIS says,
https://www.bis.org/press/p180624.htm.
(MUSTAFA DURMUŞ-SENDİKA.ORG)