ABD için Ankara’dan çok daha önemli olan Brunson krizinin perde arkası

Trump yönteminin tam bir ittifak içinde Ankara yönetimini çok açık bir şekilde aşağılayarak, ültimatom vererek Brunson’u istemesinin doğru okunması gerekir. Bu durum, Brunson’un ABD yönetimi için önemini ve üstlendiği rolü ortaya koyuyor...


Washington, Ankara’yı çok açıkça tehdit etti. Dahası Erdoğan rejimini uluslararası alanda rencide edecek şekilde ültimatomlar verdi. ABD yönetimi tarihte ilk kez bir NATO üyesinin bakanlarına ambargo uyguladı. Wall Street Journal  gazetesinde yayımlanan bir makalede İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’e uygulanan yaptırımın, Magnitsky Yasası kapsamında yani “Çeçen lider Ramazan Kadirov ve eski Gambiya lideri Yahya Jammeh ile aynı kategoride” ele alındığı yazıldı.

ABD, Ankara’yı ekonomik olarak kuşatmaya başlayacağının sinyalini verdi. Doların önlenemez yükselişi cumhurbaşkanlık sisteminin politik istikrarsızlığını ön plana çıkartacak gibi görünüyor. Ekonomik durumun çok daha kötüleşeceği, bu nedenle IMF’nin kapısının çalınmasının kaçınılmaz hale geleceği düşüncesi yüksek oranda seslendirilmeye başlandı.

Ankara-Washington hattındaki bu gerilmenin politik arka planını doğru okumak gerekir.

Birincisi Evanjelik olan ve 20 yıldır faaliyetlerine devam eden Pastör Brunson meselesidir. Akla şu soru geliyor. ABD vatandaşı olan Brunson, Trump yönetimi için neden bu kadar önemlidir? Bütün diplomatik-politik ilişkileri bir kenara atıp doğrudan Ankara’yı tehdit eden, dahası uluslararası alanda rencide edip aşağılayan bir yola başvurması nasıl okunmalıdır? Bu soruya doğru bir yanıt vermek, Evanjeliklerin ABD siyasetindeki rolünü anlamaktan geçer.

Evanjelikler, ABD yönetiminde etkin bir güçtür
Hıristiyanlığın bir mezhebi veya yeni bir yorumu olarak tanımlayabileceğimiz Evanjelizmin kökeni esasen 16. yüzyılın Protestan Reformu’na dayanmaktadır. Temel bakış açıları, Hıristiyanlığı dünyanın değişik bölgelerine yayma ve bir bakıma Hıristiyanlaştırma faaliyetini kesintisizce sürdürme üzerine kurulmuştur. Evanjelizmin temel yönelimi önce inancından uzaklaşmış Hıristiyan bir bireyin yeniden Hıristiyanlaştırılması ve ikinci hedefi ise Hıristiyan olmamış diğer toplumların/insanların Hıristiyanlaştırılmasıdır.

Evanjeliklerin tek merkezli olmayıp kendi içerisinde de farklılaştıkları görülür. 20. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan neo-Evanjelizm akımı gelişmeye başladı. 1940’lardan sonra Amerikada hızla gelişen ve aynı zamanda ABD’nin siyaseti içerisinde etkili olmaya başlayan neo-Evanjelizm akımı, uluslararası alanda gelişen ve aşamalı olarak dünya siyasetini etkileyen bir güç haline geldi denebilir. Evanjeliklerin ilk uluslararası kongresi, “World Congress on Evangelism” 1966 yılında Berlin’de gerçekleştirildi. İkinci toplantı ise Londra ve Washington yönetimlerinin desteğiyle 1974 yılında, “The International Congress on World Evangelization” düzenlendi. 150 ülkeden 2 bin 473 kişinin katıldığı toplantı İsviçre’nin Lozan şehrinde gerçekleştirildi. Bu toplantı, Evanjeliklerin uluslararası alandaki yayılmacılığının önemli bir hamlesi olduğu gibi dünya siyasetinde de etkilerinin hızla arttığı bir süreç oldu.

1970’lerden itibaren ABD siyasetinin arka plandaki önemli bir gücü haline gelmeye başlayan Evanjelikler, ABD başkanlarının belirlenmesinde belirli bir etki sağladılar ama öncelikli olarak ABD’nin temel stratejisinin oluşturulduğu Senato ve Kongre’de önemli bir güç haline geldiler. ABD genelinde tek merkezli örgütlenmeye başlayan Evanjeliklerin 1980 yılında 400 bin aktif üyesi olduğu ve 46 eyalette politik kurullarda yer aldıkları anlaşıldı. Özellikle “Moral Majority” grubu, dinsel bir cemaat olmasına rağmen siyasi ilişkilerde etkin olan bir Evanjelik grubu olarak ön plana çıktı. 90’lı yıllardan itibaren Cumhuriyetçi Parti içinde oldukça etkin olan ve özellikle dış politikayı belirleyen bir güç haline geldiler.

Ronald Reagan’ı aktif olarak destekleyen Evanjeliklerin Amerikan siyasetindeki etkisi daha sonraları da belirgin hissedildi. İki dönem ABD Başkanlığı’nı kazanan Bill Clinton’un yanında son derece etkili olan Al Gore’nin 2000 yılında aday olduğu seçimlerde ABD’nin yeni cumhurbaşkanı olması beklenirken, Evanjeliklerin açık olarak desteklediği ve kendisini Evanjelik olarak tanıtan George W. Bush başkan seçildi. Aynı şekilde baba Bush’un da başkan seçilmesinde Evanjeliklerin doğrudan etkili olduğu biliniyor. 1980’lerden bu yana Ronald Reagan, George H. W. Bush ve oğul Bush’un Evanjelik olduğunu ABD toplumu biliyor. Trump’ın kendisi Envajelik değil ancak Başkan Yardımcısı Pence, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un Evanjelik oldukları biliniyor.

Evanjeliklerin diğer bir önemli özelliği de İsrail olan ilişkileridir. Ortadoğu’daki gelişmelerin İncil’de belirtilen kehanetlerin bir soncu olduğunu düşünen Evanjelikler, İsrail devletinin desteklenmesi gerektiğini belirtirler. Bu nedenle ABD yönetimlerinin İsrail’e verdiği yardımın sürekliliğini savunmaktadırlar.

ABD’nin küresel politikalarında belki de Yahudi lobilerinden çok Evanjeliklerin etkisinden bahsetmek gerekir. Reagan döneminde gelişen ve baba-oğul Bush dönemlerinde bütünüyle egemen hale gelen, bugün de Trump’ın Ortadoğu politikasına hakim olan neo-con’cu akım esasen Evanjeliklerdir. Bu nedenle ABD’nin yeni bir “Roma veya Kartaca İmparatorluğu” haline gelerek 21. yüzyılın “Haçlı Seferi”ni başlatıp Hıristiyanlığın dünyaya egemen kılması olarak tasarlanan neo-con’cu stratejinin ideolojik arka planı Evanjelik akım ve örgüttür.

Brunson, Evanjelikler için tahmin edilenden çok daha önemlidir
20 yıldır Türkiye’de yaşayan ve önemli bir görev üstlenmiş olan misyoner Brunson, Evanjelik akımının önemli kadrolarından biridir. Türkiye gibi Ortadoğu ilişkilerinin merkezinde olan bir ülkede görev yapması, sadece birkaç Müslümanı Hıristiyanlaştırmasıyla ilgili olmadığı sanırım MİT’in çok iyi bildiği bir durum. Her ne kadar Hıristiyan olmayan toplumu değiştirmek ve bunlar içinde Hıristiyanlığı geliştirmek gibi bir misyon üstlenmiş olsa da esas işlevi Ortadoğu merkezli Evanjelik hareketi örgütlemek ve yönlendirmektir. Bunu kilisenin vermiş olduğu bir görev olmanın çok ötesinde ABD’nin dış politika stratejisinin başarılı olmasının politik arka planıyla doğrudan ilişkilidir.

Bu örgütlenmenin ABD’nin devlet stratejisinin belirlenmesinde önemli bir etkisi olduğu düşünüldüğünde, Evanjeliklerin dünyanın değişik bölgelerindeki faaliyetlerini CIA ile birlikte ve bütünlüklü bir şekilde yürütmektedirler. Pastör Brunson, klasik bir CIA ajanı değildir. Hatta üstlendiği rol, klasik bir ajan olmasının çok üstende olup ABD’nin bölgesel stratejisiyle ilişkilidir. Tam 20 yıldır kesintisizce Türkiye’de, özellikle İzmir’de yaşayan Brunson, görev üstlendiği bölgenin jeostratejik önemi dikkate alındığında Evanjeliklerin üst düzey kadrolarından biri olacağı dahası olduğu anlaşılıyor.

Trump yönteminin tam bir ittifak içinde Ankara yönetimini çok açık bir şekilde aşağılayarak, ültimatom vererek Brunson’u istemesinin doğru okunması gerekir. Bu durum, Brunson’un ABD yönetimi için önemini ve üstlendiği rolü ortaya koyuyor. Washington, Ankara ile ilişkileri çok ciddi bir krize sokmadan arka plan diplomasisi ile sorunu çözmeye çalıştı. Etkili olmayınca, açıkça tehdit etti. Çünkü Brunson, sembolik biri değildir. Evanjelik hareketinin önümüzdeki yılların önde gelen bir yöneticisi olarak ABD’de etkin olabilecek bir bireydir. ABD için Ankara’nın NATO müttefikliği olmasının sınırı Brunson’a kadardır. Ankara’nın “ABD stratejik müttefikimizdir” sözünün bittiği yer Brunson’dur.

Bir yanda Ankara’daki iktidar, diğer yanda ise Brunson. Sanırım Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı sisteminin etki alanının bir Pastör’ün etki alanın çok gerisinde olduğu daha net anlaşıldı. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo da Singapur’daki Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN) toplantısına giderken uçakta yaptığı açıklamada “Türkler, artık Brunson’ın serbest kalma zamanının geldiğinden, vaktin çoktan geçtiğinden haberdardı ve umarım bunun neden olduğunu anlarlar. Bu bizim çok ciddi olduğumuzun göstergesidir… Brunson’ın eve dönmesi gerek, tıpkı Türk hükümeti tarafından tutulan diğer Amerikan vatandaşları  gibi” dedi.

Ankara’nın rehin tutma politikası çöktü
Ankara’daki iktidarın belirlediği politikalardan biri, özellikle darbeci Gülen cemaatinin kadrolarını barındıran ülkelere karşı izlediği taktik plandır: Türkiye’de bulunan ABD, Almanya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerin vatandaşlarını tutuklayarak, karşılığında bu ülkelerdeki Gülenci kadrolarla değişime zorlamak. Bir bakıma şantaj yapmaya yöneldi. Almanya ile bu çok net görüldü. Birkaç ABD vatandaşının tutuklanmasında belirgin hale geldi. Pastör Brunson bunun en son çatışma alanı oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump yönetimine seslenerek “Ver papazı al papazı” yani “ver Gülen’i al Brunson’u” olarak tanımladığı değiştirme önerisinin arka planında hukuksal değerlerin işlemediği ortaya koyulmuştur. Almanya vatandaşı Deniz Yücel, PKK’li olduğu iddiasıyla tutuklandığında da Erdoğan, Merkel’den Almanya’ya iltica etmiş darbeci Gülencileri istemişti. Almanya’da hukukun işlediği, kararın mahkemeler tarafından verileceğinin altı çizildi. Erdoğan ile Merkel arasında sürdürülen sıkı pazarlıklardan sonra Deniz Yücel’in tam bir operasyonla aniden Almanya’ya gönderilmesi, meselenin hukuki değil, politik çıkarlar olduğunu gösteriyor. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Fransa vatandaşlarını bırakmak için Erdoğan ile dahi görüşmek zorunda kalıyorum” açıklaması kamuoyuna yansıdı. Böylelikle uluslararası alanda Türkiye’deki tutuklamaların hukuksal bir yönünün bulunmadığı, bunların dış politikada etkili olmanın bir aracı haline getirildiği algısı oldukça yüksektir. Pratik uygulamalar da bunu gösteriyor. Misyoner Brunson için hazırlanan iddianamede “FETÖ’ye ve PKK’ya üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleme” ve “Devletin gizli kalması gereken bilgileri siyasal veya askeri casusluk maksadıyla temin etme” iddiası var. Hem PKK hem de FETÖ ile ilişki içinde göstermek ve devletin gizli sırlarını açığa çıkartmak gibi suçlarla itham etmek iddiaların temelsiz, geçersiz olduğunu gösteriyor. Eğer Brunson hakkındaki iddialar iddianamede olduğu gibiyse hukuki olarak ev hapsine dahi çıkartılmaması gerekir. Eğer esas mesele politik gerekçelerle tutulmasıysa, tutuklanmasını gerektirecek bir durum yok demektir. Bu nedenle mesele hukuki olmadığından dolayı Erdoğan yönetimi, Trump’ın baskılarına ve tehditlerine dayanamaz ve pastörü kısa sürede ABD’ye gönderir. Ankara’daki iktidarın başka bir şansı da bulunmuyor. Böylelikle hukuksal olarak gösterilen durumun esasen politik olduğu, bunun da uluslararası güçler karşısında işlemediği görülüyor.

İkinci gerilim noktası, Türkiye’nin bölgesel politikası
Washington ile Ankara arasındaki en önemli gerilimin bir başka noktası da bölgesel politikalardır. Türkiye’nin Suriye’den başlayan Irak ve İran’ı kapsayan bölgesel politikası Rusya’ya göre şekillenmeye başladı. ABD’nin bölgesel stratejisinin dışında kaldı ve NATO üyesi olarak kendi başına askeri stratejiler izleme kararı aldı. Özellikle ordunun savunma gücünü NATO dışındaki ülkelerden, yani Rusya ve Çin’den temin etmeye yöneldi. Putin, Erdoğan ile yakın ilişki kurarak, Ankara-Brüksel hattında askeri ve politik krizi derinleştirmeye yöneldi. Hatta bunun için Afrin işgaline dahi onay verdi.

Pentangon, NATO üyesi Ankara’nın Rusya’nın gelişmiş hava savunma sisteminin alınmasını kesinlikle kabul etmiyor. S-400’lerin alınması, NATO’ya bir ihanet olarak değerlendiriliyor. Bunun kabul edilmez olduğu sıklıkla vurgulanıyor. Bu nedenle Ankara’nın Moskova ile arasına mesafe koymasına dikkat çekiliyor.

Bir başka önemli nokta, İran ile ilişkilerin sınırlandırılmasıdır. Bir süre önce Ankara’ya gelen bir ABD heyetinin tek gündem maddesi İran’a uygulanacak ticari ambargoya Türkiye’nin mutlak bir şekilde uymasıydı. Ankara’nın Tahran’a karşı ABD’nin yanında saf tutmasının çok büyük zorlukları olduğu biliniyor. Sadece İran ile değil, Rusya ve Çin ile de ilişkilerin gerilmesi anlamına gelir ki, Ankara’daki iktidarın bunu kaldırması da oldukça zordur.

Suriye’de Rusya politikasına angaje olmuş Erdoğan iktidarının tutumu ABD’yi geren bir başka faktör olarak ön plana çıkıyor. Bu sorunların çözümsüzlüğü devam ediyor. Ankara’nın Suriye’de yapabileceği bir şey kalmadı. Yakın zamanda El-Bab ve Afrin’den çıkması için çağrı yapılacak. Ayrıca Ankara, İdlip’te çok daha ciddi bir sorunla karşı karşıya kalacak gibi görünüyor. Putin’in Suriye özel temsilcisi Ankara’ya şöyle seslendi: “Rusya’nın sabrı taşıyor. El-Nusracı cihatçılara karşı savaş açın, onları İdlip’ten kovun. Ya da Rusya, Esad güçleriyle büyük bir saldırı başlatacak.” İdlip’te büyük savaş her an başlayabilir. Ancak görünen o ki, Ankara bu çağrıya uygun davranmayacak.

Trump yönetimi, çok açık söylemek gerekirse Ankara’yı ciddiye alınabilir bir ittifak gücü olarak görmüyor. Türkiye hiçbir zaman ABD’nin stratejik müttefiki olmadı, sadece üçüncü derecede ittifak yapılabilecek eksen ülke olarak değerlendirildi. Türkiye’nin jeopolitik önemi var ama geçmişe oranla ciddi oranda gerilemiş ve stratejik güç dengelerinde arka planı düşmüş görünüyor. Bu nedenle ABD’nin dış politikasında Ankara’nın vazgeçilmez devlet olması prensibi esasen işlevini tamamlamıştır. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde bu durum çok daha net olarak ortaya çıkacaktır.

ABD Kongresi’nde Türkiye’ye yönelik çok kapsamlı yaptırımların gündeme gelmesi dahası ciddiye alınabilir kararların alınmış olması Ankara’daki iktidar gücünü ciddi risklerle karşı karşıya bırakıyor. F-35’lerden Patriot hava savunma sistemlerine kadar askeri alanda çok kapsamlı bir ambargo sürecinin başlama olasılığı gündemdedir. Türk mallarına konulacak yüksek vergiler ve bazı mallara ambargonun uygulanması tasarısı kongreye getirildi. Bazı Türk bankalarına ve şirketlerine uygulanacak ambargo, özelikle Zarrab davasında alınan kararın güncelleştirilmesiyle Halkbank başta olmak üzere birkaç bankaya verilecek cezaların kesinleşmesi ekonomik zorluklar içinde olan Ankara’daki iktidarı çok ciddi oranda sarsacaktır. Ayrıca bekletilen ikinci iddianame için dava açılmasıyla cumhurbaşkanının kendisinden sonra en çok yetkilendirdiği Hazine ve Maliye Bakanı damadı Berat Albayrak için ciddi bir sürecin yaşanması kaçınılmazdır.

Cumhurbaşkanı ve bazı bakanların ABD’ye kafa tutar görüntüsünün hiçbir önemi olmadığı görülüyor. Türkiye, uluslararası ve bölgesel ilişkilerde içerisine sürüklendiği krizden çıkması oldukça zor görünüyor. Bazen yetkileri tek başına kullanmanın bir önemi yok. Uluslararası ve bölgesel politik dengeler çok yönlü hesaplanmazsa, iç politikada demokratikleşme yerine totaliter bir iktidar kurulursa, kriz çok daha fazla gelişir ve büyük bedeller ödenmek zorunda kalınır.

Kriz yeni başladı. Sonucu nasıl olur kestirmek zor. (MUSTAFA PEKÖZ - SENDİKA.ORG)
Blogger tarafından desteklenmektedir.