Page Nav

HIDE

Grid

GRID_STYLE

Reviews

SHOW_BLOG

Korkut Boratav: Sınıfsal saldırı gündemde, saldırının her aşaması örgütlü bir direnme ile frenlenebilir

Prof. Dr. Korkut Boratav, ekonomide son yaşanan gelişmelerle birlikte patronlar ve emekçiler açısından oluşan tabloya ilişkin soruları yanı...

Prof. Dr. Korkut Boratav, ekonomide son yaşanan gelişmelerle birlikte patronlar ve emekçiler açısından oluşan tabloya ilişkin soruları yanıtladı...


Döviz fiyatlarındaki dalgalanmayla oluşan kriz ortamında sorumluluğa yanıt aranırken yapılan “dış müdahale” ve “siyasi komplo” gibi değerlendirmelerin AKP söylemine hizmet ettiğini belirten Boratav, gerçek sorumlunun ekonomide yıllar boyu dış bağımlılığı artıran iktidar olduğunu kaydetti.

Son gelişmelerle birlikte ekonominin küçülmesi, artan işsizlik ve çiftçinin eline geçen fiyatların üretim maliyetlerini karşılayamamasının gündemde olduğunu söyleyen Boratav, “Her zaman olduğu gibi işverenler krizi fırsat olarak kullanacak; ayakta kalma çabalarını, kayıt-dışı istihdamı yaygınlaştırarak; ücretleri dibe taşıyarak sürdüreceklerdir” dedi.

Emekçilere karşı bu sınıfsal saldırının “dış komplolar” söylemi altında gizlenmemesi gerektiğinin altını çizen Boratav, “Saldırının her aşaması, örgütlü bir direnme ile frenlenebilir. Örgütlü bir direnme yoksa, sınıf dayanışması yok olur; emekçiler “gemisini kurtaran kaptan” arayışına savrulur; güç merkezlerinden, cemaat / tarikat çevrelerinden lütuf arayışı içinde heba olurlar. Bu tür bir dibe sürüklenmeyi engellemede Türkiye’nin sol, aydınlık, ilerici güçlerine büyük sorumluluk düşecektir” ifadelerini kullandı.

Korkut Boratav’ın açıklamaları şöyle:

Döviz kurunda yaşanan hızlı artışla beraber “kriz değerlendirmeleri” arka arka gelmeye başladı. İktidar ise dövizdeki ani artışın bir “siyasi müdahale olarak değerlendirilmesi” gerektiğini düşünüyor. Döviz artışı ve kriz belirtisi sizce nasıl yorumlanmalı? Krizin kökeni nedir?

Döviz fiyatlarındaki hareketleri “siyasi müdahale, dış komplo” olarak değerlendirmek, krizin gerçek sorumlusu olan AKP iktidarının söylemine teslim olmaktır. Uluslararası finansal sistemdeki olumsuz gelişmeler, emperyalist sistemin çevresinde yer alan aşırı kırılgan ekonomileri sarsmış; kriz ortamına sürüklemiştir. İlk iki örnek, Arjantin ve Türkiye olmuştur. Yıllar boyunca artan, derinleşen dış bağımlılığın ana sorumlusu AKP iktidarıdır.

Finans kapital çevreleri, spekülatif amaçla gittikleri, büyük düzeyde kredi bağladıkları “yükselen piyasa ekonomileri”nin kırılganlıklarını yakından izler. “Alacaklarımız, yatırımlarımız güvence altında mıdır?” endişesi büyük önem taşır. Bir süreden beri, “kırılgan yükselen piyasa ekonomileri” listeleri oluşturulmaktadır. Türkiye kesintisiz olarak “en kırılgan beş ülke” sıralamasının içinde yer aldı. Döviz fiyatlarındaki dalgalanmayla ortaya çıkan kriz ortamı, bu değerlendirmenin geçerli olduğunu gösterdi.

Döviz fiyatlarındaki hareketler,  esas olarak cari işlem açığı, sermaye hareketleri ve rezervlerden oluşan döviz dengesine bağlıdır. Türkiye’de döviz fiyatları 2016’dan bu yana artış eğilimi içindedir. Ana neden, AKP iktidarının darbe girişimi sonrasında kamu açıkları, kredi garantileri yoluyla iç talep pompalamasına geçmesidir. Bu uygulama, uluslararası likiditenin daralmaya başladığı bir konjonktüre denk geldi. FED faizleri artırıyor; bilançosuna yığılmış olan tahvilleri eritiyor; ABD 10 yıllık devlet tahvil faizleri yüzde 3’lük kritik eşiğe ulaşıyor. Emperyalist sistemin en zayıf halkalarını (başta Türkiye’yi) beslemiş olan sıcak para, kredi akımları yavaşlıyor. Dahası, ters yönlü, yani ABD’ye, metropole dönük fon çıkışları başlıyor.

AKP’nin talep pompalaması da Türkiye ekonomisinin kapasite sınırlarını zorladı. Sonuç cari açığın ve enflasyonun tırmanmasıdır. 2017’de toplam sermaye girişleri arttı; ama cari açıktaki genişlemeyi kapatamadı; rezervler eridi; döviz fiyatlarının artışı bakımından benzer ülkeler arasında Türkiye ilk sıraya çıktı. Finans kapital, başta IMF, “kemer sıkmayöntemleriyle ekonominin serinlemesini” tavsiye etmeye başladı. Şimdiye kadar AKP’nin kazandığı tüm seçimler, finans kapitalin desteğini pekiştirmiş; borsalar seçim sonralarında rekorlara ulaşmıştır. 2003’ten bu yana finans kapitalin reçetelerini sadakatle izleyen AKP’nin Haziran seçimlerinden sonra önerilen doğrultuda bir istikrar programına geçeceği umuluyordu.

Ne var ki, Cumhurbaşkanı istikrar istemiyordu; ama, açıklanması güç bir nedenle bu niyetini Mayıs’ta finans çevrelerine (üstelik Londra’da) açıkça ifade etti. Beklentiler bozuldu. Türkiye’nin risk primi yukarı çekildi. Sermaye hareketlerindeki olumsuz eğilimlerin ilk etkileyeceği ülkelerin ön sırasına Türkiye geçti. Bu olumsuz konjonktüre, rahip Brunson krizi de olumsuz siyasi bir katkı yaptı. Bu, kriz ortamını doğuran değil, sadece körükleyen, talî bir etken oldu.

Döviz fiyatlarındaki yükselme, krizin nedeni değil, göstergesidir. İktidar, ekonomiyi finans kapitale aşırı bağımlı konuma getirdiği için 12 ayda 180 milyar dolarlık dış borcu “döndürmek” zorundadır. 12 ayda 55 milyar dolara ulaşması öngörülen cari açığın eklenmesi, bir yılda 235 milyar dolarlık dış finansmanın gereksinimi oluşturmaktadır. Türkiye ekonomisini bu derecede uluslararası sermayeye bağımlı kılan iktidar, bugün “faiz lobisi, dış komplo” söylemleriyle sorumluluğunu gizlemeye kalkışmaktadır.

İktidar kanadı dışında ekonomi çevreleri de benzer bir söylem içerisinde. İki büyük bankanın CEO’su “bu durum normal ekonomik verilerle açıklanamaz” görüşünü savunuyorlar. Siz ekonomik veriler hakkında ne düşünüyorsunuz? Gerçekten yorumlanamaz mı yoksa başka bir mantık mı gerekiyor?

Herkese açık olan ödemeler dengesinin Mart-Haziran 2018 istatistiklerine baksınlar; kriz sürecini tetikleyen ekonomik verileri göreceklerdir: Bu dört ayın her birinde 12 ay öncesine göre yabancı sermaye girişleri gerilemiş; Mart ve Haziran aylarında “net çıkış” (“eksi” değerler) gerçekleşmiştir. Yabancı sermaye girişlerindedört aylık toplam yüzde 85 oranında düşmüştür.

Dış kaynak akımlarına, yerli ve kayıt-dışı sermaye hareketlerini ekleyin. Sermaye hareketlerinin net bilançosu da yüzde 52 oranında gerilemiştir. 1997-98 Doğu Asya krizinden bu yana, sermaye hareketlerinde ani duruş ve/veya tersine dönme, yüksek dış kırılganlık içeren çevre ekonomilerinde kriz nedeni olarak belirlenmişti. Bunalımın seyri, ekonomileri ne derecede, ne kadar süreyle küçülteceği, bir finansal krize dönüşüp dönüşmeyeceği ülke özelliklerine, kriz yönetim biçimine bağlıdır.

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak döviz artışından sonra Orta Vadeli Programı açıkladı. Programın içeriği hakkında ne düşünüyorsunuz? Muhalefetin, Merkez Bankası’nın faiz kararı ve OVP sonrası “yönetim bağımsız değil, krizin arka planında bu var” görüşüne katılıyor musunuz?

Albayrak OVP’nin içeriğini açıklamadı; öngördüğü ana ilkeleri, özellikle “malî disiplin”  önceliğine değindi. Aslında, geçmiş (örneğin 2017-2019’a ait) OVP’lerde yer alan “temel hedef fiyat istikrarıdır ve enflasyon hedeflemesi temel para politikası rejimi olmaya devam edecektir” ifadelerini tekrar ederek finans çevrelerini teskin etmeyi deneyebilirdi. Zira bu ifade, Cumhurbaşkanı’nın reddettiği bir yükümlülüğün ifadesidir. Yani, “merkez bankasının bağımsızlığına, enflasyonu aşan politika faizine ve dalgalanmaya (piyasaya) bırakılan döviz fiyatlarına” dayalı bir politika anlamına gelir. Cumhurbaşkanı OVP’yi ciddiye almadığı veya okumadığı için, Londra bankerleriyle görüşmesinde bu yükümlülüğü açıkça reddetmekte beis görmemiştir. Finans kapital çevreleri ise, bu yükümlülüğün sadece lâfta değil, uygulamada gerçekleştiğini istemektedir. Enflasyonun yüzde 20 eşiğini aşacağını öngörmektedirler; buna bağlı olarak TCMB’nin gecikmeden politika faizini yüzde 25’ler eşiğine çekmesini beklemektedirler.

Türkiye’yi hedefleyen spekülatif sermaye, böylece, TL getirilerinde güvenceli bir eşiği sağlamış olacaktır. Bu hamle, döviz fiyatlarının abartılı boyutlarda yükselmesini ve bu nedenle tahvil, hisse senedi fiyatlarının yeterince ucuzlatmasını izleyeceği için sıcak para girişlerini hızlandıracaktır. Cumhurbaşkanı niçin direniyor? Çünkü, %25’lik politika faizi, %35’i aşan kredi faizlerine yol açar ve borç batağına saplanmış inşaatçılar zincirleme çöküntüye sürüklenirler. Direnmek problemi çözmez. Döviz borçlarının T L karşılığı ve azalan talep alarm zillerini çalmaktadır.

Buna ek olarak, özellikle Türkiye’ye kredi açmış olan Batı bankaları kamu maliyesinde ciddi kemer sıkma önlemleri bekleyecektir. IMF’nin Nisan’da yayımlanan Türkiye raporunda kamu harcamalarında milli gelirin yüzde 2’si oranında bir daralma tavsiye ediliyordu. Bu, ekonomiyi önemli ölçüde aşağı çekecek bir önlemdir. Ekonominin küçülmesinin, cari işlem açığını “sürdürülebilir” düzeye çekmesi umuluyor. Ancak, aynı bankalar, kredilerin yenilenmesi; daha yüksek faiz oranlarıyla döndürülmesi için kamu maliyesi hedeflerini denetleyecek bir mekanizmayı, özellikle IMF’yi yeğleyecektir. OVP’de yer alan “malî disiplin” vaatleri ciddiye alınamaz; önceki yılların OVP metinlerinin Cumhurbaşkanı tarafından dahi ciddiye alınmadığına yukarıda değindim.

Sizce bundan sonra sermaye çevreleri ne yapacak? İşçi sınıfının ve genel olarak emekçi halkın ne yapması gerekli?

İnşaatçı, müteahhit şirketler dışında büyük sermaye,  bir IMF programını tercih edecektir. Bu program altyapı ve inşaat sektöründe arz fazlası tespit ettiği için yatırımların daralmasını isteyecek; izleyecektir. “IMF’siz bir IMF programı” ise, emekçilere ağır faturalar yükleyecektir.

Ekonominin küçülmesi, artan işsizlik, çiftçinin eline geçen fiyatların üretim maliyetlerini karşılayamaması gündemdedir. Mali disiplinin, devletin eğitim, sağlık harcamaları kısılarak gerçekleşmesi; sosyal devletin çekirdeğini oluşturan bu iki kamu hizmetinin daha fazla piyasalaşması söz konusudur. SGK, ilaç faturalarında kısıntıya başlamıştır. Kıdem tazminatları tehdit altındadır. Asgari ücretlerin, emekli aylıklarının, kamu personeli toplu sözleşmelerinin enflasyona endekslenmesine son verilecektir.  Her zaman olduğu gibi işverenler krizi fırsat olarak kullanacak; ayakta kalma çabalarını, kayıt-dışı istihdamı yaygınlaştırarak; ücretleri dibe taşıyarak sürdüreceklerdir.

Emekçilere karşı bu sınıfsal saldırı, “dış komplolar” söylemi altında gizlenmemelidir. Saldırının her aşaması, örgütlü bir direnme ile frenlenebilir. Örgütlü bir direnme yoksa, sınıf dayanışması yok olur; emekçiler “gemisini kurtaran kaptan” arayışına savrulur; güç merkezlerinden, cemaat / tarikat çevrelerinden lütuf arayışı içinde heba olurlar. Bu tür bir dibe sürüklenmeyi engellemede Türkiye’nin sol, aydınlık, ilerici güçlerine büyük sorumluluk düşecektir. (KORKUT BORATAV - GAZETE MANİFESTO)

Hiç yorum yok

EKONOMİ/PARA/PİYASA