Futbol ve din
Umberto Eco, bir gösteri olarak futbol ile dini aynı kefeye koyar. Ona göre futbol taraftarlığı ile bir dine aidiyet benzerlikler taşır…
Eco, futbol ile din arasındaki benzerliği aidiyet ve sorgusuz iman(dogmatizm) bağlamında ele alarak, “Taraftarlık ve imanın yan yana kullanılması anlamlıdır; çünkü yenmek ve yenilmek kavramlarının iç içe olduğu bir oyunda taraftarların bağlılığını sürdürmesi için tam bir imana gereksinimi vardır. Bu iman sayesinde hem kendine sığınacak bir alan bulur; ki bu alanda yalnız olmayacak hem güçlü bir kulübün çatısı altında hem de kendisiyle aynı emeli paylaşan grupla bir arada olacaktır,” der.
Eco’ya katılmamak elde değil. Futbol taraftarlığı insanları yığınlar arasında yalnız kalmaktan kurtarıyor. Aynı amaç uğruna toplanmış farklı görüşten ve yaşam tarzından oluşan insanları gündelik sıkıntılardan kurtaran bir olgu konumunda futbol. Futbol maçının seyredildiği o kısıtlı sürede birbirlerini hiç görmemiş insanların samimiyeti aynı amaç uğruna bir camide ya da bir kilisede rastlaşan insanların samimiyetine çok benzer. Kendini o stada ya da o ibadet yerine ait hissetme aynı amaç için yapılan aktivite ve yapılan davranışlara sorgusuz sualsiz iman, dindar olmayı ve bir takımın taraftarı olmayı birbirine benzeştiren yanlar.
Bir diğer benzerlik noktası da bu aidiyet ve imanı aşırılığa götürme bağlamında ele alınabilir. Futbol taraftarlığı hat safhaya ulaştığında diğer kulüp taraftarlarının düşman olarak addedilmesini sağlar; ki bu da hastalıklı bir ruhtur ve fanatizmi doğurur.
Çünkü “Bir erkek sporu; maço kültürünün yoğunlaştığı spor dallarından biri” olarak futboldaki fanatizmin varlığıyla erkekliğin iç içe geçtiğine ilişkin birçok örnek bunun şiddetle birlikte var olduğunu vurgular.
Çünkü şiddetin meşrulaştırıldığı, rekabetçi ve agresif özellikleriyle futbol oyununda, rakip takım ve taraftara karşı, erkeklik göstereni olan “güçlü olma”, “üstün olma” durumu söz konusudur.
Futbol gösterisinde “bizlik” duygusu sağlamanın en kolay yolu, erkeğin ve takımın “ötekisi olan, zayıf olan, aşağıda olan” rakibe ya da hakeme karşı öfke, nefret ve hiddetle saldırmasıdır. Bu saldırı, söylemle gerçekleştiği gibi ciddi fiziksel boyutlarda da eyleme dökülmektedir.
Erkekliğin ve eril şiddet kültürünün en çok görünür olduğu alanlardan biri olan futbolda, taraftar grupları için sonucu sadece sahada oynanan maçın skoru tayin etmez. Müsabaka öncesinde, sırasında, sonrasında veya karşılaşılan tüm mekânlarda, rakip olarak algılanan ve öteki olan, kendi cemaatlerinden olmayanlarla, saha dışında başka bir “düello” üzerinden, kavga ederek, çatışarak, yaralayıcı ve öldürücü tüm araçları (bıçak, silah vb.) kullanarak maçın “galibi” olmak için karşı karşıya gelmektedirler.
Futbolda şiddetin devamlılığı futbol alanının endüstrileşmesiyle de yakından ilişkilidir. Futbol sporunun kapitalist tekelleşmesi kulüplerin bu rekabetçi çerçeve üzerinden oluşturduğu olumsuz ilişkiler, kulübün bir kurum olarak yaklaşımına, yöneticilerinin söylemine yansımaktadır.
Özetle Futbolun bir ulusal boyutu vardır. Yanı sıra, başka yollarla itibar, para ve tanınırlık kazanmanın zor olduğu toplumlarda veya sosyal sınıflarda futbol (kitle sporları) kimi yetenekli gençler için yükseliş aracıdır. O nedenle sınıfsal bir yönü vardır. Bir de kitlesel bir mobilizasyon (hareketlilik), taraftarlık, boy ölçüşme ve kısa sürede sağlanan tatmin sayesinde futbolun, rejimden/yönetimden memnuniyetsizliğini dışa vurabilecek toplumsal grupları meşgul ve memnun etmek için otoriter devletlerce bir kontrol aracı olarak kullanıldığı iddia edilir.
Portekiz’i 36 yıl demir yumrukla yönetmiş olan diktatör Antonio de Oliveira Salazar (1888-1970) halkı meşgul etmek için fado (türkü), fiesta (şölen) ve futboldan çok yararlandığını söylemiştir.
Konu milli takım olunca birey milletle; millet de devletle bütünleşir. Başka her şey önemsiz hâle gelir. Bir süre için bireysel varlığımız, takımımıza adanmış olur.
Egemen ile tabi; zengin ile yoksul; alt sınıf ile üst sınıf; kültürel farkları başka zamanda karşıt olanlar milli takımla bir ve tek olurlar.
Bir bakıma futbol, milli düzeyde, geçici de olsa birlik ve dayanışma aracıdır. Kitleler, içe yöneltecekleri öfkelerini rakibe yönelterek rahatlarlar.
Dünya şampiyonası, milletlerin/ulusların boy ölçüşme alanıdır. Şampiyonalarda milletler, diğerleriyle barışçı biçimde ve kurallar çerçevesinde karşılaşırlar. Uluslar toplu/öz bilinçlerini yenilerken, diğerlerine ne oranda üstün olduklarını da sergilerler.
Özetle, dünya şampiyonası barışçı bir dünya savaşıdır. Aktörler uluslardır. Bu mücadeleye katılabilecek takımlar ancak ulusal olanlardır. Yani bu şampiyona uluslar ve ulusal devletler arasında gerçekleşmektedir; politik bir karakter taşımaktadır. Uluslar, takımları aracılığıyla siyasal bir rekabete girmekte ve başarılıdan başarısıza doğru bir üstünlük sıralaması oluşmaktadır.
Uluslar artık nadiren savaş alanında karşılaşıyorlar. Ama ekonomik, teknolojik, bilimsel, sanatsal, kültürel ve spor alanlarında sürekli boy ölçüşüyorlar. Ulusçuluk bilinci bu alanlardaki rekabet sayesinde tazeleniyor. Egemenlik bu alanlarda sağlanan üstünlükle kuruluyor.
Özetle şunu diyorum ki, kapitalizm koşullarında futbol, gerçekten de sadece futbol değil. Hatta dünyanın dönüştüğü gösteri toplumunda, kendisinden başka bir şey: Bir milliyetçilik gösterisi… Dizginlerinden boşanmış bir erillik… Kimi zaman gerçeğe dönüşen simgesel bir savaş… Küresel piyasanın ballı kâr/ sömürü alanı…
Velhasıl, sosyalistlerin, devrimcilerin onu ele alırken, dikkatli özenli olmalarında sonsuz fayda var!
(Temel Demirer - 8 Temmuz 2016)