Bilim, felsefe ve insan


BİRİNCİ BÖLÜM

DÜNYA GÖRÜŞÜ OLARAK FELSEFE; İDEALİZM VE MATERYALİST DİYALEKTİK

Doğa görüngüleri tarihsel-süreçsel maddi varlıklar, nesneler olup, düşünceler ve düşünce sistemleri bunlarla birlikte, “insanların maddi etkinliğine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdırlar. Başka biçimde söylenirse, insanların düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri onların maddi yaşamın üretimi tarzına bağlı ve maddi davranışlarının dolaysız ürünü olarak ortaya çıkarlar. Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir.”[1]

Düşünce sistemleri –genel olarak söylenirse– dünyanın ve insanın durumundan hareketle belli durum, tutum ve görüşleri sistematik olarak temellendirmeye çalışırlar. Sınıflı toplumların tarih sahnesine çıkışıyla, ya da başka biçimde söylenirse insanın maddi yaşamını üretimi sürecinde toprağın, alet-araç ve ürünün belirli kişi ve grupların elinde toplanmasına bağlı olarak onların diğerleri üzerinde ayrıcalıklı bir yaşama geçişleriyle birlikte, bu durumun düşünsel ifadesi de toplumsal sınıfların, onların her biri için karakteristik özellik gösteren iktisadi-sosyal konum ve bu konumdan doğan veya ona “itkiler”e bağlanır.[2]

ı-) Düşüncenin varlığa ilişkinliği üzerinden ayrışan idealizm ve materyalizm

İnsanın, yaşamı için gereksindiği maddeleri edinmek üzere doğayla giriştiği mücadelenin bir yönü olarak, çağlarının en yetenekli ve gelişkin beyinlerinin uğraşılarında anlamını bulan sorulara yanıt aradığı; günümüze dek süren bu arayış ve uğraşı dolayımında dünya ve evren gerçekliği ve insanın kendisi dışındaki bu nesnel gerçeklikle(kendisi olmazdan önce, varlığı insanın varlığına bağlı olmaksızın varolan doğa) ilişkisinin ne ve nasıllığına; kendi dışındaki varlığı, doğayı ve evreni bilebilip-bilemeyeceği sorularına; ve bununla bağlı olarak varlığın düşünceyle ilişkisi sorununa, bilimsel ve felsefi alanda yanıtlar verdiği biliniyor.[3] Bu soru ve yanıtların en başında da düşüncenin varlıkla; ‘ruh’un bedenle ilişkisi gelmiştir. Engels, bunu, “Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunu”[4] olarak ifade ederek, felsefenin bu en önemli ve temel sorununa yanıtlarına göre filozofların “iki büyük kampa” ayrıldıklarını belirtir. Bu ayrıma göre, düşüncenin, ‘Tin’in doğaya göre “önce gelme özelliği”ne sahip olduğunu düşünenler –ve sonuçta da yaratılışçı teoriyi kabullenenler– idealizm kampında; maddeyi, varlığı birincil öge ve düşünce kaynağı olarak alan, ve ruh-beden ilişkisini insanın somut varlığından hareketle açıklayanlar ise  “materyalizmin değişik okullarında” yer alıyorlardı.[5] Materyalist ile idealist felsefe yanlısı arasındaki temel ayrım noktasını belirtirken, Lenin, materyalistin “duyumu, algıyı, düşünceyi ve genellikle insanın bilincini nesnel gerçekliğin imgesi gibi” algıladığı ya da tuttuğunu; Evrenin, “bilincimiz tarafından yansıtılan bu nesnel gerçekliğin hareketi” olduğunu; “Fikirlerin, algıların vb. hareketine, dış maddenin hareketi” ne uygun düştüğünü; madde kavramının, “bize, duyum içinde verilen nesnel gerçekten başka bir şey ifade etme”diğini; “hareketi maddeden ayırma isteği”nin düşünceyi nesnel gerçeklikten ayırmaya; duyumları dış dünyadan ayırmaya eşdeğer ve idealizme varmak olacağını söylüyordu.[6]

Materyalizm, varlığın düşünceden bağımsızlığı, düşünceye önceliği ve  düşüncenin varlığın yansısı olduğu görüşünü; idealizm ise, düşüncenin varlığı oluşturucu olduğu görüşünü ifade eder. İlki, bilincimizin, duyularımızın ve algılarımızın dış dünyanın ve nesnel varlıkların yansıması olduğunu; düşüncenin, bilginin nesnelerin ve nesnelerle ilişkinin bilgisi olarak şekillendiğini; ikincisi, düşünceden hareketle varlığın bilinebileceğini; onları varlık olarak kuranın düşünce, İdea olduğunu ileri sürer. Lenin, felsefi idealizmi, “bilginin özelliklerinden, yönlerinden, yanlarından birinin, maddeden, doğadan ayrı tutulmuş, ilâhlaştırılmış bir mutlak haline, tek yanlı, abartılmış, überschwengliches (Dietzgen) bir biçimde geliştirilmesini (şişirilmesi, gevşetilmesi)”; “papazca bilmesinlercilik” olarak niteler. Metafizik dünya görüşü en net haliyle dini ideolojide dile gelir. “Gerçeği” donmuş-değişmez ve çelişkisiz gösteren Metafizik, toplumsal kategori ve formasyonları da sabitleştirir ve birbirleriyle ilişkisinden soyutlayarak tekil “şey”ler olarak alır. Onda, A=A’dır; ve ak ile kara çok net hatlarıyla birbirlerinden ayrışmıştır; geçişlere ve ara tonlara yer yoktur. Toplum, karşıt sınıfların özdeşliği ve mücadelesi(biraradalığı ve mücadelesi) yerine, birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılmış formasyonların toplamından oluşur vb. “Şeyleri kesin biçimleriyle meydana gelmiş şeyler olarak ele alan eski metafizik”, ve şeyleri Mutlak Fikir (Tin)in görüngüleri olarak alan idealizme karşı diyalektik materyalizm, doğadaki ve ‘şeyler’deki değişimi irdeleyerek bunların düşüncedeki yansılarını nesnel gerçeklikle temellendirir. Materyalist ve diyalektik felsefi görüş doğa bilimlerindeki gelişmelerden güç alır ve olgusal bilgi birikiminden yararlanarak gerçekliği daha tam (aslında yaklaşık) anlamlandırmaya çalışır. Engels ve Lenin, materyalist diyalektiğin doğa bilimleri alanındaki yeni buluşlardan yararlanarak zenginleştirilmesi gereksinimine dikkat çektiler.[7] Lenin, sağlam felsefi bir temel oluşturularak militan materyalizmin pratiğe geçirilmesinde ısrarlıydı.

Lenin, Bogdanov ile tartışmasında, “Nesnel bir gerçek var mıdır; yani, insan tasavvurunda özneden bağımsız olan, ne insana ne de insanlığa bağımlı olan bir içerik var mıdır? Var ise, o halde nesnel gerçeği ifade eden insan tasavvurları, bu gerçeği, hepsini birden, eksiksiz, mutlak ya da sadece yaklaşık olarak göreli bir biçimde ifade edebilirler mi?” diye sorar ve “Nesnel gerçekliğin varlığı reddedilmeden, mutlak gerçeklik reddedilemez.” diye yanıtlar. İnsan “mutlak gerçek”i bilme yeteneğindedir, ancak koşulları nedeniyle tüm nesnel gerçekliği, dünyadaki tüm olguları bilme gücü gösteremez. Bu düşünce tarzı ve düşüncenin gerçek yaşamda karşılığı bulunmaz. Doğada ve toplumsal yaşamda niceliğin niteliğe (ve tersinden niteliğin yeniden evrimiyle yeni niceliğe) dönüşümü; karşıtların (zıtlar) birliği ve mücadelesi ve yadsımanın yadsınması kesiksiz olarak devam eder; devinim ve gelişme bu “sarmal hareket” sürecinde gerçekleşir. Felsefenin evren, dünya ve insana dair sorulara yanıtı, canlı yaşamla ve doğa bilimlerindeki gelişmelerle bağı, toplumsal sınıfların mücadelesine yaklaşımı, idealist ya da materyalist felsefi “ekol”e aitliğini açıklayıcı özellik gösterir. Diyalektik materyalist felsefenin gücü, nesnel gerçeklikle ve doğa bilimlerindeki gelişmelerle, bilimsel buluşlarla ilişkisinde; onlardan yararlanarak sorunlara ussal-bilimsel yanıtlar getirmesindedir. Materyalist felsefe, bilimsel gelişmelerin verilerinden hareketle toplumsal gerçekliğe ilişkin soru ve sorunlara ussal yanıtlar getirmiştir. Materyalizm dünyayı, maddeyi, bilincin dışında, bilinçten bağımsız nesnel bir gerçeklik olarak görür. Madde birincil, bilinç ikincildir; idealist felsefe ile temel ayrışma noktası burasıdır. Diyalektik materyalist dünya görüşü, varlık-düşünce bağlamından hareketle olguları kavramların ürünü olarak değil, ama kavramları olgulardan hareketle üretilen düşünüş ürünleri olarak alır. Dış dünya, nesnel varlıklar, kendilerinden hareket edilen öncellerdir ve düşünce, onların beyindeki yansılarının ürünüdür. Diyalektiği, “iç bağıntıların bilimi” olarak da ifade eden Lenin, “Duyum içinde bize verilen nesnel gerçekliği yadsıdığınız anda, inancılığa karşı her türlü silahınızı yitirirsiniz ve bilinemezciliğe ya da öznelciliğe düşersiniz, ve inancılık da zaten sizden daha fazlasını istemez. Eğer algısal dünya nesnel bir gerçeklik ise, o zaman kapı öteki her türlü ‘gerçekliğe’ ya da sözde gerçekliğe kapalı demektir” diyordu.[8]

Materyalizm, idealizmden varlığın bilinçten bağımsızlığı ve bilince önceliği; bilincin, duyuların ve algıların dış dünyanın ve nesnel varlıkların yansıması olduğu görüşüyle ayrılır. Bu görüş, Marx ve Engels’in “Alman İdeolojisi”nde yürüttükleri polemiklerde; “Felsefenin Sefaleti” ve “Anti Duhring”de serimlenen bilimsel-felsefi görüşlerde; Grundrisse ve Kapital’in kuramsal örgüsünde, yetkin şekilde savunulmuş ve geliştirilmiştir. Marksizm-Leninizmin dünya görüşü materyalist ve diyalektiktir.

Marx, Engels ve Lenin’de felsefe, maddi gerçeklikten, insan ve toplumdan, toplumsal gelişme süreçleri ve bu süreçlerdeki insanın etkinliğinden ve bütün bunlarla bağlı gerçekliğin düşünsel yeniden kuruluşundan kopuk olarak alınmaz. Materyalist felsefe bilimlerin verileriyle desteklidir, ve Marx’ın kuramında, materyalizm, diyalektik ve tarihsel bağlamıyla teorinin bilimsel yöntemini oluşturur.[9]

ıı-) Eski materyalizmin ve Hegel idealizminin aşılması; diyalektik materyalizm

Eski materyalizm, “evreni bir süreç olarak, kesintisiz tarihsel gelişme yolunda bir madde olarak kavramadaki yetersizliği”yle belirgindi. Oysa, evren, kesintisiz tarihsel bir maddi oluş-değişmişlik-yeniden oluş hareketi ve onun süreci olarak kavranmalıydı. Eski materyalizmin(mekanik materyalizm) bu yetersizliğinin bir nedeni de antidiyalektik(idealist-metafizik) anlayışın doğa bilimleri üzerinde hala devam eden etkisi, ve doğa bilimlerindeki gelişmenin geri düzeyi idi.[10]

Eski materyalizmin devrimci eleştiriyle aşılması, düşüncenin varlıkla ilişkisinin diyalektik materyalist görüş uyarınca kurulmasıydı. Marx ve Engels, klasik felsefenin eleştirisine girişerek ve Hegel’in zirvesine çıkardığı idealist felsefeyi mistik kabuğundan soyarak ve devrimci içeriğine uygun şekilde “ayakları üstüne” kaldırarak, felsefi düşüncenin, dünyayı “değiştirme” eylemi, fikri ve hedefiyle bağlı tarihsel ve diyalektik düşünce olarak toplumsal gerçeklikle bağını, devrimci tarzda kurdular. Felsefenin, dünyanın –ve toplumun– yalnızca “anlamlandırılması”-anlaşılmasıyla değil, değişiminin olgusal, akli ve bilimsel yöntem ve “araçları”nın ortaya konmasıyla belirgin bu devrimci gelişimi, insanı “kaderine rıza gösterme”ye mahkum “yaratılmış” olarak gösteren gericiliğin ideolojik-siyasal çöküşünü hazırlayıcı işleve sahipti.[11]

Engels, L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu adlı eserinin 21 Şubat 1888 tarihli önsözünde, Marx ile birlikte gerçekleştirdikleri Hegel sonrası felsefe eleştirisini, kendilerinin “geçmişteki” felsefi bilinçleriyle bir hesaplaşma olarak ele aldıklarını yazdı.[12] Bu hesaplaşma, Hegel diyalektiğinin –ki o güne dek olan felsefi gelişmelerin en üst ve yetkin örneğini oluşturuyordu– idealist içeriğine karşın diyalektik yönteminin miras edinilmesi üzerinden materyalist diyalektik felsefi ‘sistem’in oluşturulmasını sağladı. “Hegel felsefesinden kopuş”, gerçek dünya –doğa ve tarih– üzerine “önceden düşünülmüş” idealistçe bütün heveslerin “acımasızca kurban edilmesi” demekti.

Hegel’in diyalektik yöntemi alınmış, ondan yola çıkılmıştı; ancak, diyalektiğin Hegelci biçiminde, değişen ve gelişen, “bütün sonsuzluk boyunca –bilinmez bir yerde– var olmakla” kalmayan, tüm dünyanın “yaşayan gerçek ruhu” da olan “Mutlak Fikir”di. Hegel’de diye yazıyor Engels; “doğada ve tarihte kendini gösteren diyalektik gelişme, yani zikzak halindeki bütün hareketler ve bütün ani geri çekilmeler boyunca kendini ortaya çıkaran aşağıdan yukarıya doğru ilerlemenin nedensel zincirlenişi, demek ki, Fikrin, bütün sonsuzluk boyunca nerede olduğu bilinmeyen, ama herhalde, düşünen her insanın beyninden bağımsız olarak süregiden özerk hareketinin kopyasıdır [Abklatsch] ancak. İşte çıkarılıp atılması sözkonusu olan bu ideolojik ters-yüz olma durumuydu. Biz yeniden beynimizin fikirlerini, onları mutlak Fikrin şu ya da bu derecede yansıları [Abbilder] olarak, gerçek nesneler sayacağımız yerde, onları materyalist açıdan nesnelerin yansıları olarak kavradık.”[13]

Marx ve Engels, Hegelci “Fikrin kendisinin diyalektiği”nin, “gerçek dünyanın diyalektik hareketinin yalnızca basit bir bilinçli yansısı” olduğunu göstererek, Hegel’in diyalektiğini, “başı yukarıda olmak üzere doğrult”tular. “Benim diyalektik yöntemim temelde Hegel’inkinden yalnızca farklı olmakla kalmıyor, aksine onun doğrudan karşıtıdır. Hegel için düşünce süreci, ki onu ide adı altında, bağımsız bir özneye bile dönüştürür, yalnızca onun dış görünümünü oluşturan gerçeğin demiurgosudur. Bende tersine, düşünsel olan, insan kafasındaki dönüştürülmüş ve tercüme edilmiş maddi olandan başka bir şey değildir” derken, Marx, Hegel diyalektiğiyle kendi diyalektiğinin karşıtlığını; düşünsel olanla-maddi olanın ilişkisi üzerinden açıklıyordu. Hegel, maddi gerçekliği “düşünce süreci”nin ürünü görür ve gösterirken, Marx’ta düşünsel olan, maddi gerçekliğin dönüştürülmüş-tercüme edilmiş ifadesiydi.

Engels, Hegel’in bir idealist olduğunu belirterek, “Ona göre, beynindeki düşünceler, gerçek şeylerin ve süreçlerin azçok soyut resimleri değildi, tam tersine, şeyler ve onların evrimi, yalnız, alem varolmadan, öncesizlikten beri ve herhangi bir yerde varolan ‘Fikr’in (İdea)nın gerçekleşmiş resimleriydi.[14] Bu düşünme yolu herşeyi başaşağı ediyor ve alemdeki şeylerin gerçek bağlantısını tümüyle tersine çeviriyordu.”[15] “Diyalektiğin Hegel’in elinden uğradığı mistikleştirme, genel hareket biçimlerinin ilk kez onun tarafından kapsamlı ve bilinçli bir biçimde açıklanmış olmasını hiçbir biçimde engellemez. Diyalektik Hegel’de baş aşağı durur. Mistik kaplamanın ortasındaki rasyonel özü keşfetmek için onu ters yüz etmek gerekir.” diyordu. Hegel’de “Mutlak Bilgi”ye ulaşıldığı ve bilimin olası her biçim ve içeriğinin, tüm zenginliğiyle ve “bütünsellik içinde” ortaya konduğu; böylece mutlak hakikate (ya da bilgisine) ulaşıldığı ileri sürülür. Her şeyin ancak kendisinde anlam bulduğu bu “matlak bilgi”, eksiksiz ve kesin “ebedi geçerliliğe” sahiptir! Hegel’de bütünsellik, “mutlak idea” ya da “Tin”dir. Hegelci diyalektiğin ‘diyalektiği’, bu mutlaklığı ve peşin hükümlü önsel kabullenilmiş yöntemi nedeniyle değil, gerçeğin hareketini içermesi nedeniyle diyalektiktir.

Hegel, “Gerçek olan her şey ussaldır, ussal(rationnel) olan her şey gerçektir” savıyla  devlet ve kurumları dahil verili olan(lar)ı, rasyonelliği bağlamında onaylanabilir gösteriyordu. Hegelci diyalektiğin bu idealist biçimi, onu, ‘değişimin kaçınılmazlığı’nı içeren ‘devrimci içeriği’nin üzerini örterek “ussal ve gerçek” resmi kurumsal otoritenin onayına dönüştürüyordu. Ondaki diyalektik böylece düşünce alanıyla sınırlı ve kendi üstüne kapanan bir cember halinde devinirken, verili olan da kalıcı hal alıyordu. Engels’in deyişiyle Hegel, özellikle Mantık’ta, “bu öncesiz ve sonrasız gerçeğin, mantıksal ya da tarihsel, sürecin kendisinden başka bir şey olmadığını ne kadar kuvvetle ifade ederse etsin, gene de kesinlikle bir yerde sisteminin sonuna varması gerektiği için, kendisini, bu sürece bir son vermek zorunda görüyor”du. Hegel’de bu “sonuncu nokta”, Mutlak Fikir/İdea/Tin’dir. Onun sistemine göre, Tin, önce  doğaya dönüşerek kendiyle “yabancılaşır”, ardından da, “düşüncede ve tarihte” kendine geri döner. Bu, “tarihin ereğinin, insanlığın kesinlikle bu mutlak Fikrin bilgisine varmasında yattığını” varsaymaktır. Hegel, “mutlak Fikir” bilgisi ve onun kendiyle ifade olunan düzeyine, kendi felsefesinde “ulaşılmış olduğunu” düşünür. Hegel’in, yani “mutlak bilme” konumuna yükselmiş filozofun “tümleşmiş tutumu”nda şekillenen insan, “kendisini tümüyle ve yetkin olarak kavramış” isandır; yani “Tarihin sonu”nda yaşayan “mutlak Bilge” ve filozof olarak Hegel’in kendisidir! Bilim, doğal dünyada yaşayan insanın tarihsel değişip-‘oluşması’yla yarattığı-açığa vurduğu (insan bunu nesnel olandan hareketle ve dil aracıyla, düşünceyle ve söylemle gerçekleştirir) üretici güç, bilgi ve tekniktir. Hegel açısından bunun en yüksek biçimi, kendisinin felsefesinde, “mutlak olarak” açıklanmış, açığa vurulmuş bütünsel bilgiden başka bir şey değildir. Hegel felsefesinde Töz, özne; Mutlak ise Tin’dir. “Varlığın ve gerçekliğin bütünselliğini eksiksiz ve up uygun bir şekilde açığa-vuran bir söylem” bu felsefenin iddiasıdır. “İnsanın hakiki varlığı, eylemidir” diyen Hegel, insanın, “Bir Devletin vatandaşı olarak” gerçekleştirdiği eylemiyle ve eyleminde, kendini “özgür ve tarihsel birey” olarak gerçekleştirmesiyle(!) varlığının “tamlığına ve yetkinliğine tanıklık eden” doyuma ulaşacağını söylüyordu. Hegel’in ideal devleti, ilkin Napeleon’un İmparatorluğu, ardından Prusya Krallığı’ydı ve öyleyse, “en tam doyum” bu ideal devlete itaatle gerçekleşirdi![16] İnsanın “hakiki varlığı eylemidir” düşüncesi, tamamlanmış ideal insanın ideal devlete itaatinde böylece donduruluyor, toplumsal dünyanın, bireyin “içkin doyumu”nun gerçeklik kazanacağı bir başka dünyaya dönüştürülmesi için gerekli olan ‘olumsuzlayıcı’ eylem de gereksizleşiyordu. Hegel’de, değişim, salt düşünce yoluyla ve düşüncede gerçekleşirdi. Onda, bireyselliğini gerçekleştiren insan, tarihsel evrimini tamamlar ve sonuna ulaşırdı: bu “mutlak Ben”di! Hegel’in diyalektiği burada doğmaya varır: felsefe “genel olarak” sona erer; yapılacak olanı Hegel yapmıştır! Felsefesinin tutucu “yapısı” ile devrimci –diyalektik– yöntemi karşı karşıya gelir. Hegel sisteminde doğa, “mutlak fikrin yabancılaşmasından, denebilir ki Fikrin bir alçalmasından başka bir şey değildir…”; Bu “sistem”de düşünme ve düşünce “önde gelen başat öğe, doğa ise, kısaca, ancak Fikrin alçakgönüllüğü sayesinde var olan, ondan türemiş bir öğedir.”[17] “Başaşağı” duran doğa-düşünce; varlık-Tin ilişkisidir: düşünceden doğa ve nesneye gidilmektedir. Oysa, her tür düşünceden ve felsefi sistemden bağımsız olarak doğa, insanın üzerinde varolduğu, geliştiği, düşündüğü ve eylediği nesnel gerçek olarak, insan imgeleminin ürünü herşeyin de asıl kaynağı ve üzerinde varlık bulduğu gerçek temeldir. Engels, Hegel’in felsefesinin derin ve zengin içeriğinin, “bir sistem zorunluluğu”yla oluşturulan bu tutucu “yapısı”na kurban edilmemesini ister. Hegel’in bu tutucu yapıyla kendi sisteminin bütün dogmatik içeriğini “mutlak gerçek olarak ilan” ettiğini belirten Engels, ancak, der, “bu doğmatik içerik Hegel’in doğmatik olan ne varsa hepsini geçersizleştiren diyalektik yöntemi ile çelişki halindedir, bu yüzden Hegel’in öğretisinin devrimci yanı, onun tutucu yanının ağırlığı altında ezilip boğulmuştur. Ve felsefi bilişe uygulanabilir olan, tarihsel pratiğe de uygulanabilirdir…”[18] Hegel’in felsefi sisteminin, “ancak bütün insanlığın ileriye doğru gelişmesi içinde yapabileceği” tarihin ve düşüncenin bütün sorunlarını tek başına çözme iddiasıyla “Mutlak Tin”nin “zirvesi”nde şekillenmiş olarak ortaya çıktığına işaret eden Engels, ama der, “bütün bu çelişkiler kesin olarak ortadan kaldırıldı mı sözde mutlak gerçeğe varırız: dünya tarihi sonuna varmış bitmiştir, bununla birlikte her ne kadar yapacak bir şey kalmamışsa da, gene de devam etmesi gerekir; dolayısıyla  çözümlenmesi olanaksız yeni bir çelişki ortaya çıkar.”[19]

Tarihin sonuna gelinmemiştir; çelişkili yaşam devam eder; doğada da toplum yaşamında da. Hegel’in sistemi, yapılacak bir şey bırakmamış gösterse de, çözümlenecek sorunlar yumağı varolmayı sürdürür. Marx ve Engels, değişimin kaçınılmaz olduğunu; gelişmesi sırasında daha önce gerçek olan bir şeyin –ve herşeyin– zorunluluğunu ve varolma hakkının ussalığını yitirmesiyle “gerçek dışına düşeceği”ni/değişebileceğini; can çekişen eski gerçekliğin yerini, yeni ve yaşayabilir gerçekliğin alacağını, gösterdiler. Toplumlar tarihi, ussal ve gerçek olan burjuva toplumu ve devletinin de, eninde sonunda yok olmaya mahkum olduğunu gösteriyordu. Hegel’in savının, “Hegelci diyalektiğin oyunuyla kendi karşıtına” döndüğünü belirten Engels, insan tarihi alanındaki herşeyin zamanla usa aykırı düşerek yerini başka ussal gerçekliğe bırakmak zorundu kalacağını, yine toplumsal tarihten hareketle gösterdi. “Her gerçek olanın ussallığı savı hegelci düşünme yönteminin tüm kuralları ile uyum içinde  şu başka sava dönüşür: Var olan herşey, yok olmayı hak eder.”[20]

Diyalektik ve materyalist dünya ve toplum görüşü, “gelişkin zeka ürünü” olarak doğaya ve toplum hayatına dayatılan bir ‘şey’ değil; toplum ve doğanın kendi gerçekliğinden hareketle ve oradaki değişimin yasalarının açığa çıkarılmasıyla oluşturuldu. Artık, gerçek olarak kabul edilen, hegelci dogmatik “ilkeler derlemesi” değil, “bizzat biliş sürecinin içinde, sözde bir mutlak gerçeğin bulunuşu ile artık daha öteye gidilemeyen, ulaşılan mutlak gerçek karşısında kolları kavuşturup ağzı açık seyretmekten başka yapacak bir şey bulunmayan bir noktaya hiçbir zaman  varmaksızın bilginin alt basamaklarından gittikçe daha üst basamaklarına yükselen bilimin uzun tarihsel gelişmesinde yatıyordu. Ve felsefi bilgi alanında böyle olan bütün öteki bilgi ve pratik eylem alanlarında da böyleydi.”[21]

Felsefedeki değişmezlik ve kesinlik “ilkeleri”nin yıkımıydı bu. Artık, Kantçı bilinemezliklere sığınılamaz; verili olan karşısında yapılacak bir şey kalmadığı umarsızlığına düşülemezdi. Dünyanın düşünce yoluyla bilinemezliğini savunan Hume’cu görüş, “Gerçek dünyaya değin tasarımlarımızda ve kavramlarımızda gerçekliğin doğru bir yansısını verebilir miyiz? Bu soru, felsefe dilinde düşünce ile varlığın özdeşliği sorunu diye adlandırılır ve filozofların büyük çoğunluğu bu soruya olumlu biçimde yanıt verirler.”[22] diye belirterek, Engels, Feuerbach’ın bu soruya “materyalist açıdan” getirdiği yanıtın derin olmaktan çok zekice olduğunu söyler. Kant ve Hum’un “felsefi saplantı”larının çürütülmesinin pratik örneğinin Feuerbach’ın savunusunda yer aldığını belirtir ve şöyle yazar. “Eğer biz, doğal bir süreç hakkındaki anlayışımızın doğruluğunu, bu süreci biz kendimiz yaratarak, onu koşullarından çıkarıp  varlık haline getirerek ve onu kendi amaçlarımıza hizmet ettirerek tanıtlayabiliyorsak, Kant’ın bilinemez ‘kendinde-şey’inin işi biter. Bitkisel ve hayvansal organizmalarda üretilen kimyasal tözler, organik kimya birbiri ardından onları birer birer yapmaya koyuluncaya kadar, böyle ‘kendinde-şeyler’ olarak kaldılar; ama kimya onları yaptı mı, ‘kendinde-şey’, ‘bizim için şey’ haline gelir, tıpkı örneğin, artık kızılkök halinde tarlalarda yetiştirmeyip çok daha kolaylıkla daha ucuza taş kömürü katranından çıkardığımız alizarin gibi. Kopernik’in güneş sistemi, üçyüz yıl boyunca, bir varsayım oldu; bunun üzerinde bire karşı yüz, bin, onbinle de bahse girişilse, gene de varsayımdı; ama.. bu sistemden çıkarılan veriler yardımıyla, yalnız bilinmeyen yeni bir gezegenin varlığının zorunlu olduğunu değil, ama aynı zamanda da bu gezegenin gökyüzünde bulunması gereken yeri hesaplayınca ve daha sonra Galile onu gerçekten bulunca, Kopernik’in sistemi tanıtlanmış oldu.”

Bilinmeyen, ya da henüz bilinmeyen böylece bilinir hale gelmektedir. Bilinir olmayı sağlayan ise “saf aklın gücü” değildir. “Saf bilim” çünkü yoktur: doğa bilimlerindeki ve sanayideki ilerleme, sonuçta, insanın maddi yaşamın üretimi sürecinde, gereksinmelerin karşılanması ihtiyacıyla bağlı olarak gerçekleşir. Bilinmeyenin bilinir olmasını sağlayan bilgi düzeyi, onun araç ve gereçleri, bilip-tanıma merakı-istemiyle birlikte bu gereksinmeyle dolaysız bağlıdır. Doğa bilimleri alanındaki gelişmelerle desteklenip kanıtlanan bilginin “alt basamaklarından gittikçe daha üst basamaklarına yükselen bilimin uzun tarihi gelişmesi”nden güç alarak, tüm toplumsal biçimler ile bunlara dair gerçekliklerin değişime zorunlu oldukları ve değişmekte oldukları, toplumsal üretim koşullarından ve tarihsel gelişmeden ussal olarak da çıkarılabilirdi. Hegel’in başaşağı duran-başüstü konulmuş olan diyalektik sistemi, Marx ve Engels tarafından ayakları üstü doğrultulurken, “Duyularla algılanabilir maddi dünyanın, bizim de bir parçasını oluşturduğumuz bu maddi dünyanın tek gerçeklik olduğu; ve bize ne kadar yüce görünürlerse görünsünler bilincimizin ve düşüncemizin, maddi bedensel bir organın, beynin ürünlerinden başka bir şey olmadıkları kavrayışı” geliştirildi. Buna göre; madde, tinin bir ürünü olmayıp tin maddenin en üstün ürünü olup, hareket ettirici ilk öğe düşünce değil, onun oluşumuna neden olan varlık ya da nesneydi. Dış dünyanın insan üzerindeki etkileri insan beyninde “duygular, düşünceler, içgüdüler, istemeler, kısacası ‘düşünsel(İdeale) eğilimler’ olarak yansırlar ve bu biçimde ‘düşünsel güçler’ haline gelirler”di., vb.[23]

Varlığı bilince öncel alan materyalist dünya görüşü, üretici güçleri toplumların değişiminin başlıca devindirici gücü olarak alır. Bir toplumsal sistemden ötekine geçiş salt eleştirel düşünce ile değil, onu da maddi gerçekliğe dönüştürecek insan etkinliğiyle ve siyasal-toplumsal devrim ile gerçekleşebilir. Değişimin haraket ettirici etkeni, iktisadi temelde üretim ilişkileri ile üretici güçler; toplumsal bazda sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki çelişkidir. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın 1859 tarihli basımına yazdığı Önsöz’de Marx, bunu en özlü biçimiyle özetler: İnsan(lar) yaşamları için ihtiyaç duydukları araçları-ürünleri sağlama faaliyetleriyle kendi yaşam koşullarını da üretirler. Bu üretimin tarzı, onları, iradeleriyle belirlenmeyen, içine girmek zorunda oldukları üretim ilişkilerine sürer; bu üretim ilişkileri belirli bir yaşam tarzına temel oluştururlar. Farklı üretim tarzları farklı üretim ilişkilerini; bunlar da farklı mülkiyet biçimlerini şekillendirir ve sınıfların mücadelesi bu temel üzerinde gelişerek sınıflı toplum tarihinde “motor” işlevini yerine getirir. Kapitalist özel mülkiyete son verilmesi ile yeni bir toplumsal yaşam biçimi ve ilişkiler düzeyine varılır ve insan, maddi yaşamının üretimiyle ulaştığı yeni koşullarda tarihini yeni biçimler altında yapmaya devam eder.

Marx’ın toplum analizinin yöntemi materyalist, tarihsel ve diyalektiktir. Olgucu ve ampirist değil, olguların ve gelişmelerin birbirleriyle ilişkilerinin tüm yönlerini tarihsel gelişme sürecine bağlı olarak ve değişim gerçekliğini dikkate alarak irdeler. Nesnel gerçek, öznenin dışında ve ondan bağımsız olarak var olandır; bilgi onun(nesnel olanın) bilgisidir. Algı, ta­savvur ve yargı nesnel gerçekliğe ilişkin olup ona karşılık gelir. Ancak, bilimsel bilginin tamamlanmışlığı ileri sürülemez. Bilgi, bilimsel buluşların gösterdiği üzere sonraki gelişimi içinde gerçekliğe daha yaklaşık bilgi haline gelir. Lenin, nesnenin tüm yönleri ve somut nesnel gerçekliğin tam bir bilgisinin ancak  nesnenin tüm yönlerinin birbirleriyle bağı ve etkileşimleri dolayımında ve süreç içinde daha tam bilgiye doğru yaklaşabileceğini belirtir. Marksizm öncesi materyalizmde, gerçek, verili ve tamamlanmış olana denk geliyordu. Diyalektik materyalizmde hakikat bir nesnenin dolaysız, nihai ve değişmez yansıması olarak değil sürecin birbiriyle ilişkili unsurlarının sonucu olarak bilenebilir olarak görülür. Diyalektik ve tarihsel materyalist dünya görüşü, felsefe ve bilimlerin bileşimi ve etkileşiminin bir ifadesidir; eski türden felsefeden ayrışmış, dünya ve topluma yeni bir bakış açısı getirmiştir.[24] Toplumsal alanda bu, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin tarzına bağlı olarak toplumun ve toplumsal sistemin niteliği, işleyişi, ve üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki ve uyumsuzluk üzerinden bir toplumsal sistemden diğerine geçişin tarihsel zorunluluk olarak, ve maddi ilişkiler temelinde gerçekleşmesi anlamına gelir. Diyalektik ve tarihsel materyalizm bu bakımdan, toplumsal-tarihsel gelişmenin yasalarının bilimi olarak da tanımlanabilir.[25] Diyalektik materyalizm bilimle “çelişki” ya da “çatışma” içinde olmayıp onda kendi kuramsal örgüsünün maddi güçlerine kavuşur. Çelişki, ancak felsefenin metafizik öğelerle bulaşık olması durumunda ve idealist felsefi görüş yönünden söz konusu edilebilir. İdealist metafizik felsefi görüşler aşılıp felsefe, bilimin öğeleriyle kendini yenileyip geliştirdiğinde, felsefe ve doğa bilimleri birbirini “tamamlama” ilişkisi içinde olacak, düşünsel eylem nesnel gerçeklikle bağlı olarak daha da serpilip-gelişecektir.

Marx ve Engels, insanın maddi varlık koşullarından, gerçek insan-bireylerden -ve sınıflardan- hareket ederek tarihi bir bilim düzeyine yükselttiler, ve onun insanların kendileri tarafından, içinde bulundukları koşulların etkisi hesaba katılarak yapıldığını; doğmatik görüşleri mahkum ederek, gösterdiler.[26] İnsan soyunun varlığı söz konusu olduğu sürece, onun doğa ile karşılıklı itkileşimi de var olacak, dünyanın yaşam için denetimi yönündeki insan eylemi sürecek, buna karşılık olarak o, üzerinde ve içinde yaşadığı doğa ve onun evrensel yasalarının etkisi altında olacaktır. Bu felsefi görüş, insanın bilgisini, varlığın, dış dünya ve doğanın insan beynindeki yansıması olarak görür ve tarih boyunca görülmüştür ki, insanın “toplumsal bilgisi” (yani sahip olduğu felsefi, dinsel, siyasal görüşler) de, toplumun iktisadi sistemini yansıtırlar ve bu üstyapı ögeleri, iktisadi temel üzerinde yükselirler. Materyalist diyalektikte tümdengelim ile tümevarım birbirlerini tamamlayacak bütünlük gösterirler. Bütünden parçaya (somuttan soyuta) ve parçadan bütüne (soyuttan somuta) sürecin iki yönelişli bileşeni olarak birbirlerini tamamlarlar. Toplumdan sınıflara, sınıflardan bireylere (kapitalizm; işçi sınıfı ve burjuvazi ve onların bireyleri) ve tersinden bireylerin ve sınıfların durumundan genel toplumsal manzaraya bir yöntem izlendiğinde “bütünün bilgisi”ne yaklaşık olarak (kesin ya da mutlak olarak mümkün olmayan görece bilgi) varılabilir.

Diyalektik materyalizm Marksizmin felsefesidir. Marx’ın felsefesinin materyalizm olduğunu belirten Lenin, materyalizmi, “doğal bilimlerin öğretilerine bağlı” tek tutarlı felsefe olarak tanımlar. Marx’ın kuramı, “felsefenin, ekonomipolitiğin ve sosyalizmin en büyük temsilcilerinin öğretilerinin, dolaysız ve doğrudan bir devamı olarak” doğmuştur. “Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Unsuru” başlıklı kısa makalesinde Lenin, “Marx, 19. yüzyılın insanlığın en ileri üç ülkesindeki üç düşünsel ana akımının sürdürücüsü ve dahiyane tamamlayıcısıydı: Klasik Alman felsefesi, klasik İngiliz politik ekonomisi ve genel olarak Fransız devrimci öğretileriyle bağlantılı olarak Fransız sosyalizmi.” diye yazar.[27] Engels, kendisinin ve Marx’ın kuramından söz ederken, kökenlerinin Saint Simon, R. Owen, Fourier Kant, Fichte ve Hegel’e uzandığını söylemekten kaçınmaz. Bunlar tarihsel gelişme sürecinde, bilim, felsefe ve tarih alanında geride bırakılarak reddedilen ve devr alınarak geliştirilip ilerletilen materyalist görüşlerin “tarihsel serüveni” kapsamındaki gerçeklikler arasındadır. Marksizm, kendi dönemi ve öncesinin bütün büyük beyinlerinin (A. Smith, D. Ricardo, W. F. Hegel ve Feuerbach bunlar arasında yer alırlar) ortaya koydukları ve herbirinin insanlık tarihinde izleri olan ürünlerinin eleştirel irdelenmesi üzerinden, ve bu görüşlerin devrimci, diyalektik ve materyalist düzeyde aşılmasıyla oluşturuldu.

Marx ve Engels, doğa bilimleri alanındaki gelişmeleri etraflıca irdelediler, Adam Smith ve David Ricardo’nun ekonomipolitiğini didik didik ettiler, Hegel’de zirvesine çıkan idealist diyalektik ve Fransız materyalizmi üzerine kapsamlı bilgi sahibiydiler. Basit el birliğinden manifaktüre ve sanayi üretimine kapitalist gelişmenin tarihini, gelişme dinamiklerini ve çelişkilerini;bu çelişkilerin yol açtığı kaçınılamaz değişimi ve yeni bir toplumun tarihsel zorunluluğunu, maddi üretim sürecinin bu tarzını tüm yönleriyle irdeleyerek açığa çıkardılar. Doğa bilimleri alanındaki her gerçek ilerleme; kimya, fizik, biyoloji alanındaki yeni buluşlar, canlıların evrimi üzerine Darwin’de en somut ve ileri düzeyine çıkan doğa bilimi, materyalist dünya görüşünün ve tarihsel-diyalektik gelişmenin daha çok kanıtını ortaya çıkarırken, bu kanıtlar Marx ve Engels’in ellerinde, geliştirdikleri kuramın dayanaklarına eklendiler.

Engels, diyalektik tarihsel materyalizmi, klasik Alman felsefesinin ve ütopik sosyalizmin aşılması olarak ifade ederken gerçekleştirilen ilerlemeyi de dile getirir. “Ekonomik koşulların politik kurumların temeli olduğu bilgisi” öncellerde “ancak embriyon halinde” beliriyordu. Marx onu ‘bütünsel’ bir açıklığa kavuşturdu; artı-değer teorisini geliştirdi ve kapitalist kârın kaynağı olduğunu gösterdi. “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşı”lanmıştı; Marx ve Engels, kapitalizmin en ileri düzeyde geliştiği İngiliz ekonomisini inceleyerek Adam Smith ve David Ricardo’nun kendilerinden önce yaptıkları analiz ve açıklamaların eleştirel irdelenmesiyle kendi kuramlarının başlıca en önemli-en temel köşe taşlarını döşediler. Marx’ın kuramı, insanlık tarihinde yeni bir dönemin koşullarında oluşturuldu. Tarihin “sınıf mücadeleleri tarihi” olarak tanımı, yeni bir tarih görüşünü ifade ediyordu. Marksist kuramının özgünlüğü ve gücü, yüzeydeki olguların gösterdikleriyle yetinmeyerek olgusal gerçeklerin içinde ve gerisinde bulunan ilişkisel “bütün”ü irdelemesinde; olabilir tüm ayrıntılarında açıklığa kavuşturmasında; gelişme sürecini maddi koşulların ve toplumsal ilişkilerin evrimiyle bağlı olarak almasındaydı.[28] Engels, diyalektik tarihsel materyalizmi, klasik Alman felsefesinin ve ütopik sosyalizmin aşılması olarak ifade ederken gerçekleştirilen ilerlemeyi de dile getirir: “Ekonomik koşulların politik kurumların temeli olduğu bilgisi” öncellerde “ancak embriyon halinde” beliriyordu; Marx onu ‘bütünsel’ bir açıklığa kavuşturdu; artıdeğer teorisini geliştirdi ve kapitalist kâr’ın kaynağı olduğunu gösterdi. Marx’ın kendisi, burjuva iktisatçılarının ekonomik gelişmenin tahliline girişerek kapitalist toplumun çelişkilerini gösterdiklerini, sınıf mücadelesinin de kendisinden önceki bazı kuramcılar tarafından dile getirildiğini belirttikten sonra, “Benim yeni olarak yaptığım ise” diye başlayarak sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya iktidarına ve sınıfsız komünist topluma götüreceğini bulgulamasından söz ediyordu.[29] Marx ve Engels, materyalist felsefeyi Alman Klasik felsefesinin Hegel ve Feuerbach’ta temsil olunan en ileri biçimlerinin “başarılarıyla” zenginleştirip felsefi materyalizmi geliştirerek insan toplumunun kavranması yönünde derinleştirdilerdir. Lenin, onların, çok uzun bir dönem boyunca, “kendilerini materyalizmi geliştirmeye, felsefenin temel bir eğilimini ilerletmeye” verdiklerini; bütün tumturaklı ve yüksekten atan zevzeklikleri, “felsefede ‘yeni’ bir çizgi bulma, ‘yeni’ bir egilim uydurma, vb. gibi sayısız girişimleri, acımasızca bir yana iterek”, bu aynı materyalizmi tutarlı bir biçimde toplumsal bilimler alanına uyguladıklarını söyler.[30] Marx, yine Lenin’in belirttiği üzere, materyalizmin daha önceki biçimlerinden daha zengin ve daha tutarlı “modern materyalizmin kurucusu”dur. O, “Feuerbach’tan geçerek idealizme karşı olan materyalist yolu doğrudan tutma”yı başarmış ve kendi materyalizmini, “Hegel’in idealizminin, yani en gelişmiş, en tutarlı idealizmin karşısına” koymuştur. “Benim diyalektik yöntemim temelde Hegel’inkinden yalnızca farklı olmakla kalmıyor, aksine onun doğrudan karşıtıdır. Hegel için düşünce süreci, ki onu ide adı altında, bağımsız bir özneye bile dönüştürür, yalnızca onun dış görünümünü oluşturan gerçeğin demiurgosudur. Bende tersine, düşünsel olan, insan kafasındaki dönüştürülmüş ve tercüme edilmiş maddi olandan başka bir şey değildir” derken, Marx, Hegel diyalektiğiyle kendi diyalektiğinin karşıtlığını; düşünsel olanla-maddi olanın ilişkisi üzerinden açıklıyordu.[31] Hegel, maddi gerçekliği “düşünce süreci”nin ürünü görür ve gösterirken, Marx’ta düşünsel olan, maddi gerçekliğin dönüştürülmüş-tercüme edilmiş ifadesiydi.

Descartesci felsefe, insanda maddeye dışsal olarak gördüğü Tin’in asıl etkinliğini, “arı düşünce”de gösteriyordu. Buna göre, dış dünyanın duyu örgenleri aracıyla algılanmasına dayanan ‘deneyimler’ bilgi kaynağı olarak alınamazlar; onlar, tinsel yasanın “belirsiz temelleri”dirler. Tecrit edilmiş “kendindeki Ben” kendi kendi üzerinde “düşünseme”yle tanrı ve dünya üzerine “ebedi geçerli” ilkeleri keşfeder! Gerçekliklerle ilişkin “hakikatler” böylece tüm bireylerde önsel olarak var olurlar. Bundan sonrası için gerekli olan, akıl sahibi her bireyin, bu verili “bütünsel bilgi”lerden yararlanarak gerçekliğin bilgisine ulaşmasıdır. Bu demek oluyor ki, insan “içsel nitelikleri”yle dünyanın gerçekliğine ulaşabilir ve oradan da kendi eyleminin normlarını edinebilir! Bu görüş açısı, doğa ve toplumsal tarihsel süreci, kendi aralarında ve doğayla mücadele içindeki insanın eylemiyle bağlı olarak değil, ondan koparılmış ve bir üst “kendindeki Ben”in kendi düşüncesi üstüne “düşünseme”sinin sonuçlarıyla açıklar. Ondaki “gerçek”, özü ve görünüşü itibariyle değişmez “tamamalanmışlık”tır.  Onu –yani tüm bu gerçeği– insana bildirecek olan birikmiş “içsel nitelik”, dünyanın, evrenin ve insanın “gerçekliği”ne hakim olan asal “Varlık”tır. Gerçekliğin bilgisinin –önceki kuşaklardan devralınanlarla birlikte içinde bulunulan koşullarda ne kadar sağlanabilmişse onunla sınırlı– tarihsel varlık olarak insanın maddi yaşamı üretimiyle bağı bu felsefi görüş açısından önem taşımaz.[32]

Hegel idealizmi ile Descartesci “arı düşünce” görüşü arasında yıkılmaz duvarlar yoktu. Engels, Hegel’in bir idealist olduğunu belirterek, “Ona göre, beynindeki düşünceler, gerçek şeylerin ve süreçlerin azçok soyut resimleri değildi, tam tersine, şeyler ve onların evrimi, yalnız, alem varolmadan, öncesizlikten beri ve herhangi bir yerde varolan ‘Fikr’in (İdea)nın gerçekleşmiş resimleriydi. Bu düşünme yolu herşeyi başaşağı ediyor ve alemdeki şeylerin gerçek bağlantısını tümüyle tersine çeviriyordu.”[33] Hegel, klasik Alman felsefesinin zirvesinde duruyordu, geliştirdiği bilginin kapsamı oldukça genişti ve fakat idealist bir bakış açısıyla tüm nesnel gerçekliği “Tin”in, “İdea”nın ürünü görüyordu. Marx ve Engels, onun diyalektiğini mistik kabuğundan soyarak ve evet onun “Tin” tanrısını yeryüzüne indirerek, gelişme ve değişimin yasalarının maddi gerçek temelini açığa çıkararak, diyalektiği ayakları üzerine diktiler. Diyalektiği, “genel olarak bütün insan bilgisinin bir özelliği”; “(Hegel’in ve) Marksizmin bilgi teorisi” olarak da tanımlayan Lenin, Marx’ın, Hegel diyalektiğini, “gelişmiş biçimiyle” politik ekonomiye uyguladığını belirtir. “Gerçekliğe her yaklaşımın ve yaklaşıklığın sayısız eğilimleriyle (her eğilimden bir bütüne doğru büyüyen bir felsefi sistem ile) yaşayan, (sürekli olarak artan yanlarıyla) çok yanlı bilgi olarak diyalektik”, bilginin gelişim sürecinde de geçerlilik gösterir.[34]

Buna rağmen, Marx ve Engels, Hegel’in hakkını teslim etmekten sakınmadılar. Hadbilmez bir şarlatanlıkla Hegel’i aşağılamaya çalışanlara karşı, genel hareket yasalarının onun tarafından yetkinlikle tespit edildiğini ve mistikleştirmesine karşın diyalektiğin onun tarafından geliştirildiğini belirterek, “Diyalektiğin Hegel’in elinden uğradığı mistikleştirme, genel hareket biçimlerinin ilk kez onun tarafından kapsamlı ve bilinçli bir biçimde açıklanmış olmasını hiçbir biçimde engellemez. Diyalektik Hegel’de baş aşağı durur. Mistik kaplamanın ortasındaki rasyonel özü keşfetmek için onu ters yüz etmek gerekir.” diye yazdılar. Engels, Hegel diyalektiğinde içerili bulunulan, ancak onun tarafından bunların doğa ve toplum yaşamından çıkarılmayıp düşünce yaratıları olarak gösterilen “diyalektiğin yasaları”nın doğa ve insan toplumunun tarihinden çıkarılması gerektiğini belirterek “Çünkü onlar, düşüncenin kendisi­nin olduğu gibi, tarihsel gelişmenin bu iki yönünün de en ge­nel yasalarından başka bir şey değildir”ler diye yazıyordu. Enges bu yasaları; “Niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü yasası”; “Karşıtların iç içe geçmesi yasası”; ve “Yadsımanın yadsınması yasası” olarak belirterek, her üç yasanın da Hegel tarafından “onun idealist tarzıyla salt dü­şünce yasaları olarak geliştirilmiş” olduğunu söyler ve Hegel’i, bu yasaları doğa ve tarih­ten çıkarma yerine, onları “düşünce yasaları olarak” “doğa ve ta­rihe yamaması” anlayışı nedeniyle eleştirir. Hegel’in diyalektiğinde, “Evren, ister istemez, kendisi de yalnızca insan düşüncesinin evrimindeki belirli bir aşamanın ürünü olan bir düşünce sistemine uygun olarak sunulur”du.

Elyazmaları’ndan başlayarak, Marx, kapitalizm analiziyle, bir yanda zenginliğin, öte yanda yoksulluk ve yoksunluğun biriktiğine işaret etmiş; insan ilişkilerinin artıdeğer üretimine dayanan sermayenin genişleyen yeniden üretimi dolayımında nesneler ilişkisine dönüştüğünü; insanın kendi ürününün esiri haline geldiğini; ve fakat kapitalizmin bizzat kendisinin, kendini yok edecek çelişkilerle malul ve  yaratıp büyütmekten kaçınamayacağı işçi sınıfı tarafından yıkılmaya mahkum bulunduğunu, iktisadi-sosyal olgular, ve karşıt sınıfların mücadelesi bağlamında, ortaya koydu. Feuerbach’ın “ahlakçı”-idealist felsefesine sert eleştiriler yönelterek, Feurbach idealizmini mahkum etti. Toplumlar tarihinin, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin tarzı (üretim tarzı), üretim ve mülkiyet ilişkileri temelinde materyalist diyalektik  irdelenmesi, toplumsal gelişme ve ‘dönüşüm’ün tarihsel kaçınılmazlığının ortaya konmuş olması, işçi sınıfının sömürüden kurtuluşu aracıyla tüm toplumun komünist kurtuluşunun gerçekleştirilebilir olduğuna açıklık kazandırdı. Marx’ın belirttiği üzere, sorun özel mülkiyet kavramını düşünce dünyasından kaldırmak olsaydı, bunun için komünizm kavramını benimsemek yeterli olurdu; ancak, sorun gerçek bir kurtuluş için, özel mülkiyetin –ve onun sisteminin– varlığının son bulmasıdır, ki bunun için “gerçek bir komünist eylem” şarttır. Bunu gerçekleştirecek olan ise, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun sınıf olması nedeniyle proletaryadır. O,  bu devrimci eylemi gerçekleştirmeye en yatkın; üretim süreci içindeki yeri ve konumuyla kazandığı disiplini ve örgüt alışkanlığıyla da buna en yetenekli sınıftır.

Düşüncesi ve eserini ekonominin yasalarının bilimiyle sınırlı bir burjuva reformizmi düzeyine indirgemek isteyenlerin dayanaksız spekülasyonlarını öngörmüş olacak ki, Marx, dünyanın yorumlanmasıyla yetinilemeyeceğini ve asıl olanın onu değiştirmek olduğunu  belirtir; ve politik pratik ile onun üzerinde şekilleneceği toplumsal-ekonomik ilişkiler sistemi arasındaki diyalektik ilişkiye işaret ederek doğa ve toplum tarihine spekülatif yorumları boşa çıkaracak biçimde, açıklık getirir. Tarihin materyalist ve diyalektik kavranışının yolu böylece, ilk kez Marx ve Engels tarafından açılır.

Marx ve Engels, kurulu sistem ve düzenlerin yıkılmazlığı ve kurumsal sabitliği üzerine burjuva idealist ve metafizik kurguları darmadağın ettiler. Ekonomik kategoriler ve değişimlerinin toplumsal üretim ilişkileriyle bağlı oluşunun gösterilmesi, ölümsüz kategorilerin olmadığı, doğanın da, toplumun da süreklilik gösteren bir devinim içinde olduğu; karşıtlar mücadelesinin değişimin esas ögesini oluşturduğu, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi süreçleri açısından da gösterilmiş oldu.[35] Ekonomik-toplumsal eşitsizliklere “ahlaksal” analiz ve çözümler öneren metafizik anlayışlar büyük darbe yediler. Marx’ın felsefesi üzerine, çarpıtmalara dayanan spekülatif söylenceleri yalanlayacak şekilde, El Yazmaları, Kutsal Aile, Felsefenin Sefaleti ve Alman İdeolojisi, Marx ve Engels’in materyalist tarihsel ve diyalektik felsefesinin, doğa bilimlerindeki muazzam ilerlemeden de yararlanarak ve toplumlar tarihinin analiziyle; özellikle de kapitalizmin getirdiği değişikliklerin geniş bir serimlenmesiyle açıklandığı eserleri oldular. Marx, insanı ve toplumu/toplumları, maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi etkinliğine bağlı somut gerçek insan ve toplumlar ve onların ilişkileri olarak ele alıp irdeleyerek, idealist soyut insan görüşleri etrafındaki ütopik toplum anlayışlarına öldürücü darbeler indirdi. Maddi üretim koşullarıyla somut gerçek insan arasındaki ilişkiye işaretle, ortam ve koşulların insanları oluşturmasında olduğu gibi, insanların da ortam ve koşulları oluşturduğunu; insanların, verili ve önceki kuşaklardan devralınan koşullar içinde kendi tarihlerini kendilerinin yaptıklarını; her kuşağın içine doğduğu koşullarda varlığını sürdüren üretici güçler ve üretim ilişkilerinin gelişme düzeyi, onların kendi tarihleriyle bu ilişkisinde nesnel-somut temeli; üzerinde hareket ettikleri/edecekleri toplumsal zemini oluşturduğunu, maddi olgulara dayanarak ortaya koydu.Toplumlar tarihinin üretim ilişkileri, üretici güçler, toplumsal ilişkiler gibi, tümü de insan kavramı ve somut-gerçek insan ilişkileri etrafında şekillenen materyalist-diyalektik irdelenmesi ve kavranmasına dayanan devrimci yöntem, toplumsal üretim sistemlerinin tarihin uğrakları olarak görülmesini; değişime, ve yerlerini yenilerine terketmeye mahkum bulunmalarını; bu değişimin, yıkımın ve yeninin kurulmasının (yadsınmanın yadsınması) dayanaklarını kendi içlerinde üretme kaçınılmazlığıyla kanıtlı ve bağlı olarak, ortaya koyuyordu. Alman İdeolojisi, Kapital(ler), K. Manifesto, Grundrisse, bu dünya ve toplum görüşünün en yetkin biçimde açımlandıkları eserler oldular.

Marx’ın materyalist tarih ve toplum görüşünden söz ederken, Engels, bu dünya görüşünün getirdiği yeniliği şöyle açıklıyordu: “Burjuvazi pratikte büyük ölçekli sanayi, rekabet ve dünya pazarı ile bütün sağlam, köklü kurumları nasıl yerle bir eder­se, bu diyalektik felsefe de, aynı şekilde bütün ‘mutlak nihai gerçek’ ve buna karşılık gelen ‘insanlığın mutlak nihai durum­ları’ kavramlarını yerle bir eder. Diyalektik felsefe açısından hiçbir şey nihai, mutlak, kutsal değildir. O, her şeyin geçici ni­teliğini ve her şeyin içindeki geçici niteliği gözler önüne serer; kesintisiz bir varoluş ve yok oluş, alçaktan yükseğe sonsuz yükseliş dışında hiçbir şey onun önünde duramaz. Diyalektik felsefenin kendisi de, bu sürecin düşünen beyindeki yansıma­sından başka bir şey değildir. Kuşkusuz onun tutucu bir yanı da vardır: Bilginin ve toplumun belirli evrelerinin yalnızca kendi dönemleri ve koşulları içinde geçerli olduğunu kabul eder, ama ancak o kadar. Bu genel bakış tarzının tutuculuğu görelidir, devrimci niteliği ise mutlaktır- kabul ettiği tek mut­lak budur…”

Marx ve Engels’in Hegelci felsefenin devrimci içeriği olarak gördükleri şey, onun diyalektik özelliğiydi. Hegelde diyalektik mistik örtüyle, mistik kabukla örtülmüştü ve Marx o kabuğu yırtıp atarak, ve başaşağı duran ilişkiyi ayakları üstüne dikerek, mutlaklık, kesinlik, ölümsüzlük ve tamamlanmışlık “zirve”sindeki  idealizmi, “Mutlak Tin” ya da “İdea”yı tahtından indirdi; onun yerine somut gerçek insanın maddi yaşamın üretimiyle bağlı gerçekliğini oturttu.

ııı-) Materyalizm ve Marx’ın ‘Feuerbach Üzerine Tezler’i

Engels 1889’da yayımlanan Ludıvig Feuerbach ve Klasik Alman Fel­sefesinin Sonu adlı eserinde Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’ine de yer verdi. Marx’ın sonradan üzerinde çalışmak üzere not ettiği bu tezler birbirleriyle ilişkili ve birbirlerini tamamlayıcı özellik taşımalarına karşın, genellikle –ve ezberlenmiş şekilde– XI. tez öne çıkarılır. Bu Tezler’in ilkinde, örneğin Materyalizmin o güne kadar duyular aracıyla kavranan nesneyi, gerçekliği, duyusal insan etkinliği, “yani pratik olarak, özneye ait olarak değil”, “yalnızca nesne ya da düşünce biçiminde” kavradığı belirtilerek, bu anlayış eleştirilir ve insan düşüncesinin gerçekliğinin, doğruluğu ya da gücünün “pratikte kanıtlanması”yla bağlı oluşuna işaret edilir. I. tez’in başında şöyle denir: “I. Şimdiye kadarki her türlü materyalizmin (Feuerbach’ınki de içinde olmak üzere) başlıca kusuru, duyularımız aracılığıy­la kavradığımız nesnenin, gerçekliğin, duyusal insan etkinliği, yani pratik olarak, özneye ait olarak değil, yalnızca nesne ya da düşünce [kavrayış] biçiminde anlaşılmasıdır. Bu nedenle et­kin yön, materyalizmin tersine idealizm tarafından geliştiril­mişti, kuşkusuz idealizm gerçek pratik etkinliği bu biçimiyle tanımaz. Feuerbach düşünce nesnelerinden gerçekte farklı du­yusal nesneler ister, fakat insan etkinliğinin kendisini nesnel bir etkinlik olarak anlamaz. …Bu nedenle o, “pratik-eleştirel etkinliğin” devrimci önemini kavramaz.”

Bilimsel kuramlar kuşku yok ki soyutturlar, ama düşünen beynin üzerinde düşündüğü ya da kendisinden hareketle varsaydığı bağlantılı “gerçeklikler”in  bilgisi olarak soyutturlar. Nesnel gerçekliğin bilgisi, gerçekliğin kendisinden hareket edilmeksizin oluşturulamaz. Matematik ve Mantık kurgusal ve fakat genel doğruların ifadesi olarak kabullenilmişlerdir. Sanat eserlerinin kurgul bir özelliği vardır. Ancak, doğa bilimleriyle tarih bilimi “pratiğin sınavı”ndan geçmek durumundadır. İkinci tez’de bu dile getirilir: “Nesnel gerçekliğin insan düşüncesine ait bir özellik olup ol­madığı sorunu teorik değil, pratik bir sorundur, insan, düşün­cesinin gerçekliğini, yani doğruluğunu ve gücünü, ‘bu dünyaya aitliğini’ pratikte kanıtlamalıdır. Düşüncenin gerçekliği ya da gerçek dışılığı üzerine pratikten yalıtık olarak yürütülen tartış­ma tamamen skolastik bir sorundur.”

Üçüncü Tez, insan ve koşulları arasındaki ilişkinin materyalist kuruluşuna işaret eder. Buna göre; “koşulların değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist öğreti”nin, “koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğiticinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini” unutmaması gerekir. Toplum ve koşulları arasındaki ilişki karşılıklı etkiye sahiptir. “Koşulların değiştirilmesi ile insan etkinliğinin ya da insanın kendisinin değiştirilmesinin örtüşmesi, ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve ussal olarak anlaşılabilir.”(aynı yerde) Sekizinci Tez’de, toplumsal yaşamın “özünde pratik” olduğu belirtilerek, teoriyi gizemcilikten kurtarmanın ussal çözümünün “insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında” olduğu belirtilir. Toplumsal pratik, düşünce doğruluğunun sınandığı yerdir; değiştirici devrimci işleve sahiptir ve sorunların ussal çözümünün alanıdır. Ve son tez yine, değiştirici insan etkinliğine işaret etmektedir. “Filozoflar dünyayı değişik biçimde yorumladılar, [oysa] sorun onu değiştirmektir.”

Marksizmin dünya ve toplum görüşü materyalist ve diyalektiktir. Gelişmeler tarihsellikleri içinde irdelenir ve kuram dünyanın değişimi; toplumsal yaşamın gerçek anlamda insanileştirilmesi ve sömürüden kurtuluş sağlanarak özgürleşmesi hedefiyle bağlıdır. Marksizm, insan toplumunun tarihini, insanın kendisi yönünden “ereksiz” olarak görmez. Toplumsal değişimi, iktisadi kategorilerin kendiliğinden evriminin ürünü sayan sağ oportünist görüşlerden ayrışır. Marx’ın kuramında “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar” şeklinde, toplumsal ve iktisadi koşullarla ilişkilendirilerek işaret edilen insan etkinliği/(‘praksis’), insanın; insan toplulukları ve sınıflarının, koşulların esiri olmayıp koşulları da etkileyen ve yeniden oluşumunda rol oynayan bir etkinliğidir. Marksizmi ekonomizm ile karıştıran, hatta ekonomi bilimi olarak değerlendirenler olmuştur. Marksizmin bu biçimdeki sağ bir yorumu onu tarih ve toplum bilimi alanındaki kapsamlı irdelemelerinden ve tarihsel-toplumsal gelişmenin zorunluluk bağlamlı yasalarının açığa çıkarılması çabasından soyutlayarak darlaştırır.[36] Marx, 1866’da Proudhon’a yanıt niteliğindeki “Felsefenin Sefaleti”nde, burjuva dokrinerlerinin tutumlarını eleştirerek, felsefi düşüncelerin ve bilimsel “sistem”lerin tarihsel süreç ve toplumsal hareket içinden ve onların somut gerçekliği gözetilerek ancak devrimci ve geliştirici tarzda oluşturulabileceğine işaret ediyor, ve şöyle yazıyordu: “…Fakat tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletarya­nın mücadelesinin çizgileri daha da belirginleştikçe, artık bili­mi kafalarının içinde aramalarına gerek kalmaz; gözlerinin önünde olup bitenleri görmeleri ve bunların sözcüsü olmaları yeterlidir. Bilimi aramaya ve sistemler kurmaya devam ettikle­ri, mücadelenin başlangıcında kaldıkları sürece, sefaletin için­de sefaletten başka bir şey bulamaz ve onun için de eski toplu­mu alaşağı edecek devrimci, yıkıcı yanı göremezler. Bu andan itibaren, tarihsel hareketin bir ürünü olan ve amacını tam ola­rak kavrayarak onunla birleşen bilim, doktriner olmaktan çı­kar ve devrimci olur.”

Marx’ın felsefi tartışmalarının ve felsefeye yaklaşımının tüm önemi, felsefenin canlı yaşamla kurulan bağındadır: bu felsefi yaklaşım, politikekonomi irdelemelerinin neredeyse her bölümünde; üretim ilişkileriyle üretici güçler ilişkisinin sergilenmesinde, artıdeğerin gerçekleşmesi sürecinde sermaye-emek ilişkilerinin açıklığa kavuşturulmasında, sınıfsal konumları üretim araçlarının mülkiyetiyle bağlı olarak  belirlenen kapitalistlerle işçi sınıfının karşıt sınıf durumlarının ortaya konmasında, tüm açıklığıyla görülür. Toplumsal gelişmenin diyalektiğini ve tarihsellğini gözetmeyen felsefi bir görüşün gerçeklikle bağı kopar, ve spekülatif söz yığınına dönüşür. İşçi sınıfı, tarihsel materyalist felsefede kendi sınıfsal niteliğinin ve kurtuluş olanaklarının bilgisini bulur. Bundandır ki Marx şöyle yazar: “Felsefe nasıl maddi silahlarını proletaryada buluyorsa, proletarya da kendi düşünsel silahlarını felsefede bulur…” Felsefeyi, dünyanın “sadece yorumlanması” olarak değil, ama asıl olarak değiştirilmesi için gerekli pratik ile ilişkilendirerek ‘söz yığını’ olmaktan çıkaran Marx’a göre felsefenin bu pratik gerçekleştirilmesi, sömürünün ortadan kaldırılmasıyla sınıfların varlığının son bulmasına bağlanarak gelişmenin yeni durumlara evrilmesine hizmet eder.

İKİNCİ BÖLÜM

“KOZMİK BİLİMLER” METAFİZİĞİN ZAFERİNİ Mİ MÜJDELİYOR?

Günümüzde, özellikle de Kuantum Fiziği ve Rolativite (Görelilik) Teorisi dolayımıyla teorik fizik ve doğa bilimleri alanındaki –haliyle de felsefe alanındaki– önemli tartışma konularından birini de, Klasik fizik ya da Newton fiziği ile Einstein’in adıyla anılan teorinin birbirini kesin şekilde reddedip etmediği sorusu oluşturmaktadır. Özellikle son bir yüzyılda, başta Albert Einstein ve Werner Heisenberg olmak üzere, bazı bilim insanlarının ışık ve ısı yayılımını; atom ve elektron hareketini konu edinen buluşlarını –buna son proton çarpıştırılması (Higgs Bozonu) deneyini de ekleyebiliriz– hareket noktası alan modern fizik “ekolü”nün bazı sözcüleri, Newton Fiziğinin “ışık hızı”na yaklaşık hızlar ve “atomaltı parçacıklar”ın hareketi sorununa yanıt oluşturmadığını da gerekçe göstererek klasik fizik yasalarının ve onlarla birlikte materyalist dünya görüşünün ömrünü doldurduğunu ileri sürüyorlar.[37]

Bunun bütünüyle yeni bir durum olmadığı doğrudur: “Görellilik Kuramı” ve “Kuantum Fiziği”nin bulgularından ve Newton fiziğinin geçerliliğini yitiren kimi kurallarından hareketle, materyalist diyalektik doğa görüşü konusunda kuşkuya düşen çok sayıda bilim insanı olmuş, bunların bir kısmı, Albert Einstein gibi büyük bir bilginin, kuram-gerçeklik ilişkisi üzerine söylediklerine sığınmıştır. Einstein, teorinin nesnel gerçeklikle ilişkisi üzerine yazarken, “Salt düşünce ile gerçekliği kavrayabileceğimizi sanıyorum” demişti. Ona göre, bilimsel bir teorinin kaynağı olgular değil, “insan kafasının yaratıcı gücü”dür. Teori insan zekasının serbestçe yarattığı kavramlardan oluşur ve “ortaya çıkışı olgulardan bağımsızdır.” Teori, “soyutlama yoluyla olgulardan çıkarılamaz”[38]; çünkü, “olgulardan teorik kavramlara bizi götüren bir yol yoktur. Tam tersine olgu dünyası ile kavram dünyası arasında mantıksal olarak bağlanması olanaksız bir aralık vardır. Örneğin sayı sistemi gibi teorik kavramları insan zekasının serbestçe ve olgulardan bağımsız biçimde yarattığı simgeler olarak kabul etmek gerekir. Teori bir tür icattır….” [39]

Einstein bu düşüncesiyle, varlık-düşünce ilişkisi üzerine tarihsel ve felsefi tartışmanın idealist tarafında kalıyordu. Hareket noktası matematik ve mantık teoremleriyle (tezleri) Rolativite teorisiydi. Nihayetinde, evren ve madde üzerine kuramını bu alanlar üzerinden geliştiren bir büyük bilgindi ve materyalist olarak başladığı “deneyi”nden idealist sonuçlar çıkarması, yalnızca ona has olan bir durum da değildi. Onun, kuram-madde ilişkisi üzerine söylediklerinden çok, geliştirdiği teoriyi sadece klasik fiziğe karşı değil, onun neden-sonuç ilişkisi bağlamında materyalist dünya görüşüne karşı kullanan teolog ve metafizikçi kuramcılar ise, bilimsel bilginin doğa bilimlerindeki gelişmenin düzeyi vb. gibi nedenlerle mutlak olmayıp göreceli olmasını ve doğa biliminde kimi küçük etkenlerin ihmal edilebilir görülmesini, görüşlerini sözümona doğrulamak için açıkça istismar ediyorlardı. Bunların sığındığı “doğrulayıcı” (!) sadece Einstein’in teorisi değildi. Werner Heisenberg’in “belirlenimsizlik” kuramı ençok baş vurulan “kurtarıcı” oldu. Newton fiziğinin “ilk fiske” görüşü; termodinamiğin ikinci yasası ve görelillik kuramı bu görüş doğrultusunda kullanılmaya çalışıldı. Buna göre,”doğada diyalektik hareket” yoktu; ilişkinlik genelleştirilemez ve hiçbir şey “tam olarak belirlenemez”di! Bilinemezci görüş, bilinmeyen madde ve evren varlığının gerçekte olup olmadığını tartışma konusu yapıyor ve bunu bilecek bir yanıt verilemeyeceğini söylüyordu. Heisenbergci belirlenimsizlik ise, dünyanın, evrenin ve maddenin belirsizliğe doğru eğilim gösterdiğini, bunun bir yasa olduğunu ileri sürerek, belirlenimci fiziğe karşı çıkıyordu.[40]

Heisenberg’in[41] atom ve elektron hareketini söz konusu ederek, maddenin bu en küçük parçacıklarının [günümüzde ‘atom altı parçacıklar’ olarak adlandırılan nötron, proton, pozitron vb. gibi daha alt-küçük, diyelim en küçük parçacıkları(nın)] hareketini kesin şekilde ölçme olanaksızlığını ileri sürerek geliştirdiği ve klasik fizik “ilkeleri”nin reddini öngören “modern” teori, “kesinlik” gerekçeli olarak “belirlenemezlik” sonucuna bağlanmaktadır.[42] Heisenberg’e göre, bu durumun bilgi ve araç-alet yetersizliğiyle izahı mümkün değildir. Hareket halindeki parçacığın –diyelim elektronun– “tam yerinin bulunması” durumunda dahi onun hızının “kesin saptanması” mümkün olmamakta; bu da durumun “yetersizlik” nedenli olmayıp deney araçlarının;”örneğin dalgaların, elekronun kendisi ile aynı boy ölçüsünde olması, bu yüzden bu deneyi bozması”yla bağlı olduğunu ve “kesinlik noksanının ortadan kaldırılamaması”nedeniyle de değişmeyeceğini göstermektedir! Heisenberg, “Atomlar, elekronlar, protonlar dünyasında da deney için kullanılan ışık dalgaları vb.” ile, “bu atomlar, elekronlar” ilişkisinin, elektron hızının “kesinsizlikte” kaldığını; söz konusu elekronun ikinci bir elekrona çarpması durumunda “birincideki kesinlik noksanı”nın ikinciye de geçeceğini, dolayısıyla da “birincisi ile ikincisinin davranışları”nın ancak “olasılık derecesi ile dile getirilebilece”ğini ileri sürer.[43] Heisenberg’in yorumuna göre, buradan çıkan en önemli sonuç, olayların birbirleriyle “sıkı nedensellik bağı ile değil, olasılık bağı ile bağlı” olduklarıdır.[44] Bu demek oluyor ki, olgu ve olaylar üzerine, ya da hatta nesneler üzerine ancak olasılık ölçüsünde fikir sahibi olunabilir ve bağlamlar kurulabilir; onların belirsizliği ise önlenemez.
Klasik fizik, doğadaki olayların birbirlerine neden-sonuç ilişkisiyle bağlandığını; her olayın bir ya da birden fazla nedeni ve etkeni olduğunu; olayların ve nesnelerin birbirlerinden kesin hatlarla ayrılmış soyutluklar olarak görülemeyeceğini ileri sürer. Buna göre, doğada –evrende– meydana gelen herhangi olayın neden ve etkenlerinin; ya da varlığını öngörsek dahi özelliklerini henüz yeterince bilip gösteremediğimiz oluşumların gerçekliğinin mutlak olarak reddedilmesi için gerçekte inandırıcı bir kanıt yoktur. Henüz bilinemeyenler, bilinemez oldukları için değil, bilgimiz henüz onları bilecek verilere sehip olmadığı, o aşamaya ulaşmadığı için bilinmemişlerdir. Belirsizlik “ilkesi”, fizik kuralları çerçevesinde kanıtlanamamış, bir varsayım olarak kalmıştır. Bu bakımdan belirsizlik, Heisenberg’in “ilkesel olanaksızlık” olarak gösterdiği türden ilkesel olmayıp kendinde şeyin bizim için şeye dönüşmesi için gerekliliklerle; yani Engels ve Lenin tarafından işaret edildiği üzere bilgi, gözlem  ve deney araçlarının gelişmesiyle bağlı bir henüz bilinemeyen maddenin varlığı durumuyla uygunluk gösterir. Bu da, Kuantum kuramıyla materyalist diyalektik dünya görüşünü; yani özneden bağımsız dış dünya ve nesnel gerçekliğin varlığı ve insan tarafından bilinebilir olduğu düşüncesini geçersizleştiği görüşünün dayanaksızlığını gösterir. Yeni olguların mevcut kuram(lar)ın “ilkeleri”yle açıklanmasının mümkün olmadığı durumlarda, onların neliği ve niteliği, hanği etken ve sonuçlarla bağlı göründükleri ya da oldukları gözönünde tutularak, doğruya olabildiğince yaklaşıklıkla varılmaya çalışılır. Bilimdeki ilerlemelerin özellikle bazı bilim dallarında kuramsal ifadeleriyle mantıksal olması ve kimi durumlarda matematiksel yöntemlerin yardımıyla oluşturulmaları, doğruluklarını gölgelemez.[45]

Maddenin en küçük parçacıkları –yapı taşları– olarak görülen atomun parçalanabilirliğini bulgulayarak enerjinin maddeye; maddenin enerjiye dönüşümü görüşünü bilimsel gelişmenin tarihine yazdıran Einstein’in ünlü denklemine göre; [E=m.c² (enerji=kütle.ışık hızının karesi)][46], kütle miktarı içerdiği enerjiye bağlı olup, tanecik hızının artması durumunda kütlesi de büyümekteydi. Einstein öncesi fizik, kütlenin hıza bağlı değişimini öngörememişti. Einstein, ışık hızına yaklaşık hızlarda enerjinin maddeye dönüştüğünü ve cismin kütlesinin de buna bağlı olarak arttığını gösterdi.[47] Cismin hızı ışık hızına yaklaşık olduğunda, kütlesi sonsuzca büyüyebilecek; küçük bir madde parçacığının ya da bir atomun parçalanmasıyla çok büyük miktarda enerji açığa çıkabilecekti.[48] “Örneğin, 1 gram maddenin içinde 2 bin ton petrol yakıldığında ortaya çıkan enerjiye eşit enerji bulunur”du.[49] Albert Einstein, uzaydaki güneş ve yıldızların (güneş ve yıldız sistemlerinin) birbirleriyle ilişkisini ise “Birleşik Alan Kuramı” olarak adlandırdığı bir teoriyle izah etti.[50] Buna göre, uzay, “zaman koordinatı içinde” katı cisimlerle ışık ışınlarının birbirleriyle de ilişkili şekilde hareket halinde bulundukları “sonlu ama sınırsız” bir “alan”dı.

Metafizikçiler ve teologlar, teorileri için yeni dayanaklar buldukları savıyla bu iki önemli buluş üzerinden, hemen harekete geçtiler. Maddenin varlığı ve doğanın temel taşı olduğu görüşünü reddeden yeni metafizik teoriler gündeme getirildi. Relativite (Rolativite) teorisinden hareketle, onu materyalist-diyalektik dünya görüşünün ‘panzehiri’ olarak gösterenler, “doğrulanma”yı değil “olasılıklı olma”yı esas alıyorlardı. Rolativite kuramı, ışığın dünyaya göre hızının ölçülmesi probleminin “çözümü”nden kaynaklanıyordu. Einstein öncesi tanımında, “gerçeklenme-doğrulanma”nın kesin olarak yapılamamış olması, yeni teorinin hareket noktasını oluşturdu. Bu teoriye göre; uzay ve zaman “saltık özelliğe sahip değildir. Bunlar karşılaştırma, oranlama, ölçüştürme(referans) sistemine bağlıdır. Hatta katı bir çubuğun bile saltık bir uzunluğu yoktur. Yani saltık anlama sahip gördüğümüz bazı şeyler artık bu özelliklerini kaybetmiş bulunuyor. Buna karşılık, bu gibi ölçüler arasındaki bağıntının sabit kaldığı görülür. Böylece şey kavramı yerine bağıntı(relation) ya da fonksiyon kavramı girmiş olur; başka bir deyişle, kavram gittikçe matematiksel bir nitelik almış olur…..Görülüyor ki fizikte ilerlendikçe yasalar, niceliksel(Kantitativ) bir özelliğe yani matematiksel bir ifadeye sahip oluyorlar; bununla da kalmıyor, yasa diye önerilen formülün referans sistemlerine göre kovaryant olması da isteniyor.(Kovaryant, eşdönüşür; belirli bir öbeğe göre koordinat dizgesi değiştirildikçe görünümünü değiştirmeyen tensör denklemleri ya da birlikte değişen tensör bileşenleri). Bu da bilimde ilerlendikçe matematikten daha çok yararlanıldığını, hatta fiziksel gerçekliğin ancak matematik yardımıyla ifade olunabileceğini gösterir; bağımsız, saltık bir özelliğe sahip sanılan şeylerin ortadan kalktığını ve onların yerine matematik bağıntıların girdiği görülür.”[51]

“İlk fiske” görüşü yeni değildi: duran bir cismin harekete geçmesi için fiziksel kuvvet gerekliliğinden hareketle yaratıcılık anlayışı savunulmuş; atomun parçalanması ve maddenin enerjiye dönüşmesinin atom bombasının yapılması gibi bir sonucunun ortaya çıkması, evrenin “çok küçük yoğunlaşmış madde”nin tanrısal emirle ve bir büyük “ilk patlama”yla oluştuğu tezine dayanak gösterilmiş; sonsuz-sınırsız evren “sonlu ve öncesinde hiçbir şeyin olmadığı” hiçlikten “on beş milyar yıl önce”ki bir ilk değnek vuruş ya da üflemeyle oluşturulma söylencesine bağlanmıştı. Fizik ve astronomi bilim insanlarının birbiri ardına gerçekleştirdikleri yeni buluşları ve evrende, binlerce-on binlerce ışık yılı uzaklıklarda 80-100 milyar yıl önce oluştukları açıklanan milyonlarca yıldız ve galaksi kümesinin varlığı[52] ise, görmezden geliniyordu. “Görelilik” (İzafiyet) kuramı uzay-zaman bağlantıları üzerinden “Kozmik bilim”ler hanesine yazılarak materyalizme karşı metafiziğin zaferi olarak gösterilmeye çalışıldı. Atom ve altı parçacıkları üzerine kuramsal kabullerin deneysel ortamda kanıtlanması bunun için yeni bir gösterge sayılarak ‘Kütlenin korunumu yasası’nın “genel olarak güvenilir olmaktan çıktığı” savı öne çıkarılarak kütle-enerji bağı buna uyduruldu. Buna göre, klasik fiziğin “ilke”leriyle birlikte Newton kuramı da Kuantum teorisince “rafa kaldırılmış”tı! Sığınılan son yer, “Tanrı Parçacığı” söylencesiyle “Higgs Bozonu” oldu. Parçacık fizikçilerinin bu yeni deneyle  “maddenin kütle sorunu”na dair büyük bir adım daha atılırken, “yaratılışçı”-“Akıllı tasarım”cılar, bu maddi gerçekliği; insan eli ve beyninin ürünü bu fizik-kimya-elekromanyetik işlemi ve sonucunu dinsel doğmaların yeni bir “doğrulanması” olarak gösterip, “Tanrı Parçacığı” yaygarasıyla çarpıtmaya giriştiler. Keşfedilen “kuantumun atom altı dünyasında, maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşürken etkileşimde bulunarak kütle kazandığı ya da kaybettiği çok küçük bir parçacık”[53], ve gerçekleştiricileri insanların kendileri olmalarına karşın deneyin sonuçları, materyalizmin doğa bilimleri alanındaki dayanaklarının “ortadan kalktığı”nın yeni bir göstergesi olarak reklam edildi ve doğanın, evrenin, tüm canlı-cansız varlıkların tanrı tarafından yoktan var edildiği inancası yönünde kullanılmaya çalışıldı.

Oysa gerçekleşen mistik-yaratılışçı tezlerin yerle bir olmasını sağlayan maddi gerçekliğin yeni bir deneyle kanıtlanmasıydı. Evrendeki “enerji alanları”nda bulunan atom altı parçaçıkların (Higgs’in adıyla anılan Bozonlar) etkileşime girmesiyle, maddenin kütle kazandığı tezi CERN deneyi sonuçlarıyla kanıtlanırken darbe yiyen gerçekte metafizik ve mistik yaratılışçı tezlerdi.[54] Maddenin partiküllerine dek bölünmesi ve en küçük parçacıklarından biri olarak protonların insan eli ve zihninin ürünü bir ortamda (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) ve çok büyük bir hızla çarpıştırılmasıyla elde edilen kütle, enerjinin maddeye, maddenin enerjiye dönüşümünün yeni bir göstereniydi. Fizik biliminin maddeye ilişkin öngörüleri yeni bir kanıtla desteklenmiş oldu.[55]

Kimyasal bir deneyin “yapay radyoaktif elementler”in ortaya çıkışına yol açmış olması, dönüşen-dönüştürülen, atomları parçalanarak “elde edilen” maddenin, enerji aracıyla dönüşümünün; farklı elementlere “bölünmesi”nin ve yenilerinin ortaya çıkmasının kaynağı olarak rol oynadığını gösterdi. “Gözlenebilir evreni oluşturan” ve enerji ile birlikte bütün nesnel doğanın temel gerçeği olarak algılanan maddenin, atomlardan, moleküllerden; bunların karışımından oluştuğu; atomların ise daha alt parçacıklardan bileştikleri birkez daha açıklık kazandı. Evrendeki ve dünyadaki fiziksel varlıklar arasında bir çekim –ve itim– kuvveti ilişkisinin ve her maddenin bir ‘iç hareketi’nin bulunduğu; sabit durumundaki maddenin harekete geçmesi; hareket durumunda iken hızının değişmesi için gereken dış kuvvete-itkiye, kendindeki tepki kuvvetiyle karşı koyduğu açığa çıkarıldı.[56] Bilimler alanındaki bu muazzam gelişmeler, evrende “bir düzenlilik olduğu” ve onun bu “düzenlilik içinde” ve “başı-sonu belli bir zaman”a bağlı olarak hareket ettiği; insana düşenin ise bu “düzenlilik içinde” kalarak uyum göstermek olduğu vaazının kof bir söylenceden ibaret olduğunu gösterdi.

ı-) “Olasılık” kuramı ve nedenselliğin mekanist kavranışı

“Olasılık” teorisi, cismin sadece hareketini değil durumunu da kararsız ve belirsiz gösterir. Nesne belirgin özellikleriyle “belirlenemez”dir; onun belirgin özelliklerinden söz edilemez! Buna göre ışığın diyelim dalga ya da cisimcik özelliği hem var hem yoktur! Doğa biliminde, evrene dair öne sürülmüş ve fakat henüz kesin olarak doğrulanamamış bazı önermeleri veri göstererek materyalist doğa görüşünün “hiçbir zaman ve hiçbir biçimde doğrulanamayacağı”nı ileri sürer;  daha önce bilinmeyen, ya da hatta bilinmesi imkansız sayılan maddi gerçek varlık ve durumların bilimsel gelişmeler sonucu ve yeni buluşlarla bilinir olması ya görmezden gelinir ya da Heisenberg’de olduğu üzere, bilim “bardağının altındaki Tanrı”ya bağlanırlar. Önermelerin “doğru ve yanlış” olarak sınırlanamayacağı; çeşitli doğrulanma ya da doğruluk derecelerine sahip oldukları ileri sürülür. “Her varlık, her durum, her kavram ve her düşünce” “iki çelişik, karşıt yan”a sahip olmasına karşın, çelişik-karşıt yanlar “birbirleriyle çatışmaz”dırlar! Gerekçe, birisiyle uğraşıldığı zaman ötekinin “yok olması”yla gelişme ve değişimin dumura uğramasıdır! Bu durumun “karşıtların birliği” ilkesine uygun düştüğü düşünülür. Bundandır ki kimi teologlar, Kuantum teorisinin bu özelliğini maddenin olgusal gerçekliğine ve hareketinin yasalarına karşı kullanır; dinsel teorilerin doğrulanması sayarlar.

Olasılık ve “belirlenemezlik” teorisinin önceki bir biçimi, David Hume’un adıyla anılan Hume’cu itiraz olarak bilinir. Hume, “bir olgu bin kez meydana gelmiş olsa bile, bunun bin birinci kez meydana geleceğini nereden biliyoruz?” diye soruyordu. Ona göre, bin kez doğrulanıp bin birinci kez denendiğinde “yanlışlanma olasılığı” varsayılan bir deney tümevarım yoluyla, yani bin kez doğrulanmasından hareketle genelleştirilemez ve doğrulanamazdı! Bu “mantık yürütme”ye, sosyal bilimler alanında Karl Popper, sosyalizmin olanaksızlığını sözüm ona kanıtlamak üzere baş vurdu.

“Olasılık” teorisyenlerinin, klasik fiziğin “nedensellik ilkesi”ne karşı çıkışlarında başvurdukları –ya da kullandıkları– araçlardan biri de Termodinamiğin “ikinci yasası” (ikinci teoremi) olarak adlandırılan fizik-kimya yasasıdır.[57] Enerjinin korunumu (sakınımı) ve entropinin büyümesiyle ilişkin termodinamik yasalarının, nedensellik yasasını ancak olasılık dahilinde geçerli olabilir duruma düşürdüğü ileri sürülür. İddia, nedenselliğin her zaman ve her ilişkide geçerli olmadığıdır. Prof. Dr. Nejat Bozkurt, William James’e[58] atıfta bulunarak hiçbir kuramın “gerçekliği saltık biçimde” dile getirmeyeceğini belirtir ve bütün kuramların, “kendimizi gerçekliğe uyarlamamızı sağlayan zihinsel formlar” olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “Görelilik (Rolativite), Newtoncu mutlak uzay ve zaman yanılsamasını; kuantum kuramı ise kontrol edilebilir ölçme düşünü ve kaos kuramı da Laplace’cı belirlenimci öndeyilenebilirlik fantazisini eledi. Günlük deneyim ve dünyanın gerçek resimleri araştırma için yasal hedefler oldular. Bu üçünden kaos kuramındaki devrim gördüğümüz ve dokunduğumuz evrenden insanın ölçebileceği nesnelere değin uygulanmakta.” [59]

Nedensellik ilişkisinin eski (kaba) materyalist anlayışta “yazgı”sal özellik yüklü olduğu ve belirli sonuçları ortaya çıkaran-belirleyen etkenlerin önceden belirlenmiş bir amacı doğrulamak için kullanılan basit araçlar olarak görüldüğü doğrudur. Oysa, karşıtların çatışması, “doğanın her yerinde” yaşanır ve karşıtlar ya dönüşürler ya da “daha yüksek biçimlere” geçerler. Bu hareketin gerçekliği ve yok edilemezliğinin bir sonucudur. Evrende her çekim hareketi eşit değerde itim hareketiyle, her itim hareketi eşit değerde çekim hareketiyle tamamlanır ve bu böyle sürüp gider.

Mekanik ve kaba materyalist kavrayışın yerine belirlenemezlik ve doğrulanamazlık bağlamlı “olasılık” teorisi ikame edilerek nedenselliğin yadsınması ise, bilinemezliğe ve metafizike davetiye çıkarıyor. Buna göre, kontrol edilebilirlik ve ölçülebilirlik dahil fizik kurallarının doğruluğu ve geçerliliği kuşku götürür; bu konuda net bir şey söylenemez! Neden-sonuç ilişkisi belirsiz olup, ilişkinlik genellik göstermez, vb.

Neden-sonuç ilişkisi oysa, diyalektiktir: bir durumda neden olan bir başka durumda sonuç; bir durumda sonuç olan farklı bir durum ve ilişki içinde neden işlevi görebilir. Ayrıca herşey birbiriyle ilişikli olduğundan, neden-sonuç ilişkisi, bu tüm öteki ‘şeyler’in ilişkisince de etkilenir. Toplum yaşamında  karşıtlar birbirleriyle ilişkilerinde ve bu ilişkilerin gelişimi ve değişiminde etken, neden ve hatta sonuç olarak işlevlidirler. Gözlem ve deney aracıyla ve somuttan hareketle tümevarım ve soyut tümelden somuta yeniden varma (tümden gelim) birbirini tamamlar. Evrende her yeni durum hazır durumdakilerle bağlı olarak gelişir ve gerçekleşir. Önceki durumların sonucu, gelecekteki durumların nedenidir; büyük ve küçük nesneler maddesel ya da enerjiye dönüşmüş halleriyle hareketli ve bir aradadırlar. Atomlar elektron, proton ve nötronlardan bileşir; proton çarpıştırılmasıyla kütleye dönüşürler; biri neden, öteki sonuçtur. Işığın maddi varlığı da, enerjinin maddeye –ve tersi– dönüşümü de aynı türden ilişkiye işaret eder. İnsan ve diğer canlı organizmaların belirli bazı kimyasal elementlerin belli oranlardaki bileşiminden oluştukları ve bunun da canlılığı sağladığı bilimsel olarak kanıtlandı. Gen değişimi, kök hücre tedavisi ve klonlama biyolojide ve genetik biliminde büyük ilerlemelerin habercisi oldular. Bilimsel öncüllerden hareketle ve nedensellik bağlamı içinde insan bedeni ve beyninin milyarlarca atomun hareketiyle bağlı olduğu; bu hareketin incelenmesiyle gelecekteki sağlık durumunu öngörmek üzere yapılan deneylerde büyük ve önemli ilerlemeler kaydedildi. Elektrik enerjisin ısıya ve ışığa dönüşebiliyor; lambada ve ısıtma cihazında aydınlanmanın ve ısınmanın (bir tür hava değişimi) nedeni olarak işlev görüyor.

Bütün bunlardan sonra şu söylenebilir: belirlenemezlik geçici bazı durumlar için söz konusu olmakla birlikte genel geçerlik göstermez. Olgusal-nesnel gerçekliklerin reddine varan bir belirlenemezlik, kendisi de başka nedenselliklerle bağlı bir durumu ilkin tüm’ün yerine ikame eder, sonra onu da  yok sayarak “yokluk”a varır. Oysa daha fazla etkenin hesaba kıtılmasıyla gerçekliğin daha tam bir bilgisine ulaşılabilir; gelişmenin etkenleri ve koşulları daha derin ve etraflıca irdelelendiğinde olası gelişmeler hakkında daha kapsamlı ön bilgi edinilebilir. Bilimsel yöntemde, hemen her zaman “kesinlik” derecesi daha yüksek bir düzeye yükseltmek istenir; nedensellikler bunun için dayanak gösterilir. Bu ama, araştırma ve deneyde olasılıkların tümüyle dışlanması anlamına da gelmez. Fizik, kimya ve mekanikte hata payı “oran”sal olarak kabul edilir. Toplum bilimde olasılıkların payı, nesnel etkenler arasındaki ilişkinin göstereceği değişkenlikle bağlı olarak artar ya da azalır. Engels, 140 yıl önce şöyle yazmıştı: “Doğa görüşünde bütün ayrımların ara basamaklarda bir araya geldiği, bütün karşıtların ara halkalar yoluyla birbirlerine geçtiği böyle bir aşama için, eski metafizik düşünce yöntemi artık yetersizdir… Kayıtsız-şartsız evrensel gerçeklikte ‘ya bu, ya o’ diye bir şey tanımayan, değişmez metafizik farklılıklar arasında köprüler kuran ‘ya bu, ya o’ yanında ‘hem bu, hem o’ kuralını da yerine koymasını bilen ve karşıtlıkları uzlaştıran diyalektik, bu aşamaya en yüksek ölçüde uygun düşen tek düşünce yöntemidir. Kuşkusuz günlük kullanımda, bilimdeki küçük bilim alışverişlerinde metafizik kategoriler geçerliliğini korur.”[60] Bu demektir ki, nedensellik ve olasılık yasaları birbirini tamamlayan yasalardır.

ıı-) Doğa bilimleri materyalist diyalektiği doğrulamaya devam ediyor

Yüzyılın ilk yarısında doğabilim hala “tanrıbilimin ağı içinde” idi. Canlı varlıkların basitten karmaşığa doğru evrim gösteren bir gelişmenin sonucu olarak şekillendikleri bilinmiyordu. Bu da tarihsel olmayan bir doğa görüşüne; doğanın yaratılışçı anlayışına götürüyordu.[61] Sonal nedeni , açıklanamayan ve açıklanması olanaksız bir “dış itiş”te arayan doğabilim anlayışına göre, doğa, “belli bir amaca göre”, ve bu “ilk dış itişi” sağlayan tanrısal gücün “ereklediği” bir “yaratı”ydı. “İlk itiş”e atfedilen bulanık ve körleştirici görüş; herşeyin ilk oluşması ya da yaratılmasında ne idiyse öyle kalmaya devam ettiği yönündeki metafizik saplantılı anlayış bilimsel alandaki devasa gelişmelere karşın, günümüzde de devam ediyor. Buna göre, doğa, başlangıçta nasıl idiyse, sonsuza dek öylece, değişmeden devam edecektir.
Materyalist doğa görüşüne göre ise: doğa, “öncesiz ve sonrasız yaşama geliş ve gidişte, kesintisiz bir akımda, bitmek bilmez bir hareket ve değişim içinde varlığa sahip”tir[62] ve maddenin hareket biçimleri, mekanik hareketten düşünceye dek bir çeşitlilik gösterirler. İlki basit yer değiştirmedir; diğeri insan bedeni, sinir sistemi eli ve beyninin gelişmesiyle bağlıdır. Mekanik yer değişimi hareketin en basit biçimi iken, düşünce en yüksek biçimini oluşturur. Hareketin herhanği biçimi bir diğer biçimine dönüşebilir, ancak yok edilemez. Deneyle pekiştirilmiş kesin bilimsel araştırmalar bu görüşü kanıtlanmış bulunuyor. Daha da önemlisi, doğa bilimleri alanındaki gelişmeler bugün çok daha ileri düzeydedir ve yeni verilerle birlikte materaylist dünya görüşüne güç vermeye devam ediyorlar.Fizik-kimya-biyoloji-genetik ve astronomi bilimleri alanındaki gelişmeler, birbirini izliyerek dünya ve evren gerçekliğinin daha “bütünlüklü bilgisi” yönünde ilerliyor.[63]

Newton’un mekanik evren anlayışı, “ilk fiske” bağlamıyla metafizik “öge”ye bağlanıyordu ve evren ve zamanın maddeyle ilişkinliği noktasında sorunluydu. “Mutlak” olan uzay ve zamanda, aslında değişen bir şey yoktu. Newton fiziği belli hız ve büyüklüklerin ölçümünde geçerliydi, ama, hızın ışık hızına yaklaştığı durumlarda ve atomaltı parçacıkların ölçümünde çözümsüzdü. Uzay ve zaman mutlak olmayıp maddenin hareket halindeki biçimleriydi. İdealizm ve materyalizm (eski materyalizm) onda bir aradaydı.

Görelilik Kuramı, ileri sürüldüğü üzere, klasik fizikteki hareket yasalarını tümüyle ortadan kaldırmadı. Aksine, Einstein’in teorisinde “bütünlüğü”ne ulaştı. Einstein, “Evrenin niteliği üstüne   kuramsal düşüncelerimi Newton’un büyük düşünceleri üstüne kurdum. Doğal olaylar üstündeki gelişmem, Newton’un düşüncesinin organik bir biçimde gelişmesinden başka bir şey değildir” diyerek, ona hakkını teslim etti. Enerjinin dönüşümü ve Kuantum teorisi, materyalist diyalektiğe yeni kanıtlar sundu. Genetik bilimindeki gelişmeler canlı organizmaların yapısının daha fazla bilinir hale gelmesini sağladı. Kök hücrenin laboratuvar ortamında çoğaltılması, yaşamın inorganik doğada milyonlarca yıl içindeki evrim sonucu ve kimyasal molekül hareketinin ürünü olarak doğaya geldiği görüşünü güçlendirdi. Darwin’in Evrim Teorisi’ni doğrulayan çok sayıda yeni bulgu ve gelişme, canlı organizmaların gelişimi, değişimi ve yeni türlerin ortaya çıkması görüşünü doğruladı.[64] İnsan ve canlı genomuna ilişkin pekçok yeni bulgu gerçekleştirildi. Gen yapısı insan, fare, maymun, solucun ve bitki sineği gibi birçok canlı açısından bilinir duruma geldi. Canlıların evrimi, hücre yapısı, protein ve aminoasitler üzerine daha fazla bilgiye ulaşıldı. Birçok hastalığın tedavisinde, genlerin ve hücrelerin “tamiri”nde, moleküler biyoloji alanında kaydedilen yeni gelişmelerden yararlanılıyor. Genetik yapının “yaratıldığı” ve asla değiştirilemez olduğu yönündeki metafizik kabul, genetiği değiştirilmiş ürünlerin dünyayı sarmasıyla yerle bir oldu. Canlı organizmalarla içinde bulundukları koşullar arasındaki ilişkinin karşılıklı bir ilişki olduğu; farklı koşullarda farklı tepkilerin görülmesiyle değil sadece, genetik dizilimdeki değişikliklerle de bağlı olarak gerçekleştiği görüldü. Doğal ortamında yapılan değişikliklerin ürün üzerindeki verim artırıcı ve organizmalara dış müdahaleyle yeni türlerin elde edilmesi yönündeki etkisi, Micurin okulu ve Lisenko’nun pratik uygulamalarıyla açığa çıkarıldı. Fizik ve mekanik yasalarından yararlanılarak uzaya istasyon kuruldu; aya gidildi, Mars “kontröle alındı”, Her türden bilginin binlerce kilometre uzaklara anında nakli gerçekleştirildi, vb. “Bugün artık insanlık, hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını; maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşmesinin gizemini açıklayabilir durumdadır. Kalan bazı boşluklar da yeni bulgularla doldurulacaktır. Bu döngü, evreni anlama konusundaki tüm idealist yorumları çürütüyor. Bu da dinin standart modeli ‘ol’u bütünüyle geçersiz kılıyor. Bilim kendi yoluna devam edip yeni bulgular ortaya koydukça, bilimin, fiziğin alanı büyüyüp genişledikçe, mümkünü yok, metafiziğin ve idealizmin alanı giderek daralacaktır.”[65]

(YUSUF AKDAĞ - TEORİ VE EYLEM)

DİPNOTLAR:

[1] Alman İdeolojisi, Feuerbach’tan aktaran Felsefe Metinleri, sf. 67

[2] Bu durum, sosyal bilimler alanında herhangi kuramın “değer”i; doğruluğu-yanlışlığı yönünden de belirleyici önem kazanmış; ve teorinin “savaşan insan dünyası”ndan uzaklığı onun soyutluğu ve “güvenilmezliği”nin göstergesi sayılmıştır.

[3] Felsefe de, diğer tüm toplumsal kategoriler gibi tarihseldir. O çünkü, insan bireyi ve beyninin, maddi dünya-evren ve toplumsal yaşamın gerçekliğini; ne olup-olmadığını; nereden gelip nereye doğru ve nasıl gitmekte olduğunun sorgulanmasının ürünüdür. Felsefenin doğa, evren ve insana dair sorunlara açıklama getirmeye çalışan bir uğraşı olarak insan yaşamına girmesi, zihni ve fiziki çalışmanın birbirinden ayrılması sürecini izlemiş; sınıfların ilkel halleriyle oluşumuna denk düşen işbölümüyle birlikte “düşünen beyin”-bireylerin “felsefeci” olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. Felsefi düşüncenin doğuşu ile felsefenin tarih boyunca gördüğü işlev birbiriyle ilişkili olmakla birlikte farklılık gösterir. İdealist-metafizik felsefenin materyalist ve diyalektik aşılması bilimlerin ilerlemesi ve bilimsel gelişmeyle koşutluk göstermiştir. Felsefe idealist ya da materyalist biçimleriyle olsun toplum üstü-tarafsız ve toplumsal sınıfların ilişkilerinden bağışık olmamıştır. Sınıfların ortadan kalmasıyla felsefenin de ortadan kalkacağı yönündeki görüşler herşeydan önce felsefenin bu tarihsel sürecini ve felsefe-bilim ilişkisini(diyalektik tarihsel materyalizm) gözardı ederler. Oysa, ne insan(lık) tarihi sınıfların ortadan kalkmasıyla sona erer, ne de evrenin, dünyanın ve yaşamın sorunlarının diyalektik materyalist düşünce bağlamında gerçekliğine daha yaklaşık bilinmesi çabası tarih dışına düşer. Sınıfların ortadan kalkması, aksine, bilimsel bilgi birikiminin bilginin üretici güç olmasından da güç alarak daha da zenginleşmesinin; insanın tarihsel gelişimi ve uğraşısının daha özgür ve genişlemiş olanaklara sahip olarak, daha gelişkin yaratıları gerçekleştirmesinin koşullarını sağlar.

[4] Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, sf. 20

[5] Engels burada , insanın kendi bedeni üzerine bilgisizliğinden kaynaklanan ve düşünceleriyle duyumlarının ‘kendi bedenlerinin bir eylemi’ olduğu bilgisizliğinden kaynaklanan ve “ölüm anında bedenden ayrılan” ve “ölümsüz olduğu”na inanılan “ruh” anlayışına değinir ve şöyle devam eder:  “Düşüncenin varlığa, tinin doğaya ilişkisi sorununun, bütün felsefenin bu en yüksek sorununun kökleri, tıpkı her dinde olduğu gibi, yabanıllık çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışlarındadır.”

[6] Ampiryokritisizm, sf. 296-97

[7] Lenin, “hedefe ulaşmak için ‘Marksizmin Bayrağı Altında’ dergisi çalışanları Hegel’in diyalektiğinin materyalist bakış açısıyla sistematik olarak incelenmesini örgütlemelidirler. (…) Dergi yazar ve çalışanları grubu, görüşüme göre bir tür ‘Hegel diyalektiğinin materyalist dostları topluluğu’ olmalıdır. (…) Böyle bir hedef konulmaz ve bu hedefin yerine getirilmesi için sistematik bir çalışma yürütülmezse, materyalizm, militan bir materyalizm olamaz.” demişti.

[8] Ampiryokritisizm, sf. 385

[9] Burjuva yönetimlerin idealizmi etkin tarzda kullanmasından ve materyalist dünya görüşünün özellikle marksist tarihsel ve diyalektik yöntemini bilinmezliğin karanlıklarına itme amaçlı olarak yürüttüğü sistematik propaganda ve eğitim en fazla zararı, sömürülen ve ezilen kesimlere verir.

[10] Engels, devamında materyalist dünya görüşünün, doğa bilimleri alanındaki her önemli buluş ile “biçimini değiştirmek”, yani zenginleştirilip derinleştirilmek zorunda olduğuna işaret eder. Sonraki süreçte jeoloji, astronomi, fizik ve mekanikteki gelişmelerle farklı sonuçlara ulaşıldı.

[11] 18. yüzyılda Fransa’da ve 19.yüzyılda Almanya’da “felsefedeki devrim”in siyasal çöküşü hazırladığına işaret eden Engels, ilkinde Fransızların “bütün resmi bilime”, “Kiliseye”, “hatta sık sık devlete karşı açık savaşım halinde” olmalarına dikkat çekerek, onların eserlerinin ülkeleri dışında da etkili olduğunu, basılıp dağıtıldığını, ve kendilerinin de “Bastil’de hapsedilme tehdidi altında” bulunduklarını belirtir. Almanlarda ise, “tersine gençliğin hocaları, devlet tarafından atanan profesörlerdi, yapıtları öğretim el kitapları olarak tanınıyordu, ve bütün gelişmeyi taclandıran sistem, Hegel’in sistemi, şu ya da bu biçimde Prusya krallığının devlet felsefesi katına yükselmişti!”(abç). İlkinin devrimci ve “özgür” gelişimi için potansiyel kaynaklar söz konusu iken, ikinci durumda devlet ile iç içelik, ona yararlı bir yaklaşıklık görüşünü doğuruyordu.

[12] Günümüzde felsefe-bilim, ekonomi-politika ilişkilerine, insanın ve toplumların tarihine, varlık-bilinç bağlamına dair süregitmekte olan tartışmaları hem önceleyen, hem de ama akli ve bilimsel yöntemlerden vazgeçilmediği sürece geçerliliğini koruyacak bilimsel açıklıkla yol gösteren bu eserde sergilenmiş olan felsefi anlayışın daha bütünsel bir kavranması için, Doğa’nın Diyalektiği, Anti Dühring, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, K. Manifesto, Gotha Proğram Eleştirisi gibi eserlerin bir arada irdelenmesi gerekir. Buna rağmen, Engels’in söz konusu kitabındaki görüşlerinin bilimsel gücü ve derinliği, burada ele alacağımız konu(lar) ya da aynı anlama gelmek üzere yürüteceğimiz tartışma(lar) açısından oldukça sağlam bir daynak oluşturuyor.

[13] L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Soly yayınları, sf. 42

[14] Engels‘te, kavramlar, soyutlamalar “şeylerin resimleri“ni verirler. Kavramlar, nesnel varlıkların, doğanın ve dünyanın görüngülerinin kavramları olarak onların resmini verirler; şeyler arası bağıntıların ve karşılıklı etkileşimin durumunu yansıtırlar. Kavramların diyalektiği, nesnel dünyanın, nesnel varlıkların ve şeylerin diyalektiğinin ifadesidir.

[15] Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol yayınları, Öner Ünalan çevirisi, sf. 87

[16] Alexandre Kojeve, Hegel Felsefesine Giriş adlı kitabında, Hegel’in Diyalektiği’nden hareketle, “Efendi-Köle Diyalektiği”ni ve “Mücadele ve Çalışma”yı merkeze koyarak kendi felsefi görüşünü açıklıyor. O, bunu, bu mücadelenin en sonunda, “tümel (evrensel) ve türdeş (homojen) bir devlette –Hegel bunu ilkin Napolyon’un Fransız Devleti’nde, ardından Prusya Krallığı şahsında tanımlamıştı– bilinçlerin birbirlerini bilip-tanıması ve böylece gerçek anlamda bireyin, yani vatandaşın ortaya çıkması ve bu olgunun temelinde ‘isteği isteme’nin, yani başkasının isteğini ve onun tarafından kabullenmeyi istemenin bulunması ve bunun, insansal olumsuzluğun kaynağı olan insan oluşturucu, yani insanı insan haline getiren diyalektik bir isteme olması; insanlığın, ‘Tarihin sonuna’ girişini başlatan siyasal-felsefi kişiliğin ‘Napoleon-Hegel’olduğunun ileri sürülmesi ve Hegel’in, Batı felsefesinin yirmibeş yılını tamamlayarak sona erdiren son filozof ve gerçek anlamda ‘ilk Bilge’ olarak görülmesi” gibi, bir platform üzerinde , ve yorucu düşünsel uğraşla, bazen ayrıntının da ayrıntısına dek, deyiş yerindeyse didikleyerek yapıyor. Buna göre, köle, çalışmasıyla (emek) hem “dışındaki doğa”yı, hem de “içindeki doğa”yı-kendini dönüşüme uğratarak, özgürlüğe ve bireyselliğe yönelir. Bu da onu, devrimci çabasıyla, sonuçta efendi(ler)in olmadığı bir dünyaya; o dünyada, hem başkalarını bilip-tanıyan, hem de başkaları tarafından bilinip-tanınan vatandaş haline getirir. Hegel bunu, bilinen tarihin “sonu” olarak gördüğü Napeleon İmparatorluğu olarak, bunun düşünsel açıklanmasını da kendinin “mutlak düşüncesi”-felsefesinde –en üst bilgi– olarak görür.

[17] L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, sf. 18

[18] Age, sf. 14

[19] Age, sf. 16

[20] Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu, sf. 12

[21] Engels, age, Hegel’den Feuerbach’a, sf. 12

[22] Age, sf. 22

[23] Age, sf. 29

[24] Lenin, “Tek bir bütünün parçalanması ve onun çelişkili parçalarının kavranması”nı diyalektiğin “özü” olarak niteler. Karşıtların özdeşliği ve mücadelesi diyalektiğin üç temel yasasından(diğerleri, yadsımanın yadsınması ve niceliğin niteliğe;niteliğin niceliğe dönüşümü) biridir. Buna göre, doğanın tüm görüngülerindeki ve süreçlerindeki karşıt eğilimler, “birbirlerini karşılıklı dışlayan” çelişik unsurların bu ilişkisinde, özdeşlik geçici, “mücadele” esas olup, gelişmeyi sağlayan mücadeledir. Eskinin yıkımı ve yeninin doğuşu mücadelenin ürünüdür.

[25] Marx ve Engels’in görüşleri arasında çelişkiler olduğunu ileri sürerek, Engels’in özellikle diyalektik üzerine açıklamalarını, Doğanın Diyalektiği ve Anti Duhring gibi eserlerini örnek göstererek olumsuzlamaya çalışanlar, bu iki büyük dehanın Marksist kuramın oluşturucuları olarak tam bir görüş birliği içinde oldukları gerçeğini; ve fakat herbirinin belli alanlarda daha yetkin ve detaylı çalışmalar yaptığını; buna karşın, Engels’in, fırsat bulduğu her yerde, kuramın Marx’ın adıyla anılmasının hakkıyla yerinde olduğunu, temel önemdeki tezlerin geliştirilmesinde onun engin düşünmesinin ana rolü oynadığını belirtmesini, görmezden-duymazdan gelmişlerdir.

[26] Biz burada doğa tarihiyle, evrenin ve dünyanın zamandaki oluşumunun ve değişiminin tarihiyle ilgili değiliz. Bu kapsamlı ve devasa konu Arkeleoloji, Jeoloji ve Uzay Bilimleri başta olmak üzere doğa bilimleri alanının konusudur ve doğa bilimleri alanındaki her yeni ve büyük ilerleme, konunun daha ileriden ve kapsamlı açıklanmasına katkıda bulunarak, bilgimizin genişlemesine hizmet ediyor.

[27] Lenin, Marksizmin Üç Kaynağı ve Üç Ögesi, Marx, Engel, Marksizm, Sol Yayınları, sf. 83

[28] İşçi ile kapitalistin bireysel ilişkisinde görülür olan para-sermaye sahibi ile emek gücü sahibinin belirli bir anlaşma dahilinde bir “alış-veriş” içinde olmalarıdır. Taraflar “özgür iradeleri”yle bu alış-verişin koşulları üzerinde anlaşmışlar; sonuç olarak da herkes “kendine düşeni almış”tır! İlişkinin içerdiği çelişki, burada görünen biçim tarafından açık edilmekten uzaktır. Görünür olan veri alındığında, ilişkinin “adil olduğu” dahi söylenebilir. Ama görünür olanın içinde ve gerisindeki ilişkinin aleni hale getirilmesiyle görülecektir ki, ne anlaşan taraflar özgür iradeleriyle bir anlaşmanın koşullarını belirlemişlerdir, ne de işçinin çalışmasıyla ürettiği değerin, ücretine karşılık gelen kısmının kendisine ödenmiş olması, “adil bir ilişki”ye işaret eder. Aksine emek gücü ile para-sermayenin bu karşılaşması, ve işçi ile kapitalistin bu “anlaşması”, bireysel iradeleriyle belirlemekten uzak oldukları ve fakat içinde hareket etmeye de zorunlu bulundukları belirli iktisadi-toplumsal ilişkiler dolayımında şekillenmekte oluşuyla “özgürlük”lerini sınırlamakta, hatta yok etmekte; toplumsal kapsamına genişlemiş emek gücü sömürüsü temelinde şekillenmektedir.

[29] Lenin, “Marx’ın öğretisindeki asıl şey” diyordu, “proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkarılmasıdır.”[29](abç)

[30] Ampiryokritisizm, sf. 376

[31] Kapital, Cilt 1, Almanca İkinci Baskıya Sonsöz, 24 Ocak 1873, Sol yayınları, sf. 28

[32] Burada felsefe tarihinin ve felsefi görüşlerin bütünlüklü bir irdelenmesi gibi kapsamlı ve çok büyük bir sorun değil, makalenin sınırlı kapsamı içinde kalınarak belirli felsefi “ekol”lerden sözetmekle yetiniliyor.

[33] Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Sol yayınları, Öner Ünal an çevirisi, sf. 87

[34] Diyalektik Sorunu Üzerine, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları

[35] Diyalektik, hareketin yasalarının bilimi  olarak da tanımlanabilir. Diyalektik düşünceye göre herşey, tüm evren, toplumsal sistemler ve tek tek varlıklar devimin içindedirler ve değişmeye mahkumdurlar. Bu hareket yasası, canlı (organik) varlıklar açısından da geçerli olup, örnek olsun, insan bünyesinde atomların hareketi halinde ölüm-doğum; eskime ve yenilenme olarak süreklilik gösterir.

[36] Marx’ta tarih, bir bilim düzeyine çıkarılmıştır. Tarihsel materyalizmin toplumsal yaşama ilişkin anlamı bu bakımdan, insanî gerçekliğin tarihsel gelişiminin bir açıklaması olarak da okunabilir.

[37] Prof.Dr. Nejat Bozkurt, Bilimler Tarihi ve Felsefesi adlı kitabında bu görüşleri irdeler.

[38] Bozkurt, teoriyi,  “Belli bir olguyu, olgu kümesini ya da durumu bağıntı ve ilişkileriyle açıklamaya çalışan kavramsal sistem”; ya da “Mantıksal bir düzene konulmuş doğa olgularına ilişkin genellemeler olarak tanımlayabileceğimiz kuram, yalnız düşünce yoluyla ve kavramsal olarak gerçekliğin belli bir alanını açıklamak üzere ileri sürülen genel ve soyut bir öngörü” olarak tanımlar.

[39] Aktaran Prof. Dr. Nejat Bozkurt, Bilimler Tarihi ve Felsefesi, sf. 154

[40] Teori ve Politika yazarı Yılmaz Sezer, Engels’i, felsefi tezlerin doğruluğu ya da yanlışlığını “ontolojik düzeyde kanıtlama”ya çalışmakla suçlayarak, “bilinemezci ampirizm” ile ilişkilendirmeye çalışır. Sezer bu görüşüyle, felsefeyi gerçeklik dışı salt spekülatif düşünceye indirger.

[41] Werner Karl Heisenberg, teorik fizik ve kuantum mekaniğinin en önemli teorisyenlerinden biri olup, Max Born ve Pascual Jordan ile birlikte “Belirsizlik ilkesi”ni esas alan bir fizik teorisi geliştirmiş; atom çekirdeği, kozmik ışın ve atomaltı parçacıklar üzerine çalışmıştır. Parçacık fiziği ve “birleşik alan kuramı” ile birlikte kozmik ışın yağmurları üzerine çalışmaları, uranyumun parçalanması, nükleer bomba vb. silahların geliştirilmesinde kullanılmıştır.

[42] “Klasik fizikçiler”, modern fiziği, ortaya attığı varsayımların doğruluklarını tam olarak kanıtlamış olmamakla; “yeni dalga imajı, parçacıklar, tanecikler için (particule) ne belirli bir yer gösterebiliyor ne de belirli bir andaki hızları hakında kesin bilgi verilebiliyor” olmakla eleştiriyorlar.

[43] Aktaran Prof. Dr. Nejat Bozkurt, Bilimler tarihi ve Felsefesi

[44] Aktaran Nusret Hızır, a.g.e., sf. 84-85

[45] Matematiksel bilgiler, tümevarım yöntemiyle kanıtlanan, mantıksal ve genel-geçer bilgilerdir. Deneye dayalı olmayan ancak aksi de kanıtlanamayan evrensel ölçekte bilgiler.

[46] Einstein, ışığın saniyedeki hızını 300.000 km. olarak hesaplamıştır.

[47] Fizik yasalarına göre her cisim bir kütleye, dolayısıyla da bir ağırlığa sahiptir. Kütle, maddi cisimlerin kendilerine uygulanan kuvvete direnci olarak da tanımlanmaktadır. Bulunduğu yerden bağımsız bir varlığa sahiptir ve fakat yerçekimi nedeniyle bulunduğu yere göre ağırlığı değişebilmektedir. Cismin kütlesiyle hareketi arasında oransal bir bağ bulunduğu ve hızın artmasıyla kütlesinin de büyüdüğü tespit edilmiştir. Maddenin yok edilemez bir özelliğidir. Higgs Bozonu deneyiyle elde edildiği belirtilen proton kütlesinin kendisi de yüksek miktarda enerji aracıyla gerçekleştirilen dönüşümden ibarettir. Bir proton kütlesi 10 üzeri eksi yirmibeş kg. olarak hesaplanmıştır.

Newton fiziğine göre; cismin kütlesiyle ivmesinin çarpımı, harekete geçirilmesi için uygulanacak kuvveti verir.

Mekanikte bir cismin “ivme kazanması”ndan sözedildiğinde, o cismin hız kazandığı anlaşılır. Herhangi sabit yükseklikten düşen bir cismin hızı başlangıçtaki sıfır değerinden saniyede 9.8 metre artarak düşme anına dek artışını sürdürür. Aradaki tek yavaşlatıcı engel havanın direnci-etkisidir.

[48] Buradan hareketle güneşin sürekli enerji kaybıyla kütlesinin de giderek azalmakta olduğu söylenmektedir. Nitekim bazı bilim insanları güneşin 4.5 milyar yıl sonra yok olacağı ya da başka bir yıldıza dönüşeceğini iddia ederken; diğer bazılarıysa dağılan enerjinin uzayda gaz ve bulutsu kütleleri halinde yeni güneşlerin meydana gelmesine yol açtığını ileri sürmektedirler. Ancak, güneş başta olmak üzere gezegen veya yıldızların kaybolan kütlesinin “ne olduğu”; “kaybın nasıl gerçekleşitiği” ya da dönüşümün nelere yol açtığı sorusuna yanıt arayışı devam ediyor.

[49] Dr. Kenan Ateş, agm

[50] Buna göre evrensel çekim gücü ile dağılmaya neden olan güç birbirleriyle kuvvetli ve zayıf çekim gücü (elektromanyetik güç) ilişkisi içindedirler. Bu ilişki bir atomun çekirdeğindeki atom altı parçacıkların dağılmasını önleyen çekim gücüyle onların “aşınması”na neden olan itici güç arasındakine benzer bir bağ içindedir.

[51] Aktaran prof, Dr. Nejat Bozkurt, a.g.e., sf. 99
[52] ESO’ya göre, Samanyolu galaksisinde 12 sarı hiper dev kategorisinde yıldız bulunuyor. Bu kategorideki yıldızlar hızla değişikliğe uğramaları ve üzerlerindeki materyalleri etraflarında geniş bir atmosfer yaratacak şekilde fırlatmaları nedeniyle son derece kararsız yapıda yıldızlar olarak tanımlanıyor. Avrupa Uzay Ajansı’na (ESO) ait Şili’deki Çok Büyük Teleskop  (ÇBT) yardımıyla tespit edilen HR 5171 A’nın,  Dünya`dan 12 bin ışık yılı uzaklıkta ve Güneş‘in çapından 1300 kat daha büyük çapta olup, evrende şimdiye kadar gözlenen en büyük yıldız olduğu açıklandı. ESO’ya bağlı Avrupa Güney Gözlemevi yetkilileri, Güneş’ten 1 milyon kat daha parlak, “sarı hiper dev” kategorisindeki yıldızın büyüklüğünün, daha önce yapılan gözlemlerde hesaplanandan daha fazla olduğunun ortaya çıkarıldığını ileri sürüyorlar. 5.000 ışık yılı uzaklıktaki KY Cygni ise, 1,420 Güneş çapında olup Güneş’ten 300.000 kez daha parlaktır. 7.000.000.000.000.000 dünya büyüklüğünde olduğu iddia ediliyor. Dünyadan 12.000 ışık yılı uzaklıkta olan AH Scorpii, 1,411 Güneş çapındadır. UY Scuti ise, 1,708 güneş çapında 9.500 ışık yılı uzaklıktadır. Güneş‘ten 340.000 kat daha parlaktır.
[53] Dr. Kenan Ateş, Mikrobiyoloji ve Genom bilimci, Özgürlük Dünyası, sayı. 233

[54] Higgs Bozonu İngiliz bilim insanı Peter Higgs’in varlığını ileri sürdüğü ve 22 Haziran 2012’de İsviçre CERN’de  baştatılarak sonuçlarının 2013 Mart’ında açıklandığı deneye göre, yerin 100 metre derinliğinde kurulmuş 27 km’lik bir ortam içinde gerçekleştirilen proton çarpıştırılmasıyla elde edildiği belirtilen kütle.

[55] Prof. Dr. Nejat Bozkurt, atom çekirdeklerinin parçalanmasını (Radyoaktivite) şöyle açıklamaktadır: “Bu patlamalar bütünüyle düzenli bir biçimde ve dışarı koşullara hiç bağlı olmaksızın kurulmuş bir saat gibi gerçekleşirler. Örneğin 1 milyar radyum çekirdeği arasında saniyede her zaman 13 tane patlama olur. Her böyle patlamada radyum çekirdeğinden bir helyum çekirdeği atılır ve geriye başka bir çekirdek, yani başka bir element kalır. Bu element soy gazlardan biri olup adı Emanation’dur. Bu Emanation’un kendisi şiddetli radyoaktif bir cisimdir, yani çekirdeklerinden saniyede oldukça daha büyük kısım patlar ve gene bir element ortaya çıkar ve bu böyle sürer. Bu şekilde uranyumdan, uzun bir element sırası üzerinden giderek-radyum ve emanation buna dahildir-en sonunda kurşun oluşur. Demek ki radyoaktivite bize şunu göstermektedir: elementlerin atomları 19.yüzyılda sanıldığı gibi basit birimler, birlikler olmayıp çekirdekleri bile birbirlerine dönüşebilen bileşik şeylerdir. ….. Radyumun görünüşte değişmeksizin hiç durmadan enerji verebilmesi, atomlarının çok az bir kısmının bile patlamasıyla oldukça pek büyük enerji ortaya çıkmasından ileri gelir……Birkaç milyon voltluk bir gerilim aracılığıyla hidrojen çekirdeklerine o denli büyük bir hız verilebilir ki, bunlar başka element çekirdeklerine isabet ederken bu çekirdekleri yıkıp başka çekirdeklere dönüştürebilirler.” (Bilimler Tarihi ve Felsefesi, sf. 57)

[56] Madde, duyumlarla algılanabilen, nesnel-gerçek varlıkların ortak adıdır; yaratılmaz ve yok edilemez. Işık ve hava da nesnel olarak vardırlar; ışığın varlığı ışın dalgalarıyla diyelim gözlenebilir; hava ağırlık olarak ölçülebilir. Işık saniyede üç yüz bin kilometre hızla yayılır. Sıvılaştırılmış hava örneğin su değil- gazdır. Bu durumdaki havanın (örneğin Oksijen) maddi varlığı buzda ve su buharında “saklı” durur. Su kaynadığında buhar halinde oksijen ve Hidrojen’e ayrışır; buhar uygun ortamda suya veya donarak buza –katı maddeye– dönüşür. Mum yandığında karbondioksit (CO2) ve su buharına dönüşür, bunlar gaz halinde havaya karışırlar, vb. vb.. gibi.

[57] İki yasadan ilki, ısının tüm değişmelerine karşın sabit kalan miktarıyla; ikincisi ise, değişmenin hanği yönde olması gerektiğiyle ilgilidir.

[58] Pragmatizm ve psikoloji alanında eserleri olan, işlevselliği ve belirlenimsizliği savunan ABD’li bilim adamı.

[59] Bozkurt, age, sf. 153

[60] Doğanın Diyalektiği, sf. 233

[61] Engels, bu yalın ama yoğun iki parağrafta, evrenin maddi ve tarihsel hareketini ve bu hareketin bir ürünü olarak doğup tarihsel kesintisiz gelişme yönünü ortaya koyar. Buna göre, doğa tarihi, zamana bağlı ve zaman içinde; varlıkların kesintisiz hareketinin zorunlu ve kaçınılmaz hale getirdiği değişimlerden geçerek ilerleyen bir süreç izler ve bu tarihi, zikzaklı ilerleyişi gibi nedenlerle kendi başlangıcına dönen bir ‘fasit’ cembersel hareket olarak görmek, evren hareketini anlamamak olacaktır.

[62] Doğanın Dyalektiği, sf. 42

[63] Engels, daha 1880’li yıllarda, “atomları, hiçbir zaman basit ya da genellikle bilinen en küçük madde parçacıkları olarak kabul etmek doğru değildir” diye yazmıştı.

[64] Darwin’in, canlı organizmaların evriminde; gelişim, değişim ve çeşitlilikte koşullara uyum göstermenin önemi üzerine görüşünü, “sosyal Darwincilik” olarak da bilinen ırkçı tezlerine ve politikalarına alet etmek isteyenlerin de olduğu doğrudur. Ancak, tıpkı Einstein’in atomun parçalanması ve madde-enerji dönüşümü üzerine büyük buluşunun insanlığa karşı ve atom bombası şeklinde kullanılmasında olduğu üzere, “doğal seçilim” ve “uyum gösterenin yaşaması” görüşünü, “aşağı ırkların yaşam hakkı bulunmadığı” ırkçı-faşist tezlerine malzeme edenlerin tutumu da, doğanın ve canlı organizmaların evrimi görüşüne gölge düşüremedi. Maddenin “en son parçacığına dek” parçalanması durumunda da yok edilemediği, ve fakat başka biçim ve hallerine dönüştüğü gerçeği daha net olarak açıklık kazandı.

[65] K. Ateş, Özgürlük Dünyası
Blogger tarafından desteklenmektedir.